Geçen sayıdaki sohbetin devamı:
Emre – Allah’a tasavvuf eserlerinde (Dünya Güzeli) diyorlar. Yani yalnız bizim değilmiş, herkese de aitmiş. Allah için (benim Güzelim!) dersen, Allah’ı göremezsin; bütün dünya görsün, herkes görsün dersen, görürsün. Herkesin dirilmesini istemedikçe, hattâ dirilmeyi de unutmadıkça dirilemezsin.
Bayezid-i Bistâmi bir adama hizmet edermiş. Birgün ona soruyor:
– Acaba kutup dedikleri adam nerdedir?
Hocası cevap veriyor:
– Kutup, sizin evin önündeki demircidir.
Kâmil insanlar, yalan söylemezler… Onların sözlerini, yalan olarak dinlersek biz yalancıyız.
Bayezid o demirciye gidiyor, ama şüpheyle. Adamcağız, dükkânında kazma kürek yapıyormuş; dükkânına sarıklı bir hocanın geldiğini görünce, buyur ediyor. Elini öpmeğe davranıyor, fakat Bayezid daha evvel davranarak onun elini öpüyor. Bir müddet konuştuktan sonra adam, işlerini bitirmek için müsaade istiyor, bundan hayrete düşerek adama soruyor:
– Efendim, sizde bir (Hâl) olduğu aşikâr. Siz ne türlü ibâdet ediyorsunuz ki sizde bu hâl tecellî etmiş?
Demirci şöyle cevap veriyor:
– Ben cahil bir adamım, namaz sûrelerini bile doğru dürüst okuyamam.
Yegâne ibâdetim şudur: (Yârabbi, beni o kadar büyüt, o kadar büyüt ki, cehennemi bu büyük vücudumla yalnız ben doldurayım, başka hiçbir kimse yanmasın!)
Bu hâl ve bu şefkat zuhûr etmedikten sonra nerde kurtuluş…
***
Bay Emre birgün irfâniyyet ve aşk mevzuunda şunları söylemişti:
Emre – Mûsâ, Allah’a (Yârabbi seni bir kerecik olsun göreyim…) demiş; Allah da:
– Peki, yarın akşam, güneş batarken geleceğim.
diyor. Mûsâ, sevincinden koşa koşa eve geliyor. Ertesi gün oluyor, akşam
oluyor, bir ihtiyar dilenci:
– Yâ Allah! diye kapıyı çalıyor. Mûsâ ona:
– Hadi git, beni avara etme, Allah gelecek.
diyor. Adam yine:
– Şey’en lillâhi! Diyor. Bu sefer Mûsâ:
– Hadi bize bir desti su getir de sana ekmek vereyim.
diyor. İhtiyar suyu getiriyor, bırakıp gidiyor… Mûsâ bekliyor, bekliyor,
Allah yok. Ertesi gün Tur dağına gidiyor, Allah’a:
– Niye gelmedin dün akşam Yârabbi?
diye soruyor, Allah:
– Geldim amma, sen beni koğdun, hattâ sonra bana bir testi de su getirttin…
diyor.
Mûsâ’nın irfâniyyeti ve aşkı yoktu… Allah’ı insanda değil de, başka şeylerde zannediyordu; hâlbuki şu âlemde insandan daha güzel ne var? Ama ölü gözüyle bakarsak, insanı elbette ölü görürüz.
Bütün zâhir ve bâtın ilimleri doğuran kim? İnsan. Allah her yeri muhît olduğu gibi, insanı da muhît değil mi? Kendisinde aşk tecellî eden kimseler Allah’ı insanda ararlar… Zâhirde bile, bir ayna olmasa, yüzümüzü göremiyoruz. Hakîkat de aynen böyledir: (Mânevî bir ayna) olmadıkça hiçbir şey göremeyiz. Fakat bu hâl, sözle anlatılamaz. Konuşmanın bir hududu vardır; aşk ve zevk ise o huduttan sonra başlar. Zevk ve hâl kaleme gelmez. Aklın bildiği, bileceği şey değildir o zevk… Akıl, ancak nefsi ıslaha memurdur. Nefsini ıslah etmeyen de zevke düşemez. Ayağı kırılan, yani acı içinde bulunan bir insan bu mâneviyyatı düşünebilir mi?
Akıl Mevlâ’ya geçince zevk başlar. İlle aşk, ille aşk!
Debboy’un yanında, Hacı Seyyid efendinin tekkesi vardı. Birgün oraya, bir Mağrîbi geliyor. Selâmınaleyküm! Aleykümselâm! Mağrîbiler âriftirler, yani irfâniyyetleri vardır. Mağrîbi bakıyor ki tekkede tef çalacaklar, onlara : (Aman arkadaşlar, yapmayın; tef çalarsanız ben cezbeye gelirim, hareketlerime mâni olamam, belki size bir zararım dokunur.) diyor; Fakat onlar adamla alay ediyorlar, Adamcağız bakıyor ki aldırmıyorlar, (Bari beni bağlayın da öyle çalın..) diyor. Tekkedekilerden biri gidip Debboy’dan 15 -20 kazık getiriyor; adamı alay olsun diye bir iskemleye oturtup, elinden kolundan, boğazından kazıklarla yere çakıyorlar. Etrafına toplanıyorlar, eğlenecekler. Başlıyorlar tef çalmaya. Arap:
– Ülek bize aşk geldi ha!
diyor; fakat onlar alayda devam ediyorlar. Nihayet Arap:
– Aşk geldi bize, kazıklar değmesin size!
deyip ayağa kalkıyor. Kazıklar sökülüyor ve Arap dönmeğe başlıyor.
Arabın eline koluna bağlı kazıklar kime değerse, tarp! yere düşüyor. İçlerinden ancak iki kişi sağlam kaçabilmiş.
Aşk başka şeydir.
***
Bay Celâl Çalım, Emre’nin ağlayan torunu Hakkı’yı göstererek, şöyle demişti:
– Şu insan yavrusu ne kadar zor büyüyor…
Emre – Asıl ikinci çocuğu büyütmek zor. Beriki çocuk, hiç olmazsa dil bilmediği için konuşmaz; beriki hem konuşur, hem dinler, hem de dinlediğini hazmetmez. Kimi zor büyür, kimi büyümez. Hele aklı benim midem gibi ekşimiş ise içine bal koysan yine ekşir.
***
Emre – Bu aşkın kıvılcımı, kendisine değen adamın, kemikleri bile ayrılmaz; kurd ise koyun olur.
***
Emre – Kendini bilen, bizi bilemez.
***
S. – Îsâ: (Birisi size tokat vurursa, ona öbür yüzünüzü de döndürün!) demiş.
Emre – Biz ne tokat attırırız, ne de atarız. Biz Îsâ ümmeti değiliz… Kazârâ birisi bize bir tokat atarsa, onu affederiz. Kalbi selîm olan ise, kimseye tokat atmaz.
***
Emre – Nefislerin kimi nefîs, kimi ne pis!
***
S. – Bizim mahallede kadınlar 100 rekât namaz kılmaya niyet etmişler başlamışlar; fakat altmışıncı rekâtta uyumuşlar.
Emre – Namazdan maksat, uyanmak; onlarsa uyumuşlar. Eğer (Bir rekât) kılsalardı, uyanırlardı… İş sayıya binince elbette uyku bastıracak. (Zor)la (Huzûr) olur mu?
***
Emre – Hakîkati bilmek borç değil, bildirmek borç. Bilen, kafasını kesseler yine bildirir; çünkü borçlu.
Hakîkati anlatmaktan, bildirmekten zor bir şey yok. Dünyada ne kadar insan varsa, onların zoru, bildirenin zoru demektir. Çünkü bildirenin sözünü, herkes kendi aklına göre anlar.
Sırra gücü yetmeyene esrâr-ı ilâhiyyeyi söyleme. Onun aklı sırlanmış. Gönlünden onun iyiliğini iste, fakat esrârı söyleme; çünkü hazmedemez, aklı hastalanır. Şefkat, ona esrârı söylemek değil, onun seviyesine inip, anlayacağı şekilde anlatmaktır… Haça tapana şefkat edeceksen, onunla beraber haça tapacaksın ki, onu elinden tutup, sevip, o haçtan kurtarasın. Akîde veremeyeceğin kimsenin akîdesini bozmayacaksın.
***
Emre – İçimizdeki fena huyları biriktirmeden, o huyları düzeltebilecek kudrette olan kimseye söylemeliyiz. “bende şu fena huy var” diye. Birikirse, birgün o huylar çok fena bir şekilde teper, çıkar… İşte bunun için Hz. Muhammed yalancılığı yasak etmiştir.
***
S. – Kur’ân’daki (Emîn Belde)den maksat Mekke midir?
Emre – Orası Emîn Belde ise, Hz. Muhammed oradan Medîne’ye niçin hicret etti? Kur’ân’daki bu Emîn Belde tarifi hepimiz için değil mi? Yani, bütün Müslümanlar, hattâ bütün insanlar için değil mi? Peki ya bütün insanlar Müslüman olurlar ve Emîn Belde için oraya giderlerse, Mekke şehri, bütün bu insanları nasıl alacak?
Demek ki, Kur’ân’daki (Emîn Belde)den maksat başka şeymiş!