Geçen sayıdaki konuşmanın devamı:

Şu Zafer, Nebahat’in çocuğu. Bu, Nebahat’ten akıllıdır. Fakat çocuk, “Ben anamdan daha akıllıyım!” derse, kökünden çekilmiş ağaca döner, derhal kurur, çünkü inkâr ediyor. Hepimiz de bilmeliyiz ki, bizden doğan, bizim rehberimizdir. Tabiat, kemâlâta doğru yürüyor. Lâkin gurur getiren, daha aşağılara… Sonra gelen, mutlaka kendinden evvelkini saymalıdır. Biz de kendimizden sonrakini saymalıyız.

Dış ilimler de böyle değil mi? Şimdi dünyaya hakîm olan şey, mâdeni sanatlar… Hangi millet bu sanatı büyütmüşse o hakîm olmuştur. Bu sanatı doğuran, Dâvut’tu. Dâvut şimdi dünyaya gelse, kendisinin topraktan çıkardığı demirin gökte uçtuğunu görse, hayret etmez mi? Fakat bizim de: “Pîrimiz Dâvut’tur; bu sanatı o icad etti!” diyerek onu saymamız lâzımdır.

Peygamberler de böyledir. Her gelen peygamber, kendinden sonra gelecek olanı öğmüş, onun kendinden büyük olduğunu söylemiştir. En son gelen peygamber öyle bir makama gelmiştir ki, bir daha gitmemiştir. “Benden sonra peygamber gelmeyecek!” diyor. Gitmiyor ki!.. Durmadan da bizi istilâ ediyor. Kendiyle beraber bizi de büyütüyor. Fakat gel de bunu taassuba anlat. Taassup da ölüyor yavaş yavaş… Niye? Çünkü nâkıs bir hâl. Yirmi sene sonra bu taassup kalır mı? Bunu biz yapmıyoruz, Allah yapıyor.

Mutaassıplar, bu hâli tefekkür edenler, böyle konuşanlar için “Bunlar dini yıkıyor.”) diyorlar. Bir âyet varmış: o âyette Allah, “Bu din benim!” diyormuş. Sen şu evin yıkıldığını istemiyorsun da, Allah kendi dininin yıkıldığını ister mi? Yıkılan onların kanâatleri, inanışları, zanlarıdır. Dîni yıkmaya kimin gücü yeter?

O mutaassıplar şu çocuklar kadar bile anlayamamışlar.

Abdülhamid, münevver mekteplileri denize atarmış. O, terakkiyi öldüreyim derken, kendisi öldü. Allah da, kendi dînîni yıkmak isteyenden râzı olur mu?

Tarihlere baksak, görürüz ki, hangi milletler, taassubu yıkmışlarsa, onlar ileri gitmişlerdir. Müslümanlar her milletten geri değil mi? Türkler, bütün milletlerden ileri idiler. Bizi geri bırakan taassuptur, din değil. Dinimiz çok iyidir.

S. – Bir mutaassıp: “Çocuklarınızı mektebe göndermeyin!” demiş.

Emre – Hangi memleketin kadını münevverse, o memleket ileri gitmiştir. Belki annen bilir, fuhşiyyât, kadınların kapalı olduğu zamanlarda daha çoktu.

Çarşaflı olsan, seni çarşıda görsem tanıyabilir miyim? Hâlbuki bu halinle seni tanıdım. Sokakta sana sataşan olsa, bırakır mıyım?

Erkek sabahleyin işine gider. Evde çocukla kadın kalır ve meşgul olur. Çocuğu terbiye eden de kadındır. Kadını çok okutmalı ki, çocuğu istikbâle göre terbiye etsin.

Taassup bizde çok galiptir; hâlbuki terakkinin en büyük düşmanıdır. Kadın, kalbini sağlam tuttuktan sonra, yüzünü de açsın, başını da. Elimden gelse kızlarımı Avrupa’da okuturdum.

S. – “Ey-ilmü Farizetün âlâ müslimûn ve âlâ müslimetîn!” diye bir hadîs var. Bunu okumuyorlar mı ki “çocuklarınızı mektebe göndermeyin!” diyorlar?

Emre – Okusalar da anlamazlar yahut anlamak istemezler.

S. – Onlar parayla öğretiyorlar.

Emre – Hâlbuki Allah: “Sizden teşekkür bile istemeyiz!” diyor; “Sizden ücret istemeyen kimselere tâbi olun!” diyor.

Bazı kimseler var ki “urasa”ya, muskaya inanmazsan, sana kâfirlik bile isnâd ederler. Hâlbuki Hz. Muhammed muska mı yazmış, urasa mı yapmış?

Çok münevver zannettiğimiz kimselerde bile taassup vardır.

S. – Acaba neden?

Emre – Babalarından mîrâs kalmış, vazgeçemiyorlar.

S. – Babam bizi başörtüsüz sokağa bırakmazdı. Hâlbuki Cumhuriyet devrinde yetişen kız kardeşime karışmadı… Biz: “Baba! Ona niçin karışmıyorsun?” derdik de, “Zaman böyle icabettiriyor!” derdi.

Emre – Akıllı adammış… En büyük felâket cehîldir. Birisi diyordu ki: Bu kadınların ağzındaki kırmızı boyalar nedir böyle? Leş yemiş köpeklere benziyorlar…” Ben dedim:

– Sünnet.

Kızdı, gitti. Hz. Muhammed zamanında sürme çekerler, kına yakarlardı.
Hâlbuki sürmenin milinden trahom bulaşırdı gözlerine. Şimdi ne güzel! Kırmızının en güzelini buldular.

S. – Bu süslenmenin önüne geçilmez.

Emre – Fena bir şey değil ki. Bu da bir ilâhî kanundur. Elma neden kızarıyor? O da kendini süslüyor, insanlar beni yesin diye… İçindeki şekeri ve çeşitli vitaminleri bize vermektir onun derdi. Bütün meyvalar da öyle: Çeşitli renklere bürünüp bize kendilerini beğendirecekler. Hâlbuki portakalın renkli ve kokulu olan kısmını, yâni kabuğunu soyar, atarız, içini yeriz. Demek ki o renkler ve kokular vuslat için bir vesîleden başka birşey değil… Kadınlar da bu kanuna tâbi. Süslenmek günâh değil ki. Zamanın süsüne göre süslenmeli. Annen süslenmeseydi seni doğuramazdı. Şimdi niye süslenmiyor? Çünkü süslenme devresini ikmâl etti.

***

Ankara Ziraat Fakültesi öğrencilerinden Hakkı Develier’in mektupla sorduğu suallerine Emre’nin cevapları:

S. – Tanrının ezelî ve ebedî olmasının sebebi nedir?

Emre – Tanrının ezelî ve ebedî olması, herşeyin geçici olmasındandır. Herşey geçicidir ve “Küllü hâlin yezûl!” dür. (Her hâl, zevâle erer!)

Ebedîlik ve ezelîlik, insanların aklına göredir. Şimdiye kadar, Tanrı’yı düşünenlerin hepsi geçmiş, fakat Tanrı geçmemiştir.

“Tanrı” Allah’ın “hükmeden” sıfatı mı? Hükmeden sıfatı galiba… Mabûd ise, tapılan sıfatı.

Tanrıyı bilmek için, insan, kendini unutmalı, kendinin geçici olduğunu mutlaka bilmelidir.

Tanrıyı düşünecek fikrin tamamiyle Tanrıya değişilmesi, Tanrıya geçmesi lâzım ki o kimse Tanrıyı bilebilsin.

Tanrıya “Mabud” sıfatından girilir. “Mabud” sıfatını bulup da tapmayan insan, Tanrıyı kat’iyyen bilemez. Tanrıya tapmayan bir insan ise fâni, geçici bir şeye tapıyor demektir ve ancak onu bilebilir.

İnsanın, Tanrıyı bilebilmesi için evvelâ nefsini bilip onu öldürmesi lâzımdır. Bilmek deyince zannedilir ki bu vücudumuz, bu kafamız, bu aklımız bilecek. Hayır, bilgimizin de Tanrıya geçmesi lâzım. Ölüm denen şey de zaten budur.

S. – Kur’ân, Hazreti Muhammed’e Allah tarafından vahy ile mi gelmiştir, yoksa onun malı mıdır?

Emre – Allah tarafından vahy ile gelmiştir.

Kur’ân Hazreti Muhammed’in malı olduğu gibi, ümmetinin de malıdır; daha doğrusu; mânâsını anlamak isteyen herkesin malıdır.

***

İbrahim Pampal’ın mektubunda sorduğu suallere cevaplar:

S. – Şerîatçılarla mutasavvıflar niçin anlaşamıyorlar? Hakîkat iki olamayacağına göre, gerçek olan hangisidir ve saadet, hangilerinin gittiği yoldadır?

Emre – Şerîatla tasavvuf birbirinden ayrı değildir; birisi iç, birisi dıştır. İç olan tasavvuf, dışıyla anlaştığı gibi, Allah’ın yarattığı her varlıkla da anlaşmıştır.

Şerîat, meselenin içini göremediği için, tasavvufun ne olduğunu bilemiyor. Dışı, dış âlemi gören, iç değil midir, yani beyin değil midir? Hâlbuki beyni saklayan kafanın dışı, beyni görebilir mi?

Her ikisi de gerçektir… Yukarıda söylediğimiz gibi, saadet daima içten gelir. Dışa da refah veren, içtir.

S. – Peygamberimiz şefâatinde mutlak mıdır? Dince makbul olmayan hareketlerde bulunanları kurtarabilecek midir? Dince makbul hareketlerde bulunup günâh işlememiş olan insanların şefâate ne ihtiyacı var?

Emre – Peygamberimiz, rehberimiz olduğuna göre, mutlaka önümüzde bulunması lâzımdır. Delîlimiz olarak önümüzde giden Peygamberimizi bulanlar, onun şerîatından mahrum kalmazlar.

Bir insan kendikendini kurtaramazsa, Peygamber onu kurtaramaz.

İkinci şıkkı kendikendinize çok güzel hâlletmişsiniz. Çok doğru.

S. – Günâhla zulüm, sevapla fayda bağlaşabilirler mi, yoksa bunlar ayrı ayrı şeyler midir?

Emre – Gece ile gündüz, karanlıkla ışık bağlanabilirlerse, bunlar da birbirine bağlanabilir.