18.2.1956 da yapılmış bir konuşmadan notlar:
S. – Namazı mihâniki olarak kılmak mı iyi, yoksa mânâsını anlıyarak mı?
Emre – Tabii anlıyarak. Namazın mânâsı okunan âyetlerdir. Maksat, bu olmasaydı “yatın, yatın, kalkın” derdi? Fakat namazı veya İslâmiyeti Araplar anlıyor mu sanki.. Kur’ân’ı anlasa, onlar anlardı.
S. – Bir zaman “Kur’ân Arapça değil, Rabça” demiştiniz.
Emre – Evet, Kur’ân Arapça değil, Rab’çadır. Onun için tasavvuf diline “mantık-üt-tayr” diyorlar ya. Yâni kuş dili. Araplar da anlıyamaz Kur’ân’ı.. Onlar İslâmiyet’in dışında kabuğundadırlar; kürdün namazı gibi: Eskiden Adana’ya çalışmaya çok kürt gelirdi. Çalışır, sonbaharda memlekete giderlerdi. Yüklerini taşısın diye iki üç kişi bir olur, bir merkep satın alırlardı. Sabahleyin bak ki, köprü bunları almaz. Kafile halinde giderlerdi. Misis’in beri tarafında Üçdutlar diye bir yer vardı. Dutlar, siyah dut verirdi. Bir kuyu vardı, yüksek curunu vardı. Kürtler orada yorgunluk alırlardı. Oraya kafile kafile gelir, kafile kafile giderlerdi.
Kürdün biri oraya hemşerilerinden geç gitmiş. O, Üçdutlar’a vardığı zaman arkadaşları yola çıkmışlar. Yorgunluğunu gidermek istese, onlardan geri kalacak. Kafileye katılmaya karar veriyor ama, bir taraftan da namazı geçiyor. Çabuk kılabilmek için elini kulağına götürüyor, “Allahû Ekber! Çar farz, çar sünnet, dü sünneti müekkede. Hüdâ gabul büke!” deyip yola çıkmaya hazırlanırken gökten bir ses geliyor: “Ez kabul nâke!” yâni “Kabul etmem!” Meğerse bir çocuk, dut ağaçlarından birine dut yemeye çıkmış. Kürdün alelacele dört farz, dört sünnet, iki de sünneti müekkede. Yârabbi kabul et!” demesine karşılık “Ez kabul nâke!=Kabul etmem!” diyor. Kürt esasen Allah’ı gökte biliyor ya, “Eyvâh, Allah namazımı kabul etmedi!” diyor; tekrar tekbîr getiriyor, tekrar “çar farz, çar sünnet, dü sünneti müekkede. Hûda gabul büke!” diyor. Bir üçüncü defa namazı tekrarlamaya başlıyor ama, kafile de bir hayli uzaklaşıyor, kürdün çar farz, çar sünnetine çocuk yine “ez kabul nâke!” deyince kürdün canı sıkılıyor: “İster gabul büke, ister gabul nâke..” deyip yola düşüyor.
İşte onların Müslümanlığı da buna benziyor.
S. – Sâdî insan için “Bir damla kan, bin endişe.” Diyor.
Emre – Hı’! Bir damla kan, bin endişe olan, “İnsan” değil, “beşer”dir. İnsan, ne bir damla kan, ne de bir zerre endişedir. Kanın, gamın, endişenin üstüne çıkmıyan insan insan değildir. Endişe insanlara da gelir ama onlar bunun içinden çabucak çıkarlar yahut gamın üstüne çıkarlar.
Anadan doğan her varlık bir mahlûktur; fakat ancak ikinci anadan doğan kimse, insandır. Ten Meryeminden doğan, insan olur. Hz. Îsâ, vücud çarmıhından kurtulmadıkça göğe çıkamamış. Hangimiz vücut çarmıhından kurtulduk? Bu vücuttan aklen çıkıp onu terk etmedikçe diriliğimizi bilemeyiz. İnsan, göğdeden çıkmadıkça göğe çıkamaz. Ama tayyarelerin uçtuğu göğe değil hâ.. İnsanı kurtaracak yegâne ilâç aşk ve tefekkürdür.
***
S. – Size “Efendi” diyorlar. Buna ne lüzum var?
Emre – Maalesef öyle diyorlar. Elimden gelse men’ederim.. Bu söz bana çok ağır geliyor. Çünkü “Efendi” deyince, sizin aranızdan ayrılmış, seçilmişim gibi geliyor. Şeyhlik, dervişlik hissi veriyor bu kelime. Şeyhlik, dervişlik bizim için bir lekedir.
Benim adım “İsmail”. Bizim hanım beni “bak hele!” diye çağırır.
***
Emre – Tapmanın özü, esası sevmedir. Mevlâ’yı da sevgiyle buluruz, belâyı da. Onun için seveceğimiz kimseyi iyi ta’yîn etmeli. Çünkü sevgi, sevdiğimiz kimsenin ahlâkını bölüşmek demektir. Ekşi ile tatlıyı birbirine karıştırırsak hangisi kuvvetli ise o galip gelir.
Her ahlâkın, kendine göre bir kemâlâtı vardır. Bir adam iyi olabilir ama iyilikte tam bir kemâle gelmemişse kötülükte kâmil olan biri, kendini mağlûb edebilir.
Medeni bir adam hırsızlık yapar mı? Çocuk, mektepten çaldığı bir şeyi evine götürdüğü zaman, evde onu dövseler, bir daha yapmaz.
Ayşe’nin (1) bu huyunu beğenirim: Birgün eve gittim ki, çocuklardan birinin elini kızgın şişle yakıyor. Çocuk korkusundan altına yapmış. “Ne yaptı?” dedim; “Komşuların bağından badem almış..” “Öyleyse ötekini de yak!” dedim. Çocuk uzaklaştıktan sonra “Yâhu dedim, böyle mi yapılır? Evvelâ tenbih et; sonra, bir daha yaparsa, yak!” Fakat, çocuk bu korkuyu hiç unutabilir mi?
Vaktiyle birisi hırsızlık yaparmış. Birgün yakalanıyor. Tenbih edip bırakıyorlar. O devrin âdeti, üçüncü defa da hırsızlık yapanları asarlarmış. Bu adam da tenbihten anlamıyor; üçüncü hırsızlığında yakalanıyor. Artık adamı asacaklar; “son arzun ne?” diye soruyorlar. “Son arzum annemi görmektir..” diyor. Annesini getiriyorlar. Kadın oğlu için ağlayıp feryad ediyor. Çocuk: “Anne, uzat da dilini öpeyim” diyor. Kadın: “Peki oğlum” deyip dilini uzatıyor. Çocuk, anasının dilini “hart!” diye ısırıyor, koparıp yere tükürüyor. Kadın ağzı kanlar içinde bağıra bağıra kaçıyor. Çocuk: “Oh çok şükür; hadi şimdi beni asın!” diyor. Herkes şaşırıyor. Soruyorlar: “Niçin böyle yaptın?” “Benim idamıma sebep olan şey, bu et parçasıydı: Birgün komşuların pinesinden (2) bir yumurta çalmıştım. Bana “Amma iyi etmişsin..” dedi, beni bu işe teşvik etti. Derken tavuk, at, herşey çalmaya başladım. Beni hırsız eden bu kadındır; ben de ondan intikamımı aldım!” diyor. Adamı affediyorlar.
İlle ana terbiyesi…
(1) Emre’nin hanımı
(2) Pine: Tavuk kümesi.
S. – Birisi “Hz. Muhammed vücûdu ile mirâc etti.” Diyor.
Emre – Vaktiyle bir kürt buralarda askerlik yapmış. Terhis olup
memleketine giderken birkaç kutu baklava götürmüş. Baklavayı köy odasında oturan arkadaşlarına ikram etmiş. Hazır bulunanlar birer dilim almışlar, bakmışlar ki çok güzel bir şey; soruyorlar; “ula bunun adi nedir?” Asker cevap veriyor: “Boahlâvadur” “E, Ula bu neden yapilmişdur?” “Voallah bilmem ağa..”.
Bunun üzerine herkes bir şey söylüyor. Kimisi diyor: “Boâlden yapilmişdur.” Nihayet muhtarın on yaşında kadar olan oğlu atılıyor: “Ben bilmişem baba.” Muhtar sorar: “Neden yapilmişdur gurban?” Çocuk iftiharla cevap verir: “Soğanin zilliginden!”. Bu parlak cevap üzerine muhtar arkadaşlarına dönüyor! “Vollah ben örgetmemişem, gendi bilmişdür ha!” diyor.
18.11.1956 da Mıdık köyünde Bay İsmail Şıra’nın oğlunun düğününde:
Emre – Bu düğün kaç günden beri devam ediyor?
– Üç günden beri.
Emre – İki kişinin biraraya gelmesi için bu kadar düğün dernek yapılıyor; Ya Allah’la kulunun biraraya gelmesi için ne kadar düğün bayram yapmak lâzım.. İşte bu ilâhî bayrama “Leyle-i Kadir” diyorlar.
***
Emre – Gerçi çok riyâzât yaptık ya, iş bir “Kâmil”in, bir kerre gönül sevmesinde, gözüyle bize bakmasındaymış.
***
S. – Çocuklar, büyük işler yapmaya çok hevesli oluyorlar, acaba neden?
Emre – Dışı küçük ama, içi büyük de ondan.
***
S. – Vakit geçmiyor.
Emre – Nasıl geçmiyor.. Vaktın nasıl geçtiğini anlamak için bazı bazı aynaya bak. Ama, “Mânevî Ayna”ya bakmalı. O da, ancak dirildikten sonra görülür.
***
Emre – Gülün, neş’eli olun da tek, beni ayağımdan sürükleyin.
***
Emre – İşte geldik, işte gidiyoruz.. Bir ân gibi. Hâlbuki bu bir ânlık ömür içinde bizi ne korkular, ne düşünceler, ne dertler, ne sevgiler yakaladı zaptetti. Hâlbuki bunlar, yürüdüğümüz hayat yolunun güzergâhıydı, yolun iki tarafında bulunan yerlerdi. Biz bunların arasından geçiyorduk. Onlar bizi takip edemez; yerlerinde sabittirler. Biz oralarda durmıyalım, yürüyelim.
***
Birisi için “İnşallah düzelir!” denilmişti:
Emre – Düzgün zaten; eğri değil ki. O da o hâliyle düzgün, muntazam, eksiksiz.
***
Emre – Bu yol, ahlâk yoludur. Ahlâkı tamam olmıyan kimse, tasavvuf sözlerini ağzında geveler durur ama, yutamaz. Böyle kimselerin sözleri “hâl” olmaz. Binbaşı elbisesi giymiş bir nefer binbaşı olur mu? İstediği kadar “binbaşıyım!” desin.. Tutarlarsa, hapsederler.
***
Emre – İnsan çok büyüktür ama, “benim” deyince kendini benliğinin içine hapsediyor. Nefsinizi öldürseniz, içinizden size benzer bir şey çıkacak ki, hiç zevkine doyulmaz. Bir damlanın deniz olması, ancak kendi damlalığından vazgeçmesiyle mümkün olabilir.
Ölmeden evvel ölmenin arkasında neler var.. “Ben büyüğüm!” dedin mi, karşına senden büyükler çıkacak. Onları görünce, başlıyacak sende bir azap..
S. – Zor ama; olmuyor.
Emre – İşte oluyor yâ; “İstanbul’da bir çivi fabrikasını gezdirdiler. Bir yere götürdüler; bir şey yavaş yavaş dönüyor; içinde de kirli, pis çiviler var. “Bunlar nasıl temizlenir?” dedim; “işte temizleniyor yâ!..” dediler. Bir müddet sonra baktık ki, o pis kirli çiviler parıl parıl parlıyor. Meğerse o çiviler birbirlerine değe değe temizleniyormuş.. İnsanlar da böyle, onlar da kalbleri, kafaları birbirlerine değe değe temizlenirler. Başka türlü olmaz. Hazreti Muhammed bile “Mürebbîm olmasaydı, Rabbimi bilemezdim!” diyor.
Hakîkati kendikendine öğreneceklerini zannedenler, mürebbî veya öğretmen olarak kendi gölgelerini kabul ediyorlar demektir. Arkamızı “Hakîkat güneşi”ne dönersek, gölgemiz önümüze düşer. Ona tâbi olunur mu? Işığa yüzümüzü dönünce; gölgemiz kendinden utanır, arkamıza saklanır. Çünkü onun Allah’a karşı yüzü karadır. Gölge dâimâ siyahtır. Hiç parlak gölge olur mu?
***
Birgün, bir yer tarif edilirken: “Şeyin fabrikası, şeyin orada..” denilmişti. Bunun üzerine Emre şu fıkrayı anlattı:
Vaktiyle, Türkçeyi iyi bilmiyen bir Arap, bir Türk’e “İki çocuklu ve deveye binmiş bir adamın geçip geçmediğini” sormak için:
– Buradan bir deve üstünde iki şojuk bir adam gelsin, geçsin mi? diyor.
Türk:
– Gelsin, geçsin, diyor, bana ne..
Arap derdini anlatamadığı için bir daha tekrarlıyor;
– Yok, ben öyle söylemez. Burdan iki şojuklu bir adam gelsin, geçsin mi?
Türk’ün canı sıkılıyor:
– Gelsin, geçsin be birader; ben ne karışırım..
İşte sözü de böyle eksik söyleyince, mânâ anlaşılmaz.