Geçen sayıdaki konuşmanın devamı:
Mikroplar yere düşseler ölmezler; hemen kendilerinden bir sır, bir kap hâsıl olur, onun içinde yaşarlar. Verem mikrobunun kabuk yapma hassası daha çoktur. Kuru yerde yaşar.
İspirto mikropları öldürmez, ancak gevşetir, düşürür. Manevîyyete tamam dayandıysan, sen oldun bir ateş; senin içine mikrop düşer düşmez yanar.
***
Emre – Bazı hâllerimiz vardır ki, (Kâmil)le ülfet etmezsek, o hâlin altında kalırız. Kâmilden uzaklaşır, kendi kendimizle kalırsak, kendimiz, benliğimiz o hâlin yorganı olur. O yorganı yakmak lâzım.
S. – Bu da çok zor.
Emre – Soğuk memleketlerde yorganı yakmak ne kadar zorsa, benliği yakmak da o kadar zordur. Çünkü o soğuğa o yorgan lâzım.
***
16 /10/1955 de zaptedilebilen bazı notlar:
Emre – Bize gelen musîbetler, gamlar, manevîyyetin gıdasıdır… Onlara sabreder, onlardan zevk alırsak, bizim için çok iyi olur. Hazreti Ali: “Allah tatlıyı yasak etmiş!” diyor. Bu sözüyle, işte bu gamları kederleri sevmek icâbettiğini anlatmak istiyor. Hazreti Ali, akla, nefise tatlı geleni sevmiyor, acı gelen şeyleri seviyor. Gam insana acı geldikçe, Allah o kulunu kendine doğru çekiyor demektir… Bakarsın ki, birinin çocuğu ölmüş. O kimse, o ândaki devleti, hiçbir zaman bir daha bulamaz. O esnada ne güzel bir gam, bir hüzün basar. Asıl manevîyyetin gıdası, bu hüzün. Ama bir devre gelir, gıdasını aldıktan sonra gıda istemez… Selim Bey o hâli geçirdiği gün, Allah bir nûr-u ilâhî bastırdı…
Fuzûlî: “Gamın hepsini verme ki tükenmesin; ilâ-nihâye ver…” diyor.
Nefsin sevmediği şeylerin hepsi gam… Nefis neleri istiyorsa, onlar kendine düşman.
Aslına bakarsan; hîç! Evlât da hîç, devlet de hîç, ben de hîç, sen de hîç, hepimiz de hîç’iz. Ne diyordu Saim Ali Dilemre, mektubunda?
– (Dünya hîç, kâr-ı dünya heme hîç; ey hîç! Barây-ı hîç mepiç!) diyordu.
Emre – Amma, bu “hîç”in içinde öyle bir devlet var ki… Bu hîç
dediğimiz insana, aslına kavuşma devleti verilmiştir. Eğer insanoğlu bu kabiliyetinden istifâde etmezse hakîkaten hîç olur gider.
Akıl, her şeyin hîç olduğuna tamamen inandıktan sonra, öyle bir zevka düşer ki… Ondan sonrası ölümsüz bir âlem; ondan sonraki lezzet; bitmez tükenmez aralıksız, kesâfetsiz.
Akıl, oraya varmadan, tâlim ediyor; yaptığı şeyler, düşündükleri tâlim gibi bir şey.
***
S. – Kabristandaki taşlar üzerindeki ismin ne lüzumu var? Orası isimsiz bir yer olmalı.
Emre – Bizim içindir o isimler. Yâni o mezar taşı bize diyor ki: (Nerede şimdi o büyük adam? Hîç oldu. Ne kadar büyük olursan ol, sen de bir gün böyle olacaksın…)
S. – Fakat hoş bir âlem mezarlık.
Emre – Ben de çocukluğumdan beri severim. Kabristana gidince, insana bir hîçlik çöker; gafletsiz bir gaflet sarar, aklında hiçbir şey kalmaz, bir boşluğa doğru gidersin; ne arzu, ne emel, ne kötülük, ne ihânet…
Zaten gözü açık olanlara her şey bir âyinedir. Kabristan da; “hîçlik âyinesi”. Esasına bakarsan, zaten bizim bir varlığımız yok! Yok amma, yok var; var da yok. Konuşan, gören biz miyiz? Bu vücut bir elbise, buna benim! diyen, onun içinde hapsolmuştur, esirdir.
İnsan, varlıksız var. Varlığı yok; ama var.
Şu hayret hâli zuhûr edince hiçbir varlık kalmadı. Ama ne kadar tatlı bu hayret âlemi… Akıl değil, aklın arkasındaki bir kudret anlıyor. Anlayınca hayrete düşüyor.
Hayret hâli de o (Kudret)in perdesidir; fakat ona çok yakın olan bir perde.
Gözün görme kudreti sağlam olursa, gözümüzü kapatsak bile, güneşin nerede olduğunu hissederiz; fakat kör, gözünü açsa bile güneşin nerede olduğunu bilemez. İşte şimdi, gözü sağlam, fakat kapalı insanların hissiyyeti gibi bir hissiyyet geldi bize. Zaman zaman, gözümüzü açacağız.
S. – Bir kitapta: (Gel, gel Eymen vâdîsine gel de, ağaç bile sana: “Ben Allah’ım!” desin) diye bir şey okudum. Eymen’den kasdı ne?
Emre – Eymen ne demek?
– Sağ demek, sol mukabili sağ.
Emre – Sol kelimesi kötü, ters, aksi mânâlarına kullanılır ya; yâni nefsin fiillerini bırak, ahlâk-ı hamîde yolunu tut demek istiyor.
Ağaç, insana ne tanrılık yapabilir ki?
Çocukluğumda vâizlerden işitirdim: Kadir gecesi insan sabaha kadar uyumazsa, ağaçların secde ettiğini görürmüş, derlerdi. Ben de Kadir gecelerini hiç kaçırmazdım. Damın çakır çukur toprağı üzerinde diz çökerdim, dizim ağrısın da uykum gelmesin diye. Hakîkaten de sabaha kadar uyumazdım. Fakat ağaçların secde ettiklerini görmedim. Kadir gecesinden sonra bir hafta dizlerim ağrırdı.
Ağaçtan murad, insandır. Kur’ân’da da insan ağaca benzetilmiyor mu? “Hu-şübün müsennede” gibi. Kur’ân’daki (Necm), (Şecer) kelimelerinden maksat da yine insandır. Necm, insanın gözleridir. Mısrî Niyazî de öyle söylüyor yâ:
Sûre-i Necm’i oku,
Anlagıl vahy-ı Hakkı.
Bilesin ol Mustafâ,
Nefesidir bir kâmilin.
Buradaki nefesten maksat, üfürmek değil konuşmaktır (Ve nefahtü fihî min rûhi!) âyetinin sırrı zâhir olur. Üfürmeden, ağızdan söz çıkar mı? Onun sözünden, gözünden gıda ala ala bir gün bakarız ki… Çocuk, birdenbire büyür ve söz anlar mı? Biz de, büyüdükçe bir devreye düşeriz ki, vay! Neymiş o benlik? Oh! Çok şükür ki şu benlikten kurtulduk deriz. Ağırlık gider, yerine bir hafiflik gelir ki… İşte rûh. Rûhun ağırlığı olur mu? Öyle bir rûh ki, benliksiz ben. Şu lâmbanın yanına bir lâmba daha yaksak, bu iki lâmbanın ışıkları birbirinden ayrılır mı? Binlerce lâmba yansa, biz ışığa bakarız. Senin ışığın, benim ışığım olur mu? İşte bir dirilik ki tarifi mümkün değil. Benlik nereye gitti o vakit? Hele ki gitti…
S. – Ölen, bu âlemden gittiğini bilir mi?
Emre – Her ölen bilmez. Bilenler bilir.
Bir devre gelecek ki anne, baba, evlât sevgisi kalmayacak; o vakit Nuran’ı daha tatlı bir sevgiyle seveceksiniz. Bu acı duymalar, onun kesâfetini gözümüzde canlandırıp durduğumuzdan… Lâtif tarafına karışınca, böyle bir şey yok. Nuran da sizsiniz, siz de sizsiniz. O sizden ayrıldığı gibi, yine de sizde. Ve size de en hayırlı evlât. Size çok yardım etti… Çektiği hastalıklar ve emekler hem kendisi içindi, hem de sizin için. Hazreti Îsâ gibi, aklında evlenmek gibi birşey gezdirmeden bir nûrâniyyet âlemine gitti ve çekip duruyor.
Şimdi Nuran’ı düşünürken aklımızda birşey kaldı mı? Bizi diri tutan Kudret’le aramızda bu ân sadece bir perde kaldı: İdrâk, bir idrâk.
Niyazî’nin o şiiri, (Hak yolunun rehberi nefesidir bir Kâmilin – Dil tahtının serveri nefesidir bir Kâmilin) diye başlıyor.
Hakîkaten, Hak yolunun rehberi bir Kâmilin nefesi, yâni konuşmasıdır; okuyup üflemesi değil. Gönül tahtının serveri de o; biz de onu gönül tahtımıza oturtabilsek.
Niyazî devam ediyor:
Nefsini mât eyliyen,
Def’i memât eyliyen,
Nefh-i hayat eyliyen,
Nefesidir bir kâmilin.
Nefsi mât ettikten sonra, memât kalır mı? Bize, Âdem’e secde etmeyi emretmediler mi? Ama Âdem’in vücuduna mı? Hayır. İşte bunun için Niyazî bize:
İsteyü git Âdem’i.
Âdemde bul Âdem’i,
Sırr-ı (…Nefahtü) demi,
Nefesidir bir kâmilin.
diyor.
Rûhulkudüs’ün demi,
Âdemde iste anı;
O imiş gönlün canı,
Nefesidir bir kâmil’in.
Mukaddes rûh’un zamanını veya nefesini insanda ara, demek istiyor.
Mâaye-i Zât denilen,
Feyz-i necât denilen,
Âbıhayat denilen:
Nefesidir bir kâmil’in.
Hamur mayasını hangi hamura koysak, onu kendisine çevirmez mi? Bir zaman sonra, o hamur da tüm maya olmaz mı? Kâmil de öyle bir Allah mayasıymış. Niyazî’nin âbıhayat dediği şey, su değil, kâmilin sözleridir. Âbıhayat kulakla içilir. İnsan bu sözleri dinler de ayıkırsa, bir daha ölmez, ölmemek sırrını öğrenir.