Geçen sayıdaki konuşmanın devamı:
Allah ona, bu ateş arzusuna bürünerek göründü; fakat Mûsâ ona bile tahammül edemedi. Dağa bakıyor; dağdan bir ışık zuhûr ediyor. Evet birçoklarına da “Cebel-i Tûr”dan, yâni “dönen dağ”dan ışık görünüyor amma, farkına varabilmek gerek. Dönen dağ var mı dünyada?
S. – Biz dönüp duruyoruz.
Emre – Hah!
S. – Nefsi öldürmek çok zor.
Emre – Allah’ın akliyle bak da bu sözlere gülesin… Hani bir “Canbaz” doğuşu vardı ya, onu okuyalım hele:
2. Doğuş kitabındaki 125 no’lu Doğuş’un son dörtlüğü ve Doğuş’un şerhi:
Meydanda oynıyan: sâde (Bir canbaz),
Gerisi gölgedir, ondan ayrılmaz;
Kendisi, kendini, seyretmek için
(Emre)! (İnsan yüzü), olmuştur Hicaz.
Her zerrenin kendine göre bir ahlâkı vardır ve insanı kendi ahlâkına davet eder. Bu zerreler içinde, Allah’a davet eden de vardır. Acaba hangisi? Hangisi Allah’tan başka birşey düşünmüyorsa o. Sevdiğin şey, senin hâkimindir; sen onun mahkûmusun; sevdiğin isterse bir tavuk olsun.
Kur’ân’da bir “şerâben tahûra” var, bu gözden akan sevgi imiş. Allah bu şarabı göz kadehine doldurmuş. Muhabbettir içilecek olan şarap. Kur’ân bir türlü söyler, bu bir türlü. Yâni kötü ahlâkları, fena arzuları temizlenmiş bir muhabbetle bizi sarhoş ediyor Allah. Bu sevgi, menfaatsiz bir sevgidir.
“Dudak şişesinden içene doldur”, şimdi kelâma geçti… Bu sevgi şarabı ağızdan dökülür. “İyice dinleyenlere ver!” demek istiyor. “İsteyen ne kadar sorarsa söyle; hiç tükenmez. İstemeyenlere, dinlemeyenlere, söyleme!” diyor.
Meyhânesi: Gönül. Kulaktan dinlenir amma, eğer ağzının söylediğini, kulağı birbirine o kadar yakın olduğu halde, eğer ağzının söylediğini kulağı duyup anlamazsa, bu iki uzvun arası yüzlerce senelik yol olmuş olur.
Kulağa ne kadar kelâm girerse girsin, bu kuyu dolmaz; ama içi gurur veren bilgilerle dolu değilse. Zâhir ilim âlimleri bu ilmin dibini bulamazlar.
Kelâm, kulaktan girer, ağızdan çıkar; insan dinlediğini kendi aklına göre tefsîr etmez mi? İnsanın kulağı, tabiatının, ahlâkının mâdenine göre duyar ve ona göre söyler.
Âşıkların kulağı güle benzer; ilâhî söze âşıktır. Ortası fındık kabuğu’na benzer. Bütün ilim suları dökülse, yine onu dolduramaz.
Kafada öyle bir “Deryâ-yı Ahâd” gizli ki, hakîkaten “Deryâ-yı Ahâd” , Allah’ın büyüklüğünü Hz. Muhammed’den işitmedik mi? Ama Diri Muhammed’den… Hâlâ aramızda gezip duruyor, hâlâ söyleyip duruyor.
400.000 Peygamber hizmet ediyormuş. Ahlâk tamamen yıkanmayınca, “hâl” zuhûr etmez. Selâmet ondan sonra başlar.
İnsanın beyninde, milyarlarca vücut gizlidir… Haç çıkaranlar da Allah’tan ayrı değildir. Reddedilecek haç yâni kötü görülmesi icap eden haç, insanın kendini sevmesi, kendini beğenmesidir. Bu haçları Îsâ üçe indirebilmiş; ya bizimkiler kaç tane…
Bir devir gelecek ki, ilim âletleriyle beynin büyüklüğünü biraz görecekler; fakat sırrına agâh olamazlar. Beyindeki o kıvrımların bir zerresinin bile hâlini göremezler. Bu ancak Allah’a aittir.
Öldükten sonra dirilme işi anlaşılabilir mi? Onun için Hz. Muhammed: “Ölmeden evvel ecel suyu için!” diyor. Yâni arzu ve emellerimizi öldüreceğiz. Yunus: “Ben çıkınca aradan – Kalır beni Yaradan…” diyor. İş, bizim aradan çıkmamızda. Yunus’un bu sözü, Hz. Muhammed’in “Ölmeden evvel ölünüz!” sözünün aynıdır.
Öldürecek olduğumuz şey, “ben!” dediğimiz şeydir. Bu “ben”i yusyuvarlak edip bir “Manevîyyet Güzeli”nin, bir “Ahlâk Güzeli”nin yüzüne yapıştırmalı.
Çocuk, nasıl ana rahmini terk ettikten sonra yeni bir hayata kavuşuyorsa, biz de “benlik” denilen ana rahmini terk edip yeni ve ebedî hayata doğmalıyız. Îsâ böyle yapmıştır. Meryem Îsâ’nın vücüdü, varlığı, benliğidir. Îsâ, bu “vücut, benlik Meryem”inden doğduğu, onu terk ettiği için ebedîyyen diridir, ölmez. Fakat bu hâli insanlara nasıl anlatsın? Bu hâli anlatacak bir dil yoktur. Ölüm diye birşey yoktur.
S. – Anlayanla anlamayanın ne farkı var?
Emre – Siz diş yapıyorsunuz. Aşınan altın dişler nereye gidiyor? Kayboluyor mu? Hayır; kazûrâta karışıp ayaklar altına gidiyor. Hâlbuki başka altınlar, insanların kollarında, boyunlarında, süs olarak taşınıyor. Anlayanla, anlamayan buna benzer. Bu girdâbın içinden, anlamakla çıktık.
S. – “Küllü nefsin zâikatülmevt…” demiş Allah.
Emre – Öyleyse ne duralım bunun, bu nefsin içinde?..
S. – Burası ne âlemidir?
Emre – Burası bir imtihân odasıdır?
S. – İmtihâna ne lüzum var?
Emre – İmtihân olmazsa, talebeye şehâdetnâme verirler mi? Yâni talebe imtihân olmadan, okuduklarının faydasını görebilir mi? İmtihân vermeyen bir doktora, mühendise doktorluk, mühendislik yaptırırlar mı?
S. – Doğrudur.
Allah: “Kullü nefsin zâikatülmevt..” dedikten sonra “Sümme ileyhi türceûn!” diyor. Yâni sonra ona dönecekmişiz.
Emre – Bu sözü duymasak ona nasıl döneceğiz? Gideceğimiz yeri bilmezsek, bir şey, bir arzu etrafında döner dururuz, dink çeviren atlar gibi. Onların gözünde keçeden bir gözlük var; bizim de gözümüzde gaflet gözlüğü var… Gözümüzden bu gaflet gözlüğünü çıkarırsak, o arzu dinkleri etrafında dönmekten kurtuluruz.
S. – Bir kitapta: “Dünya olmasaydı, gece olmazdı” diyor; ne demek bu? Anlayamadım.
Emre – Evet, bizi karanlıkta bırakan şey, bu “dünya” ile “bünye”dir. Ama dünya deyince, bu toprak küre zannetmemeli. Dünya, bizim arzularımız, ahlâklarımızdır. Nice dünyalarımız var.
***
26. 3. 1954 te yapılmış konuşmadan notlar:
Emre – Yeşil, her şeyin aslıdır. Onun için yeşillik insana neş’e verir. Fakat insan tabiat mahkûmiyetinden kurtulmağa başlarken siyah renk daha güzel görünmeğe başlar. Çünkü tabiattan kurtulmaya başlayan insan “Hicâz”a yaklaşıyor demektir. Kâbe’nin örtüsü siyah değil mi?
Birine kuvvetli bir tokat vur, herşeyi yeşil görür… Ekseri insanlar ölürken yeşil görürler. Tabîat hayvâniyyetinden kurtulan insan yeşil görmez.
Geçen gün bindiğimiz otobüste bir elayası, ortasında da bir göz resmi vardı. Ne yaptıklarını bilmiyorlar; fakat esrârı fâş ediyorlar. İnsan; gözden göreni görünce kurtulur. Hacılar Beyt-Ullah’a, “göz”ü seyretmek için gidiyorlar: Hacer-ül’esved siyah bir taştır amma, göze benzer. Siyah taş, gözün siyahına, etrafındaki gümüş halka da gözün beyazına benzer. Hacer-ül’esved Kâbe’de duruyor; fakat onun canlısı her tarafı muhît.
S. – El resmi neyi gösteriyor?
Emre – Bak: parmaklarımızı açınca, bu şekil, eski harflerle “Allah” kelimesine benziyor.
S. – Gine duramıyoruz, soruyoruz…
Emre – Ne soran sensin, ne söyleyen ben. Birimiz Karagöz, birimiz Hacıvad. Bizi seyretsinler.
S. – Şahâbeddîni Sühreverdi çok derin bir adammış.
Emre – Su derinden çıkar. Derinde oluşu, kıymetinden: Allah “Ve caalnâ minel-mâi küllü şey’in hay” demiyor mu?
Büyümesi kolay, küçülmesi zor; dolması kolay, boşalması zor; öğrenmesi kolay, unutması zor.
***
Emre – Asla rücu’ etmek ne kadar güç… Bir taraftan edindiği dinî inanışı bırakmaz; bir taraftan şu bırakmaz, bir taraftan, bu bırakmaz; ne yapsın bu beşeriyet…
***
S. – Kanseri bir türlü anlayamadılar gitti.
Emre – Herhalde vücudun bir yerinde bir arıza oluyor; vücut onu tamir edeyim derken, o, vücudun başına belâ oluyor. Mühendisleri dağ başına götürsen, oturmak için kendilerine bir hücre yapacaklar değil mi? Kanser de öyle; çoğalınca sıkışıyorlar.
***
S. – Tevhîd nedir?
Emre – Tevhîd, kesretsiz olmaz. At koşusu diyoruz. Tek atın koşusu olur mu? Tevhîd, atların kesret koşusundadır. Kim koşuyu kazanırsa o kazandı.
Her hâl, her mezhep, her din bizimdir; Onları ayrı göremeyiz. Şimdi Ali var mı? Varsa, sorduklarını ona sor da söylesin. Abdülkadîr, Hâlid varsa onlardan sor bakalım neymiş Kadîrilik, Hâlidilik?..
S. – Leylâ’nın âşığı Mecnûn hakîkaten deli miydi?
Emre – Hayır. O, yürüdüğü mânevî yolda “akl-ı cüz”den geçtiği için mecnûndur amma, onun deliliği, bizim bildiğimiz deliliklerden değildir.
Fuzûlî’nin kendine “Fuzûlî” demesi, kendi varlığının bir hiç olduğunu anladıktan sonradır. Kendimize sahip çıkıyorsak; biz de fuzûli değil miyiz?
Harâbi, Turâbi mahlaslarını alan şairler de, kendilerinin bir gün harap, tûrap olacaklarını anladıkları için, bu isimleri almışlardır. Bu iş aklî değil, hâlîdir. İlim veya akıl, tefsîr memurudur. Edebiyyâtçılar, kendi akıllarına göre: “Fuzûlî, gazellerini başka şairler kendilerine mâletmesinler diye o mahlası almıştır” diyorlar amma, hakîkat öyle değildir.
Fuzûlî, hakîkaten bir kıza âşık olmuştur; çünkü yolu ordan geçmiştir. Hocası, ona “Hakîkat”i kendi yüzünde gösterememiştir. Fuzûlî’nin aklında bu hâl olduğu için, onu önce bir kıza âşık etmiş, sonra kendisine almıştır.
Mecnûn da böyledir; aynı yoldan geçmiştir… Mürebbîsi, onu şehvetle kirlendirmeden âşık etmiş, o yoldan yürütmüştür. Eğer Leylâ ile Mecnûn evlenselerdi, bu hâl zuhûr etmezdi.