Emre’nin konuşmasından bazı notlar:
Emre – Felâket birdenbire gelir, şiddetlidir; sükûnet yavaş yavaş gelir; çocuğun büyümesi gibi.
S. – Rüyâda diş çektirmek ölüm derler.
Emre – Hakîkat rüyâ ile ölçülmez. Câfer-i Sâdık, kendi müşâhedelerini “Tâbirnâme” adı altında toplamıştır.
S. – Bâzan oluyor.
Emre – İnsan, sevdiği kimsenin her hâlini rüyâda görebilir. Bu müşâhedeyi uyumadan yapanlar da vardır. Fakat onlar, işi Allah’a bırakırlar; olmuşa da olacağa da karışmazlar.
Rüyâyı hayr’a yormalı, fenaya hükmetmemeli.
Kur’ân’da “Yûsuf, rüyâmda onbir yıldızın bana secde ettiklerini gördüm…” diyor. Yıldız deyince, gökteki yıldızları zannediyorlar. Hâlbuki onların ne kudreti var ki. Asıl kudreti olan yıldızlar yerdeki yıldızlardır; yâni insanların gözleridir. Bu yıldızlar, severek, kızarak hased ederek secde ederler.
S. – Sâtı Bey, konuşmalarınızı çok seviyormuş; fakat doğuşları o kadar vâzıh bilmiyormuş, iyi anlayamıyormuş.
Emre – Allah, sözlerini aşkla ve nazmen söyler… Onu anlamak için de, aşka temas etmek lâzımdır. Ne işitiyorsak işittiğimiz tamam da, bizim anlayışımız nâkıs. Hakîkat duyduğumuz gibidir amma, bildiğimiz gibi değil. Herkesin gördüğü gibi, fakat görüldüğü gibi değil.
S. – Tasavvufî şiirleri lisedeyken anlıyoruz zannederdik.
Emre – O günkü anlayışımız tamamdı. Fakat tahsîlimiz arttıkça anlayış değişti.
Şiirler, bilhassa doğuşlar şerhe muhtaçtır; şerhedilmeden anlaşılmaz.
Bir Profesör, Yusuf Ziyâ Yörükan “Yunus Emre’yi belki kırk sefer okudum, biraz anlayabildim. Şiirleri okuyan, şâirin kendisi olmadan, onları gerçek mânâlariyle anlayamaz…” diyordu. Çok doğru.
S. – Kur’ân âyetlerini de gerçek mânâsıyla anlayamadıkları için mânâ vermekte ihtilâfa düşenler var.
Emre – Şu karşıdaki lokomotifi görmek için yanına varmak lâzımdır… Varmak, görmek de kâfi değildir. O makiniste hizmet etmeli ki, o bize makinenin her şeyini öğretsin. Hz. Muhammed’in sözleri de böyledir.
S. – Bâzı insanlar okuyorlar, hoşlanıyorlar amma, yine de anlamıyorlar.
Emre – Dişi olmayan bir adam cevizden hoşlanır amma, cevizi yiyebilir mi?
Hazmedemeyecek kimselere söylenen Hakîkat sözleri hatadır amma, hazmedemeyene göre hatadır.
Hoca’nın biri câmide Sırât’ı anlatırmış. “Sırât, cehennemin üstündedir; kıldan ince, kılıçtan keskindir!” dermiş. Arnavut’un canı sıkılıyor; “Hadi ben geçtim; ya bizim at nasıl geçecek?” diyor; çünkü ata meraklıymış; canı sıkılıyor. Tabancayı çekiyor hocaya: “Aç ağzını!” diyor. “Niye?” “Şu Sırât’ı genişler; yoksa…” deyince hoca tehlikeyi anlıyor: “Yok öyle değil, Sırat köprüsünün iki tarafında trabzanlar var; köprü de çok geniş!” diyor. Herif: “Hâ şöyle bre mori!..” diyor. Onun anlayışı ve arzusu öyle. Herkese “Hakîkatî birdenbire söylemek doğru değil.
“Kaç dil biliyorsan, o kadar insansın.” derler. Herkesle ayrı ayrı, onların anlayacağı şekilde tevâzu ile konuşursak o kadar insanız, o derece insanız…
Dev masallarında bir yer gelir ki, “Atın önünde et, itin önünde ot vardır. Otu atın önüne, eti de itin önüne koy. Onlar bunları yemekle meşgul olurken sen o hayvanların beklediği geçitten çabucak geçer, kurtulursun!” derler. İşte bu hâlleri anlatmak istemişler. Söyleyenler, misâl olarak söylemişler. Yoksa insanları ata, ite, hayvana benzetmek istemezler. Zâten hayvan demek “canlı” demek. Cehâlet, dev’e benzer. Otu da, eti de ehline vermek lâzım.
Vücuda türlü arzu bağlariyle bağlı olan bir kimseye rûhtan bahsedilir mi? Onun için Allah, Hz. Muhammed’e: “Sana rûhtan sorarlarsa, söyleme, rûhtan bahsetme!” diyor.
S. – “Yalnızlık Allah’a mahsûstur”, derler; acaba zor mudur efendim?
Emre – Akıl başta iken zor; fakat Allah’ta fânî olunca kolay.
S. – Allah’ta fânî olmak ne kadar zor…
Emre – Allah’ta fânî olma zorluğu şuna benziyor; şu çocuğa (Galip Mansuroğlu’nun çocuğu Kâmil’e) “birdenbire büyü!” demek gibi. Zaman gelir, bakarsın ki Kâmil büyüyüvermiş.
S. – Yıldızlarda insan var mıdır?
Emre – Yoktur. Hayat vardır; insana benzer canavarlar, hayvanlar çoktur; fakat bu mahlûklarda şuur yoktur, bu bilgi yoktur.
S. – Hâlbuki birçok yazılarda ve eserlerde, yıldızlardaki medeniyetlerin buradakilerden üstün olduğu iddia olunuyor.
Emre – Hep hayâl! Şu camdan öteyi gözümüz görüyor; fakat kafamız camdan öteye geçebilir mi? Felekleri de böylece geçemeyiz. Küreler ne kadar süratle dönüyorlar. Onların etrafında öyle sert hava tabakaları var ki.
S. – Saffet hiç gün görmedi, tam faydalı olacağı sırada öldü. (1)
Emre – Onun orada va’desi yetmiş… Çalışması boğazı için değil miydi? Mustafa Özgür’ün (2) emeği nereye gitti? Hiç kimse istediğini yaparak gitmemiştir bu âlemden. Hep Allah’ın istediği olmuştur. Hakîkatte ne sen, ne ben, ne Saffet var. Birbirimizi ayrı varlıklar olarak görüşümüz aklımızdandır.
S. – Bizi ne diye yarattı?
Emre – Sevmek için.
S. – Okuyup üfleme nedir?
Emre – Talebe, ilim örtüsüdür. Öğretmenler okur, talebeye üfürürler, yâni dersi anlatırlar. Öğretmenlerin söyledikleri söz de bir çeşit üfürmedir; o da hava vasıtasiyle çıkmıyor mu? Okuyup üfürmeyi bu mânâda söylemişlerdir. Üfürme böyle olursa, yâni kulağa girerse, üfürülen dirilir, cehâlet ölümünden kurtulur.
S. – Siz mucize yapacakmışsınız; öyle söylüyorlar.
Emre – Biz böyle bir şey bilmeyiz.
Allah’ın en büyük mucizesi sizlersiniz. Biz ancak Allah’ın yaptığını yaparız.
S. – Ölüm çok acı.
Emre – Gam, insana aczini bildirir. İnsan, Allah’a aczini bilerek yaklaşır, ölüm de bir gamdır. Ölen ve ölüm karşısında ümitsiz kalırız. Bu ümitsizlik bizi acze götürür, o da Allah’a.
S. – Bazı gece rûhlar gelir, evleri ziyaret ederlermiş?
Emre – Allah, Hz. Muhammed’e “Rûhlardan bahsetme!” diyor, bizim hocalarsa hep rûhtan bahsediyorlar “filân gün gelir, filân gün gider…” diye.
S. – Hz. Muhammed’in ve eski Yunus Emre’nin ümmî olduklarına inanmayanlar var.
Emre – Hz. Muhammed’in ve Yunus’un ümmî olduğunu kabul etmeyenler, Allah’ın kudretine inanmıyorlar demektir. Çünkü Allah istese, bir taşa bile söz söyletebilir.
Galip Mansuroğlu’nun, ihtisasını yapmaktayken vefat eden genç kardeşi Dr. Saffet Mansuroğlu.
(2) Mustafa Özgür Adana’nın zenginlerindendir.