Geçen sayıdaki konuşmanın devamı:
Birgün Hz. Muhammed: (Herkesin bir şeytânı var!) diyor. (Senin de var mı?) diye soruyorlar; (Evet var; fakat ben onu Müslüman ettim, emrime aldım; hep arkamdan gelir; bana yol göstermez!) diyor.
Derler ki dört kişi ana karnında konuşmuştur: Şeddâd, Fir’avn, Hz. Îsâ, Hz. Muhammed. Fakat ilk ikisi, analarını dâima felâkete sürükleyecek yanlış haberler vermişlerdir… Îsâ ile Peygamberimiz ise, dâima iyi yol göstermişlerdir.
Tasavvuf, bu sözü şöyle anlar: Hepimizin içinde hem Şeddâd’la Fir’avn, hem de Îsâ ile Muhammed var. Vücudumuz, içimizdeki Îsâ’nın Meryem’idir. Bazı kimselere, içimizdeki nefis Şeddâd’ı: (Git kumar oyna!) diyor, kavga ettiriyor. Bazılarının Îsâ’sı da, kendilerini selâmete götürüyor.
İnsanda herşey vardır. Hangi ahlâkı kaptan köşküne çıkarırsak, bize o hâkim olur. (Müfsid) ve (Mudill) sıfatları da Allah’ın sıfatlarıdır. Fakat Allah: (Bu sıfatlarımın rengine boyanmayın!) diyor. Bazı sıfatlarına göre hareket etmemizi ise, istiyor. Meselâ, Allah’ın bir ismi, yani bir sıfatı (Alîm)dir. Bunun için her ilmi öğrenmemiz lâzımdır.
Bundan sonra yetişen gençler, daha iyi Müslüman olacaklardır. Avrupa’nın en akıllı adamları da Müslüman oluyorlar. Amerikalı bir mühendisin eline bir Kur’ân geçiyor. Kur’ân’la uzunboylu meşgul oluyor, iç tarafına geçiyor, beğeniyor ve İslâmiyeti kabul ediyor.
Başka milletler Kur’ân’ı olduğu gibi tercüme ediyorlar. Bizim tercümelerimiz iyi değil, korkumuzdan iyi tercüme edemiyoruz. Hâlbuki Allah’tan değil, nefsimizden korkmalıyız. Nefsimize uyuyorsak, Allah’tan korkalım; yoksa yok. Zaten bize dinin iç yüzünü anlatmayan şey, kötü ahlâktan kurtulamayışımızdır.
S. – Zaten din böyle anlaşılmazsa, esas, rûh kayboluyor, şekil kalıyor. Allah bizi câmiye, ibâdet edin diye çağırıyor, yatın kalkın diye değil. Vaziyet şimdi tamamiyle aksine, şeklî ibâdet yapıyorlar… Bu iki şeyi, yâni içle dışı birleştirecek insan nerede?
Emre – Geliyor o zaman… Şimdi ecnebîler Türkleri tasavvufî bakımından takdîr ediyorlar. Hükümet de, iftihâr ediyor bu hâlle. Zamanı geldi… Amma, niçin geldi bilir misiniz? Gazî’nin sayesinde. Mutaassıplar ona cehâletlerinden dil uzatıyorlar. Allah, medreseleri ve süflî tekkeleri onun eliyle kapattı… Tekkelerde esrar, rakı içiyorlardı. Allah’ın sırlarına bir kâmil: (Esrâr-ı İlâhiyye) demiş: bunu bilemeyenler, anlayamayanlar da, işi esrar içmeye dökmüşler. Tekkelerin, medreselerin kapanması Allah’tandır.
Birçok işlerin yapılmasını, Allah bize bırakmıştır; mutaassıplar ve tekke tevekkülcüleri, bunları yine Allah’a bırakıyorlar. Yâni, maddî terakkimiz için çalışmıyorlar. Dış terakki olmazsa, insan bazan Allah’ı bile bilemez.
Köylünün ve câhil halkın düşmanı, mutaassıp hocalarla, kalp şeyhlerdir. Bir lâmba binlerce mumluk bile olsa, bir örtü onun ışığını kapatabilir; işte taassup ta aynen böyledir; İslâm ışığını kapatmıştır, ışığını meydana çıkarabilmesi için, önündeki engelin ortadan kalkması lâzımdır. Bak, Kore’ye asker göndermeseydik, milletimizin unutulmaya yüz tutan cesareti nasıl meydana çıkacaktı? Onlar, bizim ne cesur bir millet olduğumuzu, bütün dünyaya yeniden hem ilân ettiler, hem isbât ettiler.
S. – Taassup resim yapmayı da men’eder. Eğer onun sözüne kanacak olsak Kâbe’nin resminden bile mahrûm kalırız.
Emre – Kâbe’nin aslı bir mü’minin kalbindedir. Duvardaki şu resimde görüyoruz, Kâbe, resmin ortasında; tıpkı kalp gibi, bu bina, mü’minin kalbini göstermek için bir işarettir.
Hacer-ül’esved de, göze benzer… Etrafında da, bir gümüş halka varmış; o da gözün beyazı gibi. Yani Hacer-ül’esved de, bir Kâmil insanın gözünü anlatmak içindir.
Muhyiddîn Arabi’nin mürşîdi varmış; ihtiyar bir adammış. Birgün birisi ihtiyar mürşîdin sırtına elini sürüp yüzüne çalmış. İhtiyar soruyor:
– Niçin böyle yaptın?
– Seni sevdim de onun için.
– Oğlum şu hacer-ül’esved’e, nice zamandanberi nice kimseler ellerini, yüzlerini sürüp duruyorlar; insanlar ona el, yüz sürüyorlar diye, o taş, taşlıktan çıktı mı? Ben de nihayet bir toprağım; bende ne kerâmet olabilir ki, sen benim sırtıma elini sürüyorsun? Senin bana el sürmen, beni topraklıktan çıkaramaz, diyor. Hakîkaten Hacer-ül’esved bir taştır; onu ne kadar sevsek, bizi ilâhi aşka düşürebilir mi? Düşürse bile, muvakkattır ve bu aşkın sonuna, gâyesine götüremez. Bizi o gâyeye ancak bir İnsân götürebilir; bunun içindir ki Kur’ân daima Însânı öğmüştür.
S. – Şu taassup hakikaten fena şey. Bir sene güneş tutulmuştu, güneşin tutulma hesaplarını ben yapmıştım, fakat içimden, bu ilmî hesabın yalan olmasını istiyordum. Lâkin hesap doğru çıktı ve güneş, tam hesabın gösterdiği anda tutulmağa başladı. Ve ben me’yus oldum. Bu yeis nerden geldi, hâlâ bilemiyorum.
Güneş tutulunca, sanki fevkalâde hâdiseler olacakmış, meselâ yer yarılacakmış gibi bir his geldi bana. Güneş kurtulurken sevinmeye başladım; hâlbuki bu da tabii ve ilmî bir hâdiseydi; neden bu hisler geldi bana acaba?
Emre – Anamızdan, babamızdan aldığımız, öğrendiğimiz şeylerin yıkılmasını istemiyoruz da onun için.
Allah’ın ilmi de ölçü ve hesapladır, yani aklîdir… Bizi, taassup geri bırakmıştır. Belki de, Avrupalılar, güneşin ve dünyanın döndüğünü, Kur’ân, Avrupa dillerine tercüme edildikten sonra, (Yâsin) sûresindeki, şu âyetlerden öğrenmişlerdir: (Veşşemsü fecri limüstekarrin lehâ; zâlike takdirül! Azizil-Âlim), (Vel-kamere kaddemaâhu menâzile hattâ kel-urcûn-il kadîm).
Bu ilimlerin menbaı bizde olduğu halde, biz onlara veriyor, sonra, bu ilmi onlardan dilenemiyoruz bile.
Görmek, bir şeyi öğretmez; tecrübe etmeli. Yüzen bir adamı uzaktan görmekle yüzme öğrenilemez. Kendimizi denize bırakınca, vücudumuzdan ve zekâmızdan çıkan birtakım kudretler bize yüzmeyi öğretir. Seyretmekle yüzmeyi öğrendiğini zanneden bir kimse, kendini denize bırakırsa, boğulur… Biz, ilim ve medeniyyet denizinde işte böyle boğuluyoruz. Ameliyattan çok nazariyyata kıymet veren mekteplerimizin hâli de böyledir; yüreğim parçalanır… Bazı sanat mekteplerinden mezun olduğu halde kundura boyacılığı yapanlar da var.
Taassup terakkiyi, maddî hayatı inkâr ediyor; halbuki bunlar, ancak Allah’a kavuştuktan sonra kıymetini kaybeder ve sırf Allah’a kavuşan için… Allah’a kavuşmadan evvel herşey lâzım.
(Benim bildiğim tamam! En doğrusu, benim bildiğimdir! Başkası benden iyi bilemez!) dedin mi, işte başladı taassup. Taassubu bu kadar geniş mânâda anlamalı ve ondan sakınmalı.
S. – Allah’ın huzûruna arzusuz ve emelsiz gitmek kolay bir iş değil.
Emre – Huzûru bizden uzak değil. Mâni olan şey, nefistir; onu da ancak aşk öldürebilir.
Allah’ın Mûsâ’ya olan tecellîsi, Mûsâ’nın arzusuna göre olmuştur. Yâni Allah, Mûsâ’ya ateş renginde görünmüştür. Tecellî Mûsâ Mısır’dan kaçarken, yolda olmuştur. Yanında hanımı da var; fakat kadıncağız hâmile. Tûr vadisinden geçerken, karısı üşüyor, Mûsâ ateş aramaya gidiyor. Allah ise Mûsâ’nın içinde, Mûsâ’yı kemiriyor dışarı çıkmak için. Mûsâ ağaçtan odun almak için elini uzatırken, Allah, Mûsâ’nın arzusuna göre ateş olarak tecellî ediyor. Allah, ancak bizim peygamberimize arzusuz ve emelsiz tecellî etmiştir… Çünkü o aşk ile gitmiştir. Nefsin bütün kirlerini bu aşk yakar. İnsan; aşka temas etmeden evvel cânî bile olsa, aşk, o eski fena ahlâkımızı çatır çatır yakar. Bunun içindir ki, bütün mutasavvıflar: (İlle aşk! İlle aşk!) diye bağırırlar. Bu âleme, Allah’ın elbisesini giyerek gelip aşk içinde kaybolmuş nice insanlar vardır.
***
Ölüm mevzuunda bir münasebetle şunları söylemişti:
Emre – Bu varlık fânîdir… Ölümden korkulmaz, çünkü ölüm diye bir şey yoktur. Aklı yetikler için ne kıymeti var hayatın? Elbisemiz yavaş yavaş eskiyor; buna canımız sıkılıyor mu? Akıllı insanlar, bu vücudun ölümünü işte böyle telâkki ederler.
Ölürken gözlerimiz herşeyi görür. O zaman işte (Kalb-i Selîm) isterler.
Vaktiyle bir hastane müdürü arkadaşımız vardı, o anlatırdı: Bazı hastalar ölürken yorganları parçalarlar, bazıları misler gibi kokar.
Birgün bir hasta getirdiler; genç, 35 yaşında, güleç yüzlü bir adam. Bunu tehlikeli hastaların konduğu 6. koğuşa koydular. 7. koğuşa da, ölüleri koyuyorlardı. Bu adam beni çağırdı:
– Cebimdeki parayı fukarâlara ver.
dedi. Cebindeki para 35 kuruşmuydu neydi… Ona:
– İnşallah iyi olursun.
dedim.
– Hayır, iyi olmam; iyi olmayı da istemem.
– Niye?
– Niyesi var mı, Allah’a va’d ettik, öleceğiz.
dedi, yattı, (lütfen yorganı başıma çek.) dedi. Alnını elledim ki, soğuk,
Buz gibi. Gittim, biraz sonra yine geldim, yüzünü açtım; gözü yumuk. Gözlerini açtı:
– Sus, beni meşgul etme!
dedi. Gittim. Güneş batarken hastayı yine yokladım; yüzünü açtım, güzel
koku yayıldı, gözleri yüzüme bakıyor. Sordum:
– Nasıl oldun hemşerim?
Cevap yok, ölmüş.
Hastane müdürü’nün dediği doğru. Bazıları da, (Deh, çüh! çüh!) diye ölüyorlar. Sor bak ki: arabacı.
İşte böyle: Herkes aklına ve hâline göre ölür.
Tasavvuftaki ölüm ise, bu vücut içinde yaşarken, ölümden evvel, bir hâlin zuhûrudur. İnsan bu hâli, kendisinde tecellî etmedikten sonra bilmez.
İnsan için ölüm kat’iyyen yoktur; hiçbir şey için de yoktur ya…
Ölüm, çok kıymetli bir şey olduğu için (korku) kasasının içine konmuştur. Koca Muhammed o kadar tarif etmiş, kimse anlamamıştır.
S – Rûh çağırma hususundaki düşünceleriniz nedir?
Emre – İnsan mecmû-u kâinattır. Yâni bütün varlıklar bizde mevcuttur. Rûh çağıranlar zannediyorlar ki, çağırdıkları rûh dışarıdan geliyor. Hâlbuki, o rûh, kendisinden zuhûr ediyor… Filânın rûhunu çağıracağım diyor ve adamakıllı îmân ediyor; içindeki, gözünde canlanıyor. Çağırmak istediği kimse aklından geçerken, kendisi o adam oluyor, başlıyor kendi söyleyip, kendi işitmeğe. Bu sırra vâkıf olmayınca, yâni çağırdığı rûhun kendinden zuhûr ettiğini bilmeyince, ona mahkûm oluyor. Bu sırra, her arzudan vazgeçenler vâkıf olur. Rûh çağırmak da bir arzu değil midir? O halde, ondan vazgeçmedikçe, onun sırrına âgâh olamazlar. Ruh çağıranlar bu hâli seviyorlar; ne kadar severlerse îmânları da o kadar tekâmül ediyor, başlıyor kendinden kendine bir zuhûrat.
Çağırdıkları rûhlara esrâr-ı ilâhiyye’den sorsalar, cevap alamazlar, çünkü kendilerinin haberleri yok. Çağırdıkları rûhlara: (Radyo, televizyon gibi âletlerden sonra hangi âletler icad edilecek?) deseler, cevap alamazlar; çünkü kendilerinin akılları yetmiyor.
Rûh çağıranların hangisi zerre kadar dünyevî ve uhrevî bir istifâde etmişler? Demek ki onların hâli, rüyalarında para bulan, fakat ondan istifâde edemeyen insanların hâline benziyor.
S. – Enis Behiç’e bir rûh şiirler söylemiş.
Emre – Enis Behiç’in o şiirlerden haberi yoktur, çünkü kendi malı değil. Ona: (O şiirleri anlıyor musun?) deseler, evet diyemez, şerh edemez, çünkü ilim yok.
S. – O şiirleri söyleyen Çedikçi Süleyman Çelebi’nin rûhu göründüğü zaman, Enis Behiç korkarmış.
Emre – Korku, bilmemekten gelir. Bilen adam neden korkar; Enis Behiç, bilse ki o hâl kendinden kendine zuhûr eden bir hâldir, hiç korkar mı? Biz, niye korkmuyoruz? Seviyoruz da ondan.