19.7.1956 da yapılan konuşmadan zaptedilebilen notlar:
S. – Hz. Îsâ, hakikaten çarmıha gerilerek öldürüldü mü?
Emre – Evet, öldürüldü. Îsâ, hakîkati, kendinden evvelki peygamberlerden daha iyi bildiği için anlatmıştır. Fakat o devrin insanları bu hakîkati hazmedemediler. Ancak on iki kişiye hazmettirebilmiştir. Onların da dili durmayıp söyleyince, hakîkat acı olduğu için, anlayamayanlara acı geldi.
Cidden, çarmıha gererek öldürdüler. Çarmıh dört çivi demek galiba?
Evet. Çivinin birini bir eline diğerini öbür eline, birini döşüne, birini de alnının çatına çaktılar; âleme ibret olsun da bir daha böyle söylemesinler diye.
Îsâ’yı çarmıha gerdikleri zaman ikindi vaktiydi. Gece Cenâb-ı Hakk öyle bir fırtına verdi ki adamakıllı… Fırtınada ayakta durmanın imkânı yoktu; insanları düşürüyordu. Havâriyyûn, bu fırtınadan istifade ederek Îsâ’nın cesedini oradan alıyorlar, göz görmedik, ayak değmedik bir yere gömüyorlar; yaptıklarını da kimseye söylemiyorlar. Halk o 12 kişiye Îsâ’yı soruyorlar. Onlar da “Îsâ göğün üçüncü katına çıktı!” diyorlar da, Îsâ’nın göğe uçma hikâyesi bu rumûzlu sözlerden çıkmıştır.
Îsâ da kendi ağziyle: “Ben üçüncü makamdayım. Benden sonra Muhammed gelecek!” dedi. Yâni kendisinin son tekâmül noktası olmadığını anlatmak istedi.
Fakat bu mesele, yani peygamberlik meselesi Îsâ’lık, Muhammed’lik meselesi değildir. Yâni bir rekabet meselesi değildir. İsâ, Mûsâ, Muhammed isimlerini ortadan kaldırsak geriye sadece “Peygamberlik” meselesi kalır. Zaten o peygamberlerin kendileri çoktan gitti, fakat hâlleri, vazifeleri bâki.
Îsâ’ya bir isim daha söylerler: Mesih. Bu, eliyle ellediği ölüleri diriltme kudretidir. Îsâ asıl mânevîyatı ölü olanları gözüyle severek diriltirdi. Bu, Hz. Muhammed’de de mevcuttu; hem de daha kuvvetli olarak.
Îsâ’lık hâli, yâni ölmeden evvel öldürüp diriltme hâli, tohum halinde hepimizde mevcuttur… İnsan ne vakit bu vücut Meryeminden doğarsa, yani “Bu vücut ben değilim; etten, kemikten ibaret vücudum birgün çürüyecektir. Ben asıl bu vücudun içindeki ölmez varlığım.” deyip vücuttan vazgeçer, onu terk ederse Îsâ’lık makamına gelmiş demektir. İnsan vücut Meryeminden doğduktan sonra rûh olur. Bunun içindir ki Îsâ’ya “Rûh-ullah” demişlerdir. Rûh’un neden korkusu olur ki. Ama beşer aklı, ölümü, bu vücudun ölümü zanneder.
Îsâ (benim babam Allah’tır!) diyor. Bunu şöyle anlamalıdır: Görünüşte, Fikri benim oğlum. Fakat ben onun nesine hâkimim? Hastalığından haberim yok. İrâdesine hâkim değilim. O hâlde Fikri’nin herşeyi Allah’a ait. Herkes Allah’ın kul’u. Bu tevhîd. Kesrete gelince, bu kullardan kimisi demirci, kimisi kömürcü, kimisi oğul, kimisi kız, kimisi baba, kimisi amca. Bu vaziyette bir adam, meselâ, hem Allah’ın kulu, hem Allah’ın demircisi, eğer babalık sıfatı da varsa Allah’ın babası, yani babalık sıfatını da hâiz kuludur. Yoksa Allah hiç evlenir, çoluğu çocuğu olur mu?
Ölmeden evvel ölme sırrını, benlik perdesini yırtmayan anlayamaz. Şu gözün ne olduğunu bilen, Îsâ’nın ne olduğunu bilmiş olur. Mısrî Niyazî:
Hazreti Îsâ inip gökten yere, etti zuhûr,
Ger sen idrâk eylemezsen, bil ki sendedir kusur.
diyor.
İnsan bir îlâhî aşka tutulur, kendini uzun müddet unutur, Allah’ı nasıl biliyorsa, aklını oraya dayar, ona hasreder. Buna “hâl-i istiğrak” denir. O zaman anlar ki, Îsâ’nın gökten inmesi ne demekmiş.
Asıl Îsâ’lık bu gözümüzden bakan Kudret’in üçüncü mertebesidir. Fakat bunu âşikâr olarak söyleyecek olursak, herkes muğber olur.
O Kudret hepimizi muhîttir. Amma, bilen istifâde eder. İlle evvelâ “İlm-i Ledün” dersi görülecek. Sonra aşk cereyânına tutulacak. Arkasından bir ilim daha var, o tahsîl edilecek. Bu tahsîl göz, kalb ve beyin ile yapılır. Kelâm, buraya kadar getirir. Buradan ötesi, kendi kabiliyyetine ve aşkına bağlıdır.
Hazreti Hüseyin’e soruyorlar: (Sen dedenin ve babanın yanında bu kadar kaldın. Onlardan ne öğrendin?), (Ben dedemden ve babamdan iki dil öğrendim. Biri Hakk dili; öbürü de halk dili… Halk dilini sizinle konuşurken kullanırım. Hakk dilini, o dili bilenlerle konuşurum.), (O dille bize de söyle.) diyorlar. (Size o dille söylersem bana kılıç çekersiniz…) diyor. Nitekim öyle de olmuştur.
Bu sırrı bilen insanlara bütün kâinat hücum eder. Hattâ bazan ailesi, çoluğu çocuğu bile kendisine düşman olur… Buna rağmen onlar kimseyi incitmezler. Bilâkis, kendilerinden ikrâh edenleri severler. Onlar hiçbir şeyden ikrâh etmezler ve eksik diye birşey görmezler. Onların hâlleri güneşe benzer. Güneş hiçbir cismi tefrîk etmez. Hepsine de ziyâsını, ultraviyolesini ve çeşitli vitaminlerini verir.
İşte peygamberlik hâli ve şefkati böyledir… Hakîkat ışığını, bilâtefrîk bütün insanlara verir.
Birkaç sene evvel gidip kendisiyle konuştuğumuz papaz, Kur’ân’ın kıymetini küçümsemek için: (Kur’ân gökten mi indi?) diye sormuştu. Ona, (Îsâ göğe çıktıysa, Kur’ân da gökten inmiştir.) demiştik. (Maamâfih ne Kur’ân gökten inmiş ne de Îsâ göğe çıkmıştır.) deyince tatmin olundu.
Bu sır, akıl ve ibâdetle bilinseydi, Şeytân bilirdi. Çünkü Şeytân dörtyüz bin sene ibâdet etti, meleklere hocalık etti. Ama bunlar da rumûzdur. Şeytân diye mücessem bir varlık yok… Şeytân de insandadır, Rahmân da. Şeytân nefsimiz, yâni kötü ahlâkımızdır.
Çok zor bir mesele bu! İnsan nelerden geçecek de o Kudret’e ondan sonra temas edecek.
Din ve şerîat yolunun sonu da buraya dayanır amma, bu yolu yürüyüp bitirmeye insanın ömrü kâfi değildir. Bu uzun yol, ancak aşk ile alınır.
Şu konuştuklarımız Kur’ân’da da mevcuttur. Fakat bunu anlamak için, Kur’ân’ın iç mânâsının dışından içine girmek lâzım; o da çok zor. Çünkü Kur’ân’ın iç mânâsına geçebilmek için, insanın kendisinden geçmesi lâzımdır. Kendinden, yâni arzularından geçemeyen bir kimsenin ibâdeti tamamiyle arzulara dayanıyor. İnsan kendinden ve arzularından vazgeçerse, bunun arkasından aşk perdesi çıkar. Bu perde şeffaftır, Allah’a hâil değildir.
Kur’ân çok âşikâr. Nasıl anlamıyorlar? Onun için Niyazî:
Cevizin yeşil kabuğun yemekle tad bulunmaz,
Zâhir ile ey fakih Kur’ân’ı arzularsın.
diyor. İç, dış, sır diye de bir şey yok. Sır, herkesin aklında, gözünde, kulağında. Bâyezid-i Bistâmi: (Gittim cehenneme, baktım orada odun yok. Herkes odununu kendisi omuzlayıp götürüyor…) diyor. Sır da, sır diyenin gözünde, kulağında ve kalbinde.
***
Emre – İnsan, doğru olmadan tasavvufa yaklaşamaz. Doğrulmadan tasavvufu anlayanlar, iblîs ve müşrik olurlar; doğruluk mutlaka şart. Zaten insan tasavvufu yeni anlamağa başladığı zaman ahlâkı eğri olursa, Firavun gibi, benliğe doğru gider. Firavun çok zeki idi. Eğer o ahlâkını temizlemiş olarak Allah’ı bilseydi, “Hâl-i Muhammedî” ondan tecellî ederdi.
Doğru olan bir insan, eğer tasavvufu anlamazsa o da neye yarar…
S. – Birisi: (“Ahad” da aynı mânâya geliyor, “Vâhid” de. Neden “Kul huvallahu Ahad”de, “Ahad” denmiş de “Vâhid” denmemiş?) diyor.
Emre – “Bir, birtane, biricik, yegâne” kelimelerini nasıl yerine göre kullanırsak, o da öyle, yoksa mânâ bir.
S. – Emre’nin, Emrah, İmre gibi şekilleri de var.
Emre – Madem isimdir, durmadan değişir. Biz isme inanmıyoruz. Bu, anamızın, babamızın koyduğu bir işarettir. Allah’ın koyduğu ad: “Âdem”.