15 Eylül 1956 | Sayı: 156

01 Ekim 1956 | Sayı: 157
01 Eylül 1956 | Sayı: 155

17.7 1956 da yapılan bir konuşmadan zaptedilebilen notlar:

S. – (Suali soran zat; elindeki kitaptan şu cümleyi okudu ve bunun izahını istedi): “Zât-ı Hakk’ın o âlemden tenezzülü, buna muzâf ve lâyik olan mesabeye muhabbetidir ki, buna “aşk” da denir.” Bunu izah eder misiniz?

Emre – Meselâ, sizi sevmesek, buraya gelir miydik? Geldik ki, sevdirelim. O inişi unut, şimdiye bakalım: İşte yukardan aşağıya indik. Sevmeseydik inmezdik. Sevmek ve sevdirmek için indik. Eğer sevdiremezsek, mesele yine anlaşılmadı demektir.

S. – İnsana bazan şüpheler, zındıklıklar geliyor.

Emre – Bunlar olmasa, olmaz.

S. – Sevgi kabiliyyeti noksan, sevdirmeli.

Emre – Çalışıyoruz ya… Niye indik aşağıya? Başka işimiz yok muydu? Vardı; fakat sizi tercih ederek geldik. Sevmesek gelmezdik. Yolda ne kadar yalvaranlar oldu… Kimi çay içirmek, kimi konuşmak istedi; onları bıraktık kaçtık; seni sevmek için.

Burada bir şey var ki: Allah her şeye kadir ve hâkim ama, emrine mahkûm. Bizleri yaratırken, istediğimiz şeyi yapabilmemiz için bize irâdeyi “cüz” olarak verdi. Verdiği bu irâdeyi elimizden almaz ve alamaz. Onun için, O bizi sevdiği gibi, biz de cüz irâdemizi kullanarak onu seveceğiz.

S. – Bu kitapta bunun aksini yazıyor.

Emre – Aksini yazıyorsa, yanlış!

S. – “Her şey ondan!” diyor kitap.

Emre – İnsanda benlik varsa “her şey ondan!” değil.

S. – Ben bu işi kavrıyamıyorum. Allah’ın izni olmadan, sinek kanadını kıpırdatabilir mi?

Emre – Ama, kımıldat! demiş ki sinek uçuyor. Sineğin kanadını kımıldatması, irâdenin kendi elinde olduğunu isbat eder. Bu irâdeyi de Allah vermiştir. Sonra da: “Ölmeden evvel ölün!” diyor. Bunun mânâsı da. “Cüz irâdenizi bana teslim edin!” demektir. Kolay olsaydı ben kat’iyyen kıymet vermezdim… Zorlaştıkça aşkım arttı; İrâdemin ölmesini istedim. Ne kıymeti olurdu, eğer benim küçücük aklım “Deryâ-yı Ahadiyyet”i istilâb etseydi? Onda kayboldu da kurtuldu. Hep böyle yapmamız lâzım?

S. – Bunu nasıl yapalım? Çok zor.

Emre – Hele ki zor. Bu iş, çok emek istiyor, çok aşk istiyor.

Ülfet ettiğimiz zamanki hâlinle şimdiki hâlini bir ölç. Evvelce nasıldın, şimdi nasıl? Bazı bazı ölçüyor musun?

S. – Evet.

Emre – Nasıl?

S. – Efendim, aşk bitmiş değil. Gece gündüz uğraşıyoruz. Amma, ülfet için imkânsızlıklar oluyor. O zamanlar toplanıp da konuşacağız diye sevinirdik.

Emre – Develi’nin bazı hâlleri hatırımda kalır:

Kanûnu Medenî ile tekkeler kapanınca, kendisi Namrun’a gitmişti… Üç sene yaz kış orada kaldı, Tarsus’a inmedi. Hâlbuki tarîkat, şeyhlik diye bir şey bilmezdi. O zaman öyle icabetmiş ki öyle yapmış. Hattâ bazı arkadaşlar, tekkeler kapanmadan evvel: “Para toplayalım da, bir tekke yapalım.” derlerdi de: “Oğlum tekke bizim gönlümüz…” derdi.

Birgün, hem de bir kış günü Namrun’dan gelmiş. Öyle bir üşümüş ki… Oturuyor. Derken arkadaşlardan biri nasılsa: “Efendim, ben âşıkım…” dedi. Develioğlu bunun sözüne başladı gülmeye; “Âşık siz misiniz, ben miyim? Şu hâlime bak… Bu ihtiyar hâlimle beni ta oradan buraya getiren şey, benim size olan aşkımdır… Siz Namrun’a gelemiyorsunuz; ben her şeyi bırakarak geldim. Âşık kimmiş bakalım, siz mi, ben mi?” Baktım, âşık, kendisiydi hakîkaten.

S. – Bâzan akıl: (Yak şu kitapları.. Milyonlarca, milyarlarca insanın hepsi kendini kurtarmış mı? Sen de bunlardan biri ol!) diyor. Böyle ân’larım oluyor. Çünkü uğraşmalarımızı bir neticeye bağlayamıyoruz. Hâlbuki bir insan, mücadelesinin neticesini almak ister. Alamayınca bir tuhaf oluyor…

Emre – Kolay değil.

S. – Bütün insanlar kendilerini kurtarmışlar mı?

Emre – Kurtaran da olmuş, kurtaramayan da.

S. – Böyle söylüyoruz ama, arkasından, bu fikirden de cayıyoruz.

Emre – Dedik ya: Herkesin irâdesi Allah’tan ayrılmıştır. Her insan, istediğini yapabilir; kimse birşey diyemez.

Şimdi biz burada otururken bir adam gelse de birini öldürse, bu öldürme hâdisesinden bir mesuliyet zuhûr eder. Yani katili de öldürmek isterler. Onu mahkemeye verir, neticede asarlar. Peki, ya katil kendi kendini öldürürse? Kimse birşey diyebilir mi? Diyemez. Çünkü katilin irâdesi kendi elindedir.

Bu mesele de aynen böyledir; irâdemizi iyiye, veya fenaya kullanmak elimizdedir.

S. – Namaz kılıp oruç tutanlar, şahsım itibâriyle benden iyi. Onlar: “Bu yol beni Cennet-i Alâ’ya götürecek!” diyerek, bir kalb huzuruna kavuşuyorlar… Hiç olmazsa, “Nedir bu hâl?” diye kafa patlatmıyorlar?

Emre – Patlatsalar iyi. Taş patlamaz… Ama bazı kıymetli taşlar var ki onlar patlarlar. Bazı yüzük taşları, elmaslar, büyük, sert taşların içindedir. Yetişince taşı patlatır ve o esnada, karşıkarşıya geldiği şeyin resmini çeker. Patlayan da taş, patlatan da.

İnsanların başları da taşa benzemez mi? Rumlar, birbirlerine kızdılar mı, “ Kefalosu mermeros!” derler. Yâni “Başın taş gibi! “ demek. Ama bizim başımız taş gibi başlardan değil. Biz ille bu başımızı patlatıp, içindeki cevheri çıkaracağız. Çünkü nasıl olsa, başımız birgün ayaklar altında kalıp patlayacak. İyisi mi, biz patlatalım. Bakalım içinden ne çıkacak?

S. – Bütün tasavvufçular, eserlerinde hakîkati açıkça söylemiyorlar. Tasavvuf kültürü olmayanlar, bu eserleri anlayamazlar.

Emre – Eee. Tabi. Bu dile kuşdili diyorlar. Attâr’ın eserinin ismi “Mantıkuttayr” değil mi? Yâni “Kuş Dili”. Onun için herkes anlayamaz. Biz sizin kitaplarınızı okursak, anlar mıyız?

S. – Tâlimat verir gibi: “Şunu yapın! Bunu yapın! deyin.

Emre – Bu hâlin, askerlikteki gibi emirle yapılacak bir tarafı yok… Kesdirim olarak “Şöyle yap!” da denmez. Gösteren, Âdem’den beri gösterip duruyor. Görecek olanda kabiliyet olmalı. O Varlık, Mûsâ’nın karşısında olduğu halde, Mûsâ bunu idrâk edemedi de, karşısındaki o “Varlığa”: “Erini = Bana görün!” dedi. O da Mûsâ’ya: “Sen beni hiç göremezsin!” cevabını verdi: Hâlbuki Mûsâ bir peygamberdi.

Bizim peygamberimiz Allah’a: “Erini” dedi mi? O Allah’ı doğrudan doğruya gördü. Zâten Mûsâ’da görme kabiliyeti olsaydı, Hz. Muhammed’in gelmesine lüzum kalmazdı.

Biz Hz. Muhammed’den sonra geldik ve onun ümmetiyiz. Mûsâ ümmeti değiliz. Bunun için biz “erini” demeyeceğiz. Ümidimizi de kesmeyeceğiz.

(Konuşma ile ilgili 1. Doğuş kitabının 272 Numaralı Doğuşu:)

“Vettîni! Vezzeytûni!..”
O evde buldum seni;
Ben zor ile anladım,
Bu sözleri diyeni.

Böyle “Belde” bellendi,
Aşka yanan dillendi;
Bu hâllere düşünce,
Muhammed böyle dedi.

Hâl, ateşten parladı,
Gayet tatlıdır tadı…
Söyledi binbir isim,
Yâr’a ad bulamadı.

Adı yoktur o Yârın.
O görünmez diyarın;
Siz varlıktan hep geçin,
O ele öyle varın.

Mesîh hiç varamadı,
Canı kurtaramadı,
İğnenin yarasına,
İlâcı saramadı.

Mûsâ da çok çalıştı,
Ateşlere karıştı;
Sefil (Emre) yanınca
Güzel ile barıştı.

S. – Bazan hoş oluyorum, bazan da çok fena.

Emre – Kur’ân’da “Sümme keferû, sümme âmenû” deniliyor ya… Kendi hâlini söylüyor.

S. – Ben böyleyim vallâhi… Bazan göğe, yıldızlara, bazan da yere, ağaçlara bakıyorum. Çok hoş oluyorum.

Emre – Ağaçlara bakma, insanlara bak.

S. – Her şeyi seviyorum.

Emre – Her şeyi, “Bir” şey yapmağa çalış. Birbirimize bakarken vücudumuzun her yerine bakıyor muyuz? Hayır, yalnız gözümüze bakıyoruz.

S. – Bundan ne çıkar? Sabahtan akşama kadar bakalım, ne çıkar sanki?

Emre – Sevgi çıkar.

S. – Bazı insanlar çok fena; onlara nasıl bakayım?

Emre – Her insana bakma. İnsanların hâllerine bak; hangisinin hâli kâmilse ona bak. Bütün insanlara bakarsak, hoşumuza gidenler olduğu gibi, gitmeyenler de olacak. Hoşumuza gitmeyen kimselerin ise mutlaka kabahatlerini görüp söyleyeceğiz.

Tasavvuf kitapları Hakîkat’ı aramak için “Herkese bak.” diyor mu?

S. – Âdem’e gel, Âdem’e diyor.

Emre – Ha şöyle.

S. – Allah ervaha “Elestü birrabbikûm? = Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” demiş. Onlar da: “Belî = Evet” demişler. Bu söz, durmadan deniyormuş. Bu, bunnan biter iş mi?

Emre – Bunnan ekilir, sonra biter. Fakat sulamak, dibini kazımak lâzım ki büyüsün. Hangi ağaç ekilir ekilmez meyvesini verir?

S. – Hakîkati öğrenmek için Develi’ye giden kaç kişi vardı?

Emre – 5 – 600 kişi vardı?

S. – Bunların kaçı yetişti?

Emre – Bunları düşünme. Aklına böyle şeyler geldi mi, eline bir (sopa=asa) al, onları kovala. Ben küçükken bir şey söylerlerdi, aklımda kalmış.

Âşık isen bir gül yeter, kokmağa.
Hoyrat isen gir bahçeye yıkmağa.

Bu münasebetle şu doğuşu takdim ediyoruz: 2. Kitap 548 nolu Doğuş:

Bugün yine yandım, dumanım tüter,
Bir virâne oldum, baykuşlar öter;
Gönül! sever isen, sevme ölüyü,
Âşıklara sevgi, bir tâne yeter.

Sevdiğin bir varlık, olmasın mundar,
Başına dünyâyı, gelir, eder dar;
Kaçarsan cihandan, yetişir, tutar;
Âşıklara sevgi, bir tâne yeter.

Eğer lâzım ise, sana bir mürşit,
Onun gönlü bir renk; bulunmaz çeşit;
Ver iki kulağı, sözünü işit:
Âşıklara sevgi, bir tâne yeter.

Onun gözlerinden, Hak, eder zuhûr,
Gönlü deryâ gibi, her şey bulunur;
İçinden fışkırır, her yüzlere nur;
Âşıklara sevgi, bir tâne yeter.

Akıllar ermedik devlet, Ondadır,
Yüzüne bakana himmet, Ondadır;
Saltanat sâhibi Kudret, Ondadır;
Âşıklara sevgi, bir tâne yeter.

Orada bulunur, dörtyüz peygamber,
Alır, verir dâim, varana, haber;
Hepsinin başı, sâde bir Dilber;
Âşıklara sevgi, bir tâne yeter.

(Emre)! o sevdiğin, ölmüştür, ölmez.
Allahussameddir, yere bükülmez,
Yüzünü görmeyen, cihanda gülmez;
Âşıklara sevgi bir tâne yeter.

20.8.1956 Saat: 08.40
Zapteden: Neş’e Kayalıyük, G.Antep

S. – Neler söylüyorum, söylemeye gelince… Fakat kendimi yokluyorum, vallahi bende bir şey yok.

Emre – İşte ilmin nihayetini bulmuşsun.

S. – Ama sizin yanınızda söyleyemiyoruz.

Emre – İnsan kendi kendiyle açıktan konuşmaz, gizli konuşur; yâni konuştuğunu kimse duymaz.