14 Şubat 1955 | Sayı: 117

28 Şubat 1955 | Sayı: 118
31 Ocak 1955 | Sayı: 116

S. – Doğuşlar nasıl doğar?

Emre – Bir sual sorulmuştur, ona cevap olarak doğar. Yahutta, o (Kudret) içimizi gördüğü, düşüncemizi bildiği için bize birşey tenbih edecekdir, fakat bunu söylemek için fırsat bulamamıştır; o söyleyeceği şey, içinde gittikçe büyür ve birgün (Doğuş) olarak zuhûr eder. O şeyi söylemeğe fırsat bulamayışı, söyleyeceği kimsenin, kalbini kırmak korkusundandır… Tenbih edeceği şey, böylece içinde işleye işleye birgün pat! diye çıkar. Bu da, bizim için bir lûtuftur.

Bu doğuşlar; hep bize birer tenbihtir… Kendisine tenbih edilen kimse bilir de, “Bu doğuş, benim filân kötü hareketim için doğmuş.” derse kurtulur; üstüne mâl etmezse, o lûtuftan istifâde edemez. Ben bu doğuşların hepsinden istifâde ederim: Yani okurlar, dinlerim. Eğer (Bu ağız benim ağzımdır!) dersem, bu doğuşlar bir daha doğmaz. Bu doğuşlarla benim hiçbir alâkam yoktur. “Ben herkesten âcîzim; şiir filân yazmayı bilmem.

S. – Bazan doğuşlarda değişik kafiyeler bulunuyor; bu neden?

Emre – Doğuş söylerken birisi geliyor, ayıkıyorum, ama tam ayıkamıyorum, o kudret tekrar söylemeğe devam ediyor; fakat bu sefer başka kafiyeyle zuhûr ediyor. Tamamen ayıksam, zaten söylemez.

***

Emre – Hâdiseleri has gören, göre göre hoş olur. Göremezse azâb.

Bu âlemde çirkin ve nâ-hôş diye bir şey yoktur… Bu âlemdeki boyalardan içimize hangisi daha fazla ekilmişse, onu daha çok severiz. Bizim az sevdiğimiz veya sevmediğimiz bir şeyi de başkaları sevebilir; demek ki bu âlemde nâ-hôş bir şey yoktur, zevke göre değişme vardır.

Ahlâk da böyle: İnsan kendisinde hayvânâttan hangisinin tabiatı fazlaysa, o ahlâkı daha çok sever… Lezzetler de öyle. Lâkin insan, her şeyi câmi (Varlık)ı gördü mü, herşey dümdüz olur. Şey gibi: Bütün boyalar ve renkler güneşten gelir. Güneş bütün renkleri câmi’dir, fakat kendisinin rengi birdir.

Ekilen tohumlar da topraktan, kendi tabiatlarındaki maddeleri alırlar. Evvelâ yeşil olarak çıkar, yeşilin içinden kendi renklerini seçerler.

İnsanda da her varlık mevcuttur: Her ahlâk, her cevher, her zehir, her arzu. Bazı kimseler sür’atle devrederek, bu ahlâk boyalarını terk eder, her şeyi muhît olan o (Varlık) gibi olurlar, böylece dirilirler, gerisi bütün ölüdür.

Kabiliyyet gözle görülmediği gibi, gelincik çiçeğinin tohumunda da rengini göremezsin. İçine de giremezsin; çünkü imkânı yoktur. İnsanların da tekâmül etmeden hâlleri görülmez. Girmek için, ölmeden evvel ölmek lâzımdır. Hiçbir arzu kalmamalı ki, o insanın içine girebilmeli. Girer girmez de o olur. Onun için, çok sevmeli. Sevdikçe, o cereyân, elektrik şakıması gibi insanın gözünden, kalbinden şakır durur… Bizim kötü ahlâkımızı işte bu cereyân yakar, temizler. Zaten bu iş hepimizde olup duruyor ya…

***

Emre – Her ahlâk bizden doğar; fakat biz ona mahkûm oluruz; babanın, ananın yavrularına mahkûm oldukları gibi. Kendinden doğan şey insanın kendine düşmân. Onun için, insanlar konuşacakları kimseleri iyi seçmelidirler. Ahlâkına gücümüz yetmediği kimselerle konuşmamalıyız.

***

S. Kâmil kime derler?

Emre – Nâkıs bir hâli kalmamış, ilimde rüsûh bulmuş, aşkta fânî olmuş, dâimî bir ışık hâline gelmiş bir adama, biz (Kâmil) deriz, o sükût eder. Kâmil, kendine kâmil diyemez; derse nâkıstır. Kâmili ancak kâmiller görür.

S. – Bu muazzam kâinatın esrârını kâmil çözebilir mi?

Emre – Çözmeğe başladı mı, nâkıslık başladı demektir. Esrâr kendi kendine çözülecek. Kendi esrârını çözecek.

***

S. – Biz günâh işlemekte devam edersek, Allah sonra bizi affetmez değil mi?

Emre – Günâh ve af şuna benzer: Kör, yemek yerken yemeğin içindeki sinekleri, böcekleri, pislikleri de yer, farkında olmaz. Aynı pislikleri her yeyişinde de yiyebilir; hep böyledir. Kör kendini mazûr görür, yahutta ne yediğini bilmez. Biz de böyleyiz: Günâhı işleriz ve onu yapmakta kendimizi haklı veya mazûr görürüz… İkinci bir defa o günâhı işleyişimiz, ya kendimizi haklı veya mazûr görüşümüzden, yahutta günâhın, fenalığın ne olduğunu bile idrâk edecek seviyeye gelmediğimizdendir. Halbuki, kör, sinekleri yerken yanında bulunup da onu seyreden bir insan ne kadar sıkıntı çeker… Bir söyler, iki söyler her vakit körün yanında bulunamaz ki…

Allah’ın bizi affetmesi de buna benzer; sözünü dinlemediğimizi görünce, bizi kendi hâlimize bırakır. Biz de yaptığımız fenalıktan pişman olmazsak yahut yediğimiz sineklerden iğrenmezsek, o hâl içinde kalır gideriz.

***

Emre – (Kuyumcu Bay Ali Altınören’in oğlu Salih’i sanatını daha iyi öğrenmeğe teşvik için) Bana gümüşten bir yüzük yap, ince olsun uzaktan görünmesin, dedi. Hanımı şaka olarak:

  • Nişan yüzüğü yapsın?

deyince, Emre şunları söyledi:

  • Hah, bana bir nişan yüzüğü yap, üstüne de “Toprakla nişanlanmış”

diye yaz!

***

Emre – Ruh! Arapçada git! demek; şu hâlde (Benim ruhum var!) diyen insan Allah’tan uzaktır. Allah insanları (Gel!) diye çağırıyor.

***

Emre – Vücut hapsanesinden çıkmayan, (Îsâ Âlemi) ne giremez. Bu hapsaneden çıkış da ölmek suretiyle değildir. Vücudu, aşk yolunda yürüyerek nefyedeceksin. Bu vücut, ölülüktür. Biz dirilikle ölülüğün esrârını bilmediğimiz için bu vücudun hayatına dirilik diyoruz.

***

Emre – Allah, sıfatlarını insanlara taksîm etmiştir.

***

Emre – Her yalanın bir kokusu vardır; insan, yalanını gizleyemez.

***

Emre – İlimsiz şefkat bile bir zulümdür.

***

Emre – Eğri bir tel bir delikten nasıl giremiyorsa, eğri bir kalp de maneviyyet kapısından, Gönül kapısından içeri giremez.

***

Emre – Hazreti Muhammed’e bazı kimseler (kıl) ile, yani sakalla; bazı kimseler de (kıyl) ile, yani ilimle uymağa çalışıyorlar; O, ne bu, ne de odur, O, bir (Âb-ı-hayât)tır.

***

Emre – Benim midem çabuk ekşiyor; neden? Hazm’ı iyi olmadığından. Bazı insanlar da duyduklarını, gördüklerini hazmedemeyince ekşiyorlar… Zararlar’ı evvelâ kendilerine, sonra da halka. Derdini, hazmedemiyenlere söyleme, hazmedene söyle. “Toprak”  her şeyi hazmeder.

***

S. – Nasreddin Hoca’nın hikâyeleri, tasavvufî bir hikmet ve mânâ taşıyor diyorsunuz; geçen gün anlattığınız (Hoca’nın bindiği dalı kesmesi) hikâyesi neyi anlatıyor?

Emre – (Bir kâmil insanın gönül ağacına çıkmışken, kötülük yapma, fücûrat baltasıyla bindiğin dalı kesme!) demek istiyor. Nasreddin Hoca, isnâd ve istinâd merkezi olmuştur. Ârifler, sözlerini, tesir etsin diye Hoca’ya atfetmişlerdir. Onu karşılarına alırlar; onların dilinden, Nasreddin’in mânevîyeti söyler.

Nasreddin Hoca’ya bazan kötü şeyler de atfetmişlerdir. Meselâ, o hikâyedeki (merkebin üç kere yellenme meselesi) böyledir. Bunu sonradan eklemişlerdir.

Tabuttan başını kaldırıp: (Ben sağlığımda şu taraftan giderdim!) demesi, (Mûtü kable en temûtü)den evvelki hâline işarettir. Allah’ta fânî olmadan önce, ben şöyle hareket ederdim, demek istiyor.

Kabristandan geçerken, kendisine hırlayan köpeğe (Geç yiğidim, geç!) demesinin de mânâsı şudur; Bu dünya bir kabristan, bizler de birer ölü, yani birer mezar taşıyız. Bu mezarlıkta karşınıza tecavüz tabiatli birisi çıkarsa, ona Nasreddin Hoca’nın yaptığı gibi yapmalıyız, yani (Geç yiğidim, geç!) demeliyiz. Bizim en büyük silâhımız (ey-vallah)tır.

***

S. – Sen kendini nasıl görüyorsun?

Emre – Ben bir avuç toprağım; gittikçe toprak, gittikçe toprak…

***

S. – Elektron ve protonlar her mâdende birdir, ancak protonların adedi mâdenlerin cinsini tâyin ediyor. Yani kimya ile kıymetli mâdenler yapacaklar.

Emre – Hepsine proton diyorlar amma, cinsleri ayrı ayrıdır. Meselâ, bütün kedilere kedi diyoruz; hâlbuki bunların dişisi var, erkeği var. İnsanlar, erkek kediyi dişi yapabiliyorlar mı ki, her mâdeni altın, plâtin hâline getirebilsinler.