Geçen sayıdaki sohbetin devamı:

Emre – Tabiatta her şey mevcuttur. Küre radyoya hâmile idi. Nerden doğdu? Hangi beldedeki insanlar (İlim dişisi) ise onlardan doğdu. Bunu doğuran adam “Ben buldum!” diyor. Olmasaydı nasıl bulurdu? Demek, radyo tabiatta varmış ki bulmuş. Bulan, bir vasıtadır. Radyo, kendi kendine çıkmaz. Onu, o adamın ilmi meydana çıkarır. Âlim o ilmi nereden aldı? Yine Küre’den. Atomu nerden çıkardılar? Yine Küre’den. Geçen sene münevver bir insan: (Allah, işte bu atomdur!) diyordu. Ona: (Peki dedim, bu nasıl iş böyle ki, kul, kendi Allah’ını topraktan çıkarıp kendi eliyle bir yere toplayıp sıkıştırıyor? Böyle Allah mı olur, kulunun emrine mahkûm?). Hâlbuki herşey kula, kul da Allah’a mahkûmdur.

Atomsuz hiçbir şey yoktur. Şu ziyâ, ışık olmadan evvel atomdu. Onu ışık olmadan evvel, bir yere sıkıştırıp, parçalayabilirsen; o kadar çok büyük bir kudret elde edersin ki, bu kudret, çok büyük bir tahribat yapabilir. Topraktan çıkardığımız mâdenden yapmış olduğumuz bombayı yukardan atsak bu bomba toprağı delmez mi? Tahribatı kendinden kendinedir: Kendinden çıkar, kendini harâb eder. Medeniyetler de kendikendilerini yemiş, harâb etmişler. Bu terakkiler oraya doğru gidiyor.

S. – (Vahdet), vuslat mıdır?

Emre – Vahdet, aklîdir. Akl-ı cüz, ancak ona eriyor. İnsanı (Akl-ı Küll)e götürecek yegâne şey, (Muhabbet)tir. Şimdi sizinle konuşuyoruz. Ben sizi sevmesem, size söz söyler miyim? Siz beni sevmeseniz, dinler misiniz? Şeyh Küşterî’nin icadı olan bir tasavvuf oyunu var, ismi (Satranc-ı Urefâ). Küşterî, tasavvufu 100 hâneye sığdırmış. O oyunu oynamak, yüzlerce kitap okumaktan daha iyidir. Satrancın üstünde bir kalb var, içine (Vuslat) yazmışlar; orada (vahdet)in fevkinde bir hâl var. Orada kelâm yok; (Hâlî) bir biliş var. Bu biliş, bizim bilişimiz değil, Allah diyoruz amma, Allah’ın bildiğini bilebiliyor muyuz? Orada, bilgi değişiyor. Akıl, kendikendine kıyamıyor; kıysa, kendikendine bir dirilik zuhûr edecek. Akıl denilen damlanın, aklı yetmiyor ki, denize düşünce koca bir deniz olacak… İlle o damlalık ismi var ya, işte o benlik bırakmıyor.

Anamızdan doğunca hepimize bir isim koyuyorlar; koymasalar, kim kimi tanıyabilir? Burada kesret lâzımdır. “Tevhîd” âlem-i mezâhirde sökmez. Asıl tevhîd budur amma, bu (idrâk) onu idrâke kâfi gelmiyor. Bu (cüz idrâk) yürüye yürüye oraya karışır. Orası, bildiğimiz, duyduğumuz gibi değil. Oranın ayrı bir lisânı var.

Allah’ın birçok isimleri var… (Rezzâk) deyince, akıl oradan bir rızık umuyor. Bu, aklın görgüsüdür. Allah’ın diğer isimlerine göre de aklın birer görgüsü vardır. Fakat (Allah) kelimesi için hiçbir görgü tasavvur edemiyor. Lâkin şurayı unutmamalı ki, Allah’ı göremiyen, (Akl-ı cüz)dür; (Akl-ı küll) Allah’ı görüyor; yani Allah kendi kendini görüyor.

Bunun ötesinde bir (Yokluk) var ki akıl buna eremiyor. Onu anlamak için, adede sayıya tâbi şeylerin, tanıdığımız bildiğimiz bütün varlıkların yok olması lâzım geliyor. Burasını anlatmak için, Hz. Muhammed: (Lâ ilâhe illâllah!) demiş; biz de geri tarafını, yâni (Muhammed resûlullah!) diyoruz. Birinci söz, kendisi için, ikincisi bizim için (Lâ ilâhe) demek; bizim dînimizden evvelki dinlerin bize tahayyül ve tecessüm ettirdikleri şeylerin yok olmasıdır… Onu yok etmeden Allah meydana çıkmıyor. Akıl bunu bilemez… O da deniz gibi, sudur amma, nihayet bir damladır; damlada yunusbalığı olur mu?

Bu konuştuğumuz şeyleri tam mânâsiyle de ifade edemiyoruz. Çünkü misli ve misâli yok… Akıl, kendini kaybetmeden bunu anlayamaz. Bu da konuşmaynan olur. Allah’ın bütün sıfatları insanlardan zuhûr eder. Allah’ın bir ismi “Âlim” yâni bilici, bir ismi “Kelîm” yâni konuşucu; bir ismi de “Semî” yâni dinleyicidir. Bu hâller insanlarda yok mu? O halde herhangi bir insan, Allah’ın bilgisini (âlim) ve (kelîm) olursa, yani Allah’ın bilgisini bilir ve söylerse biz de (semî) olur, dinleriz.

Hakîkatte vakit diye bir şey yok; hep ân-ı dâim. Hani geçen vakitlerimiz? Elimizde birşey kaldı mı? Gelecekten de haberimiz yok. Ama gaflet daima zaman gözler, geçmişi de, geleceği de zaman zanneder. Gaflet olmasa, bu nizam-ı âlem dönmez… Gaflet uykusundan uyanmış olan bazı insanlar, gaflet perdesini ceplerine korlar; dünya işlerinde çalışmaya başlayacakları zaman onu yüzlerine geçirirler. Hz. Muhammed de Allah’ta fânî olduğu zamanlar: (Aman Yârabbi, beni eski hâlime dönder…) diye yalvarıyor. Böyle yapmasa, hep o âlemde kalsa, bizi alıp götüremez. Orada ne sen var, ne ben. İki ayna karşı karşıya gelse, birbirlerini görebilirler mi? Allah’a yaklaşınca, insanlarda böyle bir (hâl-i istiğrak) zuhûr eder; onlar insanları tefrîk edemezler. Arzu ile Kanber gibi; Çiftler karşı karşıya geçince, kendisi o; o, kendisi. Kendisi yok, o var. Zâten herkes sevdiği şeyde yok olup duruyor.

***

Bundan evvelki birkaç konuşma gibi, bu konuşma da Trabzon’da olmuştur:

S. – Bizim irâdemize irâde-i cüz’iyye, Allah’ınkine (İrâde-i Külliye) diyorlar; o halde bizim irâde-i cüz’iyyemizin, o İrâde-i Külliye yanında hiçbir hükmü yok demektir.

Emre – İrâdemizin adı (cüz’iyye)dir amma, gine de irâdedir; yâni bir işi yapmak veya yapmamak elimizdedir. O Küllî irâde, iyi veya kötü, yapacağımız her şeyde bize yardım eder. İrâde-i Külliye, otomobili yürüten kuvvete, bizim irâde-i cüz’iyyemiz de otomobilin direksiyonuna benzer.

S. – Bizler, Allah’ın oynattığı tiyatroda bir takım figüranlar mıyız?

Emre – İncir çekirdeğinde (ağaç olma) hâli mevcuttur; bu hâl, çekirdeği ekersek meydana çıkar, ekmezsek, mahvolur gider. İnsanda her şey mevcuttur; isterse, bütün bu kabiliyyetlerini inkişâf ettirebilir… Yine de, içinde hâkim bir kabiliyyet vardır; onu o Büyük Kudret verir.

S. – Şer işleyen insanın şerri Allah’tan öyleyse?

Emre – Değil. Çünkü (yapmayın!) diyor. Demek ki şer işlemek veya işlememek elimizdeymiş; Allah, insana şer işlemek kudretini de vermiş, işlememek kudretini de. Tosun, insanları süser, fakat isterse süsmez de; yani fenalık yapmayabilir.

İnsanoğlu anadan doğunca etrafını görmeye başlar; gördüklerini beğenir, onları kalbine yazar ve yapmaya çalışır. Bir de, çok sevdiği kimselerden, arkadaşlarından gördüklerini yapmaya çalışır. İşte kötü huyları, yani şerri, böylelikle öğrenir. Fakat kendisinde, bunları yapmamak irâdesi de vardır. İnsanlar, bu kötü huylarının bir kısmını kolaylıkla tashîh edebilir; fakat bir kısmını ancak bir hâmî kudretiyle, bir hâmî yardımıyla düzeltebilir.

Eğer şer Allah’tan olsaydı, fenalıkların yapılmamasını emreden, yâni şerri yasak eden Kur’ân gelmezdi.

S. – Tasavvuf kitapları Allah’a, aynı zamanda, (Hüsn-ü Mutlak) da diyorlar; yâni tam bir güzelliğe sahipmiş; peki niçin cemiyette bu kadar çirkin yaratılmış insanlar var?

Emre – Allah, hepimizi aynı güzellikte, aynı fikirde yaratsaydı, bizi hiç yaratmamış gibi bir şey olurdu… Kimse kimseyi tanıyamazdı. Herkes, sizin gibi öğretmen olsaydı kimi okutacaktınız? Allah, kendi varlığını bize göstermek için parça parça ve hiçbiri diğerine benzemez bir şekilde yaratmıştır.

S. – Mâdem ki ondanız, o halde her kötülük, yaptığımız her fenalık ona aittir.

Emre – Demin de söylediğimiz gibi, Allah’ı, otomobillere konan benzin gibi bir kuvvet olarak kabul etsek, biz de şoför olsak… Benzinin kuvveti otomobili iter, yürütür, biz de direksiyonu çeviririz. Otomobili bir uçuruma veya bir bağa götürmek bizim elimizdedir. Eğer böyle olmasaydı, herkes Allah’ta fânî olurdu, işin tadı kaçardı. Bir ağacın her tarafı meyva olamaz; dal da lâzım, kök de, yaprak da. Meyva insana vuslat eder, yaprak toprağa düşer. Yapraklar Allah’ın zâtı değil, sıfatlarıdır; ama sıfatlar da yine kendisini bildirmek içindir.

Bazı insanlar daima fenalık yapıyorlar; bunlar zevkte midirler? Hayır, bilâkis azâpta. Allah’ın bir yüzü (Celâl), bir yüzü (Cemâl)dir. Aklımızı, şehvet cereyânından kurtarır da, ayağımızın altına alırsak o (Büyük Güzelliği) yâni (Hüsn-ü Mutlak)ı görürüz. Erkek mi güzel, kadın mı?  Elbette erkek güzel, bütün mahlûkat’ın erkeklerine bak, onlar güzeldir. Fakat bu erkek güzelliğinden maksat, erkeğin maddî güzelliği değil, (Kâmil İnsan)ın mânevî, ahlâk güzelliği yâni (Hüsn-ü Mutlak)ıdır. İnsanın, bu güzelliği görebilmesi için, mutlaka bir (Ayna) lâzımdır.

İsteyen herkes Tanrı’da yok olma âlemine gidebilirler; bir orada, bir burada olurlar. Allah kimseye iltimas etmez.

S. – Demek bu hâl bir hıristiyandan da tecellî edebilir; öyleyse dinlerin kavâidi lüzümsuz?

Emre – Her dinin gayesi Allah’a gitmektir. Her din, kötülükleri takbîh ve yasak eder. Dinde cebir yoktur; din medeniyyete götürür insanları… Din bir terbiye mektebidir.

S. – Şu halde, iyi bir insan olduktan sonra, Müslüman veya Hıristiyan olmamızın bir farkı kalmıyor demektir.

Emre – Nasıl olmaz… Peygamber, (haberci) demekmiş. Yâni peygamberler, Allah âleminden haber veren insanlar demektir. Lâkin Îsâ, Muhammed kadar tarif edememiştir. Fakat aynı kudrettir ha!. Amma Hz. Muhammed, onların tekâmül etmiş hâlidir. Şimdiki demir sanayi, Dâvut peygamberin yaptığı kazma küreğin tekâmülüdür. Demircilik nasıl tekâmül etti? Senden bana, benden ona… Peygamberlik de o peygamberden bu peygambere geçe geçe Hz. Muhammed’de hitâm buldu.

Öbür dinler, hakîkati, bizim dinimiz gibi tamamiyle tarif edememiştir. Hz. Muhammed bu yolun nihayetini bulmuştur. Biz de bulabiliriz, fakat softa akliyle, yâni okuyup üfürme aklıyla değil, ilim ve tefekkür aklıyla.

Softalar anlamadıkları gibi, bilenlerin anlatmalarını da istemezler. Onlar, Peygamberimizi 1370 sene evvelki bir insan zannediyorlar; hâlbuki Hz. Muhammed bir havuzdur, içine düşen damlalar da onunla beraber olurlar. İnsanlar birer damladır amma, irâdeleri olan birer damla. Bu irâde onları havuz yapabilir.

S. – Allah, Îsâ’yı, Mûsâ’yı peygamber olarak kabul ediyor da onlara bu tekâmülü niçin vermiyor?

Emre – Îsâ, Mûsâ, Muhammed diye ayrı ayrı varlıklar yok ki, bir tefrîk olsun. Muhammed, bir zaman Mûsâ, bir zaman da Îsâ dediğimiz, tek bir varlığın tekâmülüdür. Siz evinizden çıktınız, buraya geldiniz; sizin sizliğiniz değişti mi? Muhammed de bir zaman Mûsâ adındaki evde, bir zaman da Îsâ adındaki evde oturmuştu.

S. – Şu halde bir Mûsevî Muhammedîlik hâline gelebilir, öyle mi?

Emre – Evet, gelebilir; çünkü onun aklı yürüyüp tekâmül edecek.

S. – Şu halde dinlerin faikıyyet iddiaları sâkıt oluyor?

Emre – Değil efendim! Sizin mektep kaç sınıf?  Şu kadar sınıf, her sınıfın bir hocası var ya? Amma müdür bir… Müdür hepsine birden şefkat etmez mi?

Başka bir misal: İlk ve orta okullar, liseler aynı Maarif’e bağlı değil mi? Allah hepimizi kendisine davet ediyor; fakat Mûsâ’lar, Îsâ’lar ve diğer peygamberler ilk, orta okulların, liselerin sınıf öğretmenleridir; bizim Peygamberimiz ise Maârif Vekâletidir. Onlarla O bir olur mu?