Geçen sayıdaki konuşmanın devamı:
S. – Süslenen de var.
Emre – İçindeki arzu bitmemiş de ondan. Mâmafih, bu arzuyu bize veren Allah değil mi? Annemiz yüzüne pislik çalsaydı, biz dünyaya gelir miydik?
S. – Çirkinler ne olacak?
Emre – Çirkin diye birşey yok. Şu halının üzerinde birçok nakışlar, birçok boyalar var. Boyaların en güzeli ne?
S. – Kırmızı.
Emre – Türk kanı kırmızıyı çok sever. Bayrak da kırmızı… Peki, kırmızı en güzelse, niye hepimizin üstünde kırmızı yok. Herkesin arzusu başka başkadır. Sizin güzel dediğinizi bir başkası beğenmeyebilir. Hakîkatte güzel diye de bir şey yok, çirkin diye de…
S. – Ama bunu böyle görmek çok zor.
Emre – Senin çirkin gördüğün bir kimseyi sevecek birisi mutlaka vardır.
S. – Akıllar bir olsa da hepimiz aynı şeyi olduğu gibi görsek…
Emre – Böyle olursa nizâm-ı âlem bozulur. Adın ne?
S. – Meşkûre.
Emre – Hepimizin adı Meşkûre olsaydı birbirimizi tanımazdık. Hakîkatte ne isim var, ne şekil, ne de şemâil. Hakîkatin kapağını tamamiyle açıp görsek çok tatlıdır amma, gaflet de lâzım.
Şekerden herkes aynı lezzeti alamaz. Hangimizde şeker ihtiyacı azsa, o, az tad alır.
S. – Bu, muhakkak böyle.
Emre – Akıllar da böyledir. İnsan aklı Hakîkat’e birdenbire erse patlar, şaşar, derde düşer, dellenir. Ama bu iş yavaş yavaş olursa, zamanla, tefekkür ede ede alışır.
S. – Namaz kılarken resimleri ya tersine çeviriyorlar, ya da üstlerini örtüyorlar. Bu neden?
Emre – Hz. Muhammed söylemiş: (“Bir evde resim olursa, orada kılınan namaz, namaz olmaz!”) demiş. Fakat biz yanlış anlıyoruz. Bu sözdeki resimden maksat kalbdeki resimdir. Kılınan namaz kalbde resim olmayınca, yâni namaza durduğun zaman aklında Allah’tan başka birşey kalmayınca kabul olur… Böyle bir hâl zuhûr edince, yâni namazda bir sen, bir de Allah kalınca, insan resmi görebilir mi? Kelâmın kabuğu soyulmayınca mânâsı anlaşılmıyor. Bir şair:
Cevizin yeşil kabuğun yemekle tad bulunmaz,
Zâhir ile ey fakı! Kur’ân’ı arzularsın.
diyor.
Bazı sözler var ki, onları da yanlış anlıyoruz: (Allah’tan korkmayan kâfirdir!) diyorlar. Hâlbuki asıl Allah’tan korkan kâfirdir. İnsan kabahatinden korkar. Korkuyorsan, Allah’a yaklaşamazsın. Kabahati kim işler? Câhil olan. Hapishânedeki adamlar akıllı mı? Akıllı olsalar hırsızlık ederler mi?
S. – Sonra da kabahati Allah’a yüklüyorlar.
Emre – Onlar nefislerine mahkûm da, kabahati onun için Allah’a buluyorlar. Allah’ı kalkan olarak kullanıyorlar.
S. – Kur’ân’da: (İyilik Allah’tan, kötülük nefsinden.) diyor.
Emre – Sonra hangi kitapta Allah: (Adam öldür!) diyor? Medeniyyet, (Kötülük yap!) der mi? Allah yalancıya lânet ediyor. Avrupalılar mı yalancı, biz mi? Onlar aldatmayı bilmiyorlar, çalışıyorlar. Allah sonunu hayır getirsin, bak durumumuza… Ama iyi olacak inşallah.
S. – Bazı kimseler: (“Herşey Allah’tan.”) diyorlar?
Emre – Hayırla şer iki türlüdür. Şurda otururken, şu boru düşse de başımızı yarsa, bu Allah’tan. Buna kat’iyyen canımız sıkılmayacak.
Durup dururken ben birinizin kafasını yarsam, bu Allah’tan mı? Hayır, nefsimizden. Hadi, bacının çocuğuna bir tokat vur bakayım. Ne yapar sana! Ya, Allah kullarına herhangi bir fenalık yapmamıza râzı olur mu? Demek ki, hepimizin sahibi, Allah… Kullarını incitirsek râzı olmaz.
S. – Ama o bizi incitiyor…
Emre – Biz frengili bir adamla bile bile ülfet edersek, bize de frengi bulaşmaz mı? Tedavisi kimden? Yine bir kulu vasıtasiyle. Kiminin tedavisi uzun sürer, kimininki kısa. Fakat merak etmeyin, şu penisilin frengiyi nasıl kökünden kesiyorsa, Allah da öyle sebebler halk eder. Yeter ki, Allah’a teslim ol. Allah’a teslîm olmak çok tatlı şey. Ama teslîm olacağım diye tembellik etmek yok ha! Tembelliğin sonu hırsızlıktır.
Bu hâli anlamak için, aklın büyümesi lâzım. Koca bir ağacı kesersin de onu küçücük bir çöpten aşılarsın; büyüyünce meyva verir. Bu, ancak bir misâl. Bu hâlin ise misâli yok. Evveli aşk, âhiri aşk vesselâm!
***
14.4.1956 da yapılan bir konuşmadan zaptedilebilen notlar:
Emre – Kur’ân her vakit yenidir. “Külle yevmin Hüve fi şe’n!” değil mi? Onun için, Kur’ân’ın sözleri her vakit için tamamdır. Bazı şeyler bugünün hâdiseleri için söylenmiştir. Meselâ Fil vak’ası. Fil, Kâbe’yi yıkabilir mi? O sûreyi tercüme edelim.
– (Elem tere keyf feale rabbûke bi eshâbıfil?) = (Rabbinin, Eshâb’ı Fil’e ne yaptığını görmedin mi?), (Elem yec’al keydehüm fi tadil) = (Rabbin onların hilelerini bozmadı mı?), (Ve ersele aleyhim tayren Ebâbil) = (Onların üzerine Ebâbil kuşları göndermedi mi?)
(Termihim bihicâretin min siccîl) = (Ki o kuşlar onların üzerlerine çamurdan yapılıp ateşte pişmiş taşlar atarak)
(Feceale üm ke asfin me’kül) = (Onları, güvelerin yediği ot yaprağına döndürdüler.)
Kur’ân’ın bu sözlerini bugünün ilmiyle anlamaya çalışırsak, fillerin tank, Ebâbillerin de tayyareler olduğunu görürüz. Hz. Muhammed bugünü de bundan sonra gelecek günlerin hâdiselerini de görmüş, fakat bunları zamanın anlayışına göre söylemiştir… Ebâbillerin attığı taşlara bomba deseydi, kim inanırdı? Birçok memleketler, atılan bombalar yüzünden kurt yemiş yaprağa dönmedi mi?
Zaten zaman diye birşey yok. Uyandığımız gün bizimdir; uyuduğumuz günler bizim mi? Zaman geçti, uyuyoruz; hâlbuki biz zamanın içinden geçiyoruz. Geçirdiğimiz günlerin bir saniyesini bile, bir daha elimize geçirebilir miyiz? İstikbâlimizin ise bir saniyesinden bile haberimiz yok… Mevcûd olan daima bir ândır, ân-ı dâim.
Çok açık konuşulursa terakkiye mâni olur, daha açık konuşursan insanlar donar kalır, alıklaşır. Fakat elif-bâ-sından başlayanlar alıklaşmazlar; onlar hem Hakîkat’e çalışırlar, hem dünyaya. Rahmet olsun, Profesör Ziyâ Yörükân da: (Hakîkati anlayanlar alıklaşıyor.) diyordu. Biz de: (Hayır, alıklaşmaz!) demiştik… Mutlaka bu dünya işlerine de çalışmamız lâzım. Doktorları ele alalım. Bir doktor, birkaç ay bir köşeye çekilip kimseyi görmese, kimseyle konuşmasa, başka şeyler düşünmese, öyle bir hâl zuhûr eder ki, kendi bedenindeki mahlûkatı görür, seslerini işitir; fakat şaşırır kalır, çünkü dillerinden anlamaz. İnsan vücudunda neler yok ki. Fakat bu görüş ona tatlı gelir, doktorluğu bırakır. Hâlbuki beşeriyyete hizmet edebilmesi için, doktorluk da lâzımdır. Tek kanatla uçulmaz: Vahdet de lâzım, kesret de.
Hakîkati hazmedebilmek için ilim, yâni (İrfâniyyet) şarttır… Tam bir aşk kabiliyyeti, eğer ilim olmasa insan dellenir. İlim inkâr edilir mi? Hazreti Ali: (Men allemeni harfen, lekad say yereni abden!) dememiş mi? İlim insanı tabiata mahkûm olmaktan ve ölümden kurtarır.
– Eyvah öyleyse.
Emre – Kurtulacağız.
– Ölümden kurtulma dediğiniz şey âlimlerin ölümsüzlüğü gibi mi?
Emre – Hayır; ölüm diye bir şey yok ki.
– Dünyada o kadar lezzetler var ki sıra, Hakîkat’i anlamağa gelmiyor.
Emre – Zaten o lezzetlerdir mâni olan. Karsantı’da yaşayan bir adam,
Çökelekten başka birşey bilmez. Fakat birgün eline baklava geçerse, bir daha çökelek yer mi?
Ama o lezzetleri de kaldırıp atacak değiliz. Zaman zaman onlardan da tadacağız. Lâkin asıl tatmamız lâzım gelen şey, Hakîkat’tir.
– Hiç tatmasak olmaz mı?
Emre – Tatmasak, ölüyüz demektir:
– Yaşıyoruz ya?
Emre – Yaşıyoruz ama hapisânede yaşıyor gibiyiz. Ana karnında da
yaşamıyor muyduk?
– Demek insanların yüzde doksandokuzu ölü?
Emre – İnşallah hepimiz dirileceğiz. Ümidimizi kesmeyiz. Bize bu lezzeti
veren, (Errâhmannürrâhimîn)dir; kullarını kat’iyyen tefrîk etmez, edemez.
– Bence etmiş.
Emre – Zâlim midir Allah? Size versin de çocuğunuza vermesin, olur mu? Esasen lezzet, ağzımızdadır, herkese verilmiştir. Hazreti Muhammed: “Küllü mevlûdun yûledü âlâ fıtratıl islâm” demiyor mu? Bu söz bize Allah’ın iltimas bilmediğini anlatmak istiyor.
Bu sözler kulağımıza girdi ya, boşa gitmez. Biz ana rahmine düştüğümüz zaman vücudumuz görülüyor muydu? Bu sözler ikrâh gibi gelir amma, zaman zaman bakarsın ki büyümüş tatlanmış. İnsan şaşırır: Ben eskiden neymişim, şimdi neyim!
– Ben bir nakış işlemiştim küçükken; bir levhâydı: “Günâhım çok, sade bir kuru âhım var: Şefâat kânı Muhammed gibi bir şâhım var” diye yazılıydı.
Emre – Gibisi fazla; O sözü söyleyen adamın Hz. Muhammed’e olan mesafesi, o sözü söylediği zaman uzakmış ki (gibi) diyor. İlmin nihayeti, ilim deryâsında fânî olmaktır. Aşk bir denizdir, biz de birer damlayız. Damla olduğumuzu idrâk ettikten sonra, kuruyup mahvolmamak için Deniz’e düşmemiz lâzımdır. Deniz’e düşen damlayı denizden ayırmak mümkün mü? Denizin kuvveti var mıdır ki, o damlayı kendinden ayırsın? Damlanın Deniz’e düştüğü yere “Vâdî-i Cünûn) diyorlar. O zaman damlanın bilgisi, (Bilgi Deryâsı)nda kaybolur; damla orada şaşırır, hayrete düşer. Dirilik, ölümsüzlük dedikleri, budur. Bu hâlin kendine mahsus bir dili olmadığı için, çeşit çeşit söylemişler, çeşit çeşit yazmışlar. Bütün sözler aynı (Nokta)yı tarif ediyor. Muhyiddin-i Arabi de (El’ilmü noktatün keserse helcâhilûn – İlim bir noktadır, onu cahiller çoğaltmışlardır…) diyor. Peki, kendisi niçin o kadar eser yazmış? Avrupalı, Amerikalı âlimler: (Bu adam bu kadar eseri nasıl yazabilmiş? Hiç mi uyumadı, hiç mi yemek yemedi? ) diyorlar. Muhyiddin, (İlim Deryası) yanında kendi aczini, kendi cehâletini anladıktan sonra böyle söylemiş.
– Zümrüdüanka nedir?
Emre – İsmi var, cismi yok diyorlar ama akıl için yok; akıldan cisimden
kurtulmayınca onu göremezsin. Öğrenmek için de, matlaka bir bilene sormak lâzım.
– Karacaoğlan şöyle bir şey söylemiş:
Bilirsin ki bilmezsin,
Bir bilene sormazsın,
Bilirsin ki sorarsan,
Bilirler ki bilmezsin.
Emre – Hayatta en büyük ve en rahat insan, bilmediğini sorandır. Fakat
Yapmak zordur. Yunus Emre:
Kişi kendini bilmezse,
Ha bir kuru emektir.
diyor. İnsanlar kendilerini biliyorlar mı? Hocanım! Sen kendini bileceksin merak etme.