Geçen sayının devamı:

Tefekkür olmadan (Tevhîd) olmaz. En büyük deryâ tefekkürdür. Sade tevhîd değil, dünya ilimleri de tefekkürden doğar. İç varlığın da, dış varlığın da sahibi ve hazinesi tefekkürdür. Bütün ilimlerin mâdeni, hazinesi tefekkürün kazmasiyle meydana çıkar. Çünkü bir insan, herhangi bir ilmi tefekkür kazmasıyla kazarsa, o ilmin toprağından aşk ve zevk çıkarır.

Tefekkürsüz bir insan matlupsuzdur, matlupsuz insan ise maksûdsuzdur. Tefekkür sahibi insan, arkaya hiç bakmaz, her vakit öne, ileriye bakar, çünkü terakki ön taraftadır. Hz. Muhammed bize: (Tefekkür edin!) demiş. Biz kat’iyyen tefekkür yolunu tutmamışız; tutsaydık, geri kalmazdık. Biz tefekkür yerine taassup öğrenmişiz. Tefekkür derken, ağzımızdan taassup çıkıyor.

***

Emre – Evini herhangi bir kimseye kiraya veriyorsun da, müddeti dolduğu zaman çıkarmak istiyorsun, çıkmıyor. Bizim kötü ahlâkımız da böyledir; kolay kolay bizi terketmek istemez. Gönül evimizi bir kere sahibine teslim etsek, artık oraya kötü ahlâk hayvanları giremez… Eskiden, padişahlar hangi evin kapısından girmişlerse, o kapıdan artık başka kimselerin, girip çıkmamaları için, kapıyı kapatır, örerlermiş. Biz de gönül evimizi Mânevî padişaha teslim edebilsek…

***

Emre – Çocuk bir şeyi kırmak istiyorsa, ona bağırıp çağırarak, şiddetle: (kırma!) deme… Elinden geliyorsa, kırmanın zararlarını anlat. Anlamazsa, bırak kırsın; kırsın ki o devreyi atlasın, geçsin. Çocuğa hiddetle: (Dur, yapma!) dersen, aklı körpedir, nâziktir, korkar, esahtan durur.

***

Mahkeme ve dâvâ işlerinden bahsedilirken, Emre şunları söyledi:

– İçimizde bir haksız var; onu, nasıl dâvâ edeceğiz? İstidâyı, kime yazdıracağız?  

***

Emre – Söz söylemek çok zor şey, ben söz söylemeye korkarım ki söylerken, karşıdakinin kalbini kırarım diye. Çünkü onun kalbi de bizim kalbimiz.

***

Emre – Bâdemcik asabî adamlarda olur. Bâdemcik, aklın, beynin süzeği, filitresidir. Sıkıntı, keder, düşünce fazla gelince bâdemcik büyür. Bir insandan asabiyyet giderse, kendi kendine geçer… Ameliyat etseler de, yerinde ufak bezler hâsıl olur.

***

Emre – Yazı satır satır okunur. Birinci satırı bitirmeden ikinciye geçemezsin. Tasavvuf, bütün satırlar bittikten sonra başlar. Tasavvuf da bittikten sonra artık tarif yok; çünkü lezzet ve zevk başlar.

Kur’ân, emir, nehiy ve aşk âyetlerinden ibârettir. Âşık olmayanlar, aşk âyetlerinden anlayamazlar. Akıl, baliğ olmamış bir çocuğa, vuslat lezzetinden bahsetsek, çocuk belki o sözleri tekrar edebilir, fakat vuslatın tadını alabilir mi?

***

Emre – Nefis, fırsatı hak zanneder; iyi veya kötü her fırsattan istifâde etmek ister.

***

Emre – Ben dikkat ettim, kefenin cebi yok: Yâni bu dünyadan göçerken, beraberimizde hiç bir şey götüremeyiz.

***

Emre – Bir bahçede, çeşitli ağaçlar vardır. Bunlar, ömürleri bitince kururlar. Ağaçlar, ne kadar yan yana dursalar, hâlleri birbirlerine geçmez. Hâl geçişi, ancak aşı ile olur. Birini kesip ötekine aşılarsan geçer.

İnsanlar da böyledir. Birbirlerine benzemezler. Size ve aklınıza benzer başka bir kimse ve başka bir akıl, yaratılmamış ve yaratılmayacaktır. Bir bağdan bir üzüm tanesi alsak, bu tane, bağdaki diğer tanelere benzemez. Bütün bunları muhît bir “varlık” vardır ki, o kendi kendine benzer. Ona benzemek için ondan aşılanmak lâzım.

Terakki, kendimizden doğanı kendimize mürebbî tutmakla olur. Avrupa’ya bak: Tekâmül son gelendedir. Manevîyyette de böyle.

Siz annenizden daha ileridesiniz. O size tâbî olacak. Çünkü siz, annenizin bildiklerini öğrendiniz. Bu bilgiye siz de yeni bilgiler kattınız. Fakat tâbî olmak zor.

Bizim refîka da böyle. Şefkatinden, kızlarını sıkar. Zannediyor ki, onlar kendi başlarına bir iş yapamazlar; hâlbuki onlar Enstitü’yü bitirdiler. Lâkin o, bunu bir türlü kabul edemiyor, garezinden mi? Hayır şefkatinden. Şefkat yapıyor bunu. Fakat şefkatden de olsa, her sıkan, sıkılıyor demektir. Birisinin boğazını kuvvetle sıksan, sen de yorulursun.

V-el- hâsıl içinden çıkması çok zor. Akıl, bir kafes; rûh, onun içinde hapsolmuş bir bülbül. İçinden çıktık mı, tamam. Rahatlık, o zaman. Demin konuştuğumuz “ölmeden evvel ölmek!” dedikleri şey budur… Zâhir ilim âlimleri bunu anlamıyorlar. “Allah’ın işine karışma!” derler. Hâlbuki Allah her işimize karışmış. Yaptığımız her iş, Allah’ın işi. Biz onun amelesiyiz.

Her insan, ister ve irâdesini kullanırsa, “Ölmeden evvel” ölebilir. Her insan büyüktür; fakat küçüklüğünü bilirse… O büyüklük de bizim değil, Allah’ın büyüklüğüdür.

Hz. Muhammed; “Ümmetlerimden bazıları, geçmiş peygamberlerden kuvvetlidir!” diyor. Bu adamlar maddî tahsîlden başka bir tahsîl görürler. Bunlar bir kere derslerini aldılar mı, isterlerse Bağdad’a gitsinler, o aşk onları işler durur.

S. – Hevâ-yı nefse uyanlar bir azâb görecekler değil mi?

Emre – Zaten daha uyarken, azâb çekmeğe başlarız… Nefsin her arzusu, kendisi için bir azâb. Bir evin içindeki insanlar, o evin kilerindeki yiyecekleri yemezler mi? İçimize giren kötü ahlâklar da, bizim manevîyyatımızı yiye, yiye bitirir. Temiz ahlâklar da bizi yer amma, onlar bizi büyütür. Duygumuz, görgümüz, sözümüz değişir.

Şu güzel vücutlarımız, hep akıllarımıza mahkûmdur. Akıl da bir manevîyyattır; yönümüzü hangi aynaya dönersek, oradan bir aşı alırız. Neyi sevdiysek, o ahlâk bizi yemektedir. Dünyanın bütün parası, ilmi bizim olsa, gel! dedikleri zaman ne fayda eder? Tabiata mahkûm olanlar, bu dünyadaki azâplarında fânî olmuşlardır.

İnsan, bu âlemde ne yaptıysa çeker amma, o cehennem aklın bildiği gibi maddî bir ateş değil; daha şedîd bir ateş. Hûrili, gılmânlı bir cenneti de akıl istiyor. Hâlbuki cennet çok tatlı bir âlem ama, anlatması güç.

***

Emre – Mandayı başından ince bir iple bağlarlar; ipi koparamaz. Belinden bağlasalar, koparır. Bizim yanlış bâtıl inanışlarımız, hurâfelerimiz de bizi başımızdan bağlamıştır; onun için bunlardan kurtulamıyoruz.

İnsanlar, hayattayken ve irâde kuvvetleri tükenmeden, akıllarını asıl sahibine teslim ederlerse ne âlâ; yoksa akıllarının içine hapsolurlar. Hapsolan insan, bir ilim tahsîl edebilir mi? İçinde hapsolduğumuz akıl eskirken, biz de beraber eskiriz. Aklın arzuları bizi yer, bitirir.

***

Söz, İmâm-Hatîp mekteplerinden açılmıştı. Emre’ye, bu husustaki düşüncesini sordular:

Emre – Kupkuru hâfızlıktan ne istifâde edilir? Eğer Fizik, Kimya, Müzik ve diğer dersleri de okuyorlarsa, iyi olur.

***

Emre – Allah, insanları yaratırken, onlara bir hayat yolu tâyin eder; fakat bizim o yoldan haberimiz yoktur. Bu hayat yolundan sene sene râzı olarak geçmeli. Herşeyi hoş görmeli. Böyle kabul edilirse, öyle bir kabiliyyet zuhûr eder ki.

***

Makine ve mâden sanayii bakımından geri kaldığmızdan bahsedilirken, Emre şunları söyledi:

– Biz ihtiyaçlarımızı dışardan alınca, o ihtiyaçları biz doğuramadık, yapamadık.  

Almanların Yahûdîleri memleket dışına çıkarmaları bizim için iyi bir fırsattı. Onlardan mâdenlerimizi işletecek elemanlar alsaydık, çok iyi olacaktı. Mâdenleri işletilmeyen bir memleket, ileri gidemez. Bizim kadar mâdeni zengin bir memleket yoktur. Fakat ne fayda ki ilimde fakiriz; istifâde edemiyoruz. Geçen sene bir İngiliz traktör mühendisi, bizim krank yatağı yaptığımıza inanamıyordu. Ben takımları aldım, gittim… Bana baktı: “Bu mu yapacak?” dedi. Yatak yapıldıktan sonra “Nasıl buldun bunun haritasını? Lâboratuvarda mı?” dedi.“ Hayır, tecrübe ile buldum” dedim. “Bizde bunlar kurulmuşken, neden siz bizden öğrenip mâden lâboratuvarı açmıyorsunuz? “ demişti.

Bizim fabrikalar hep mensûcât fabrikası. Bunlar fabrika sayılmaz. Mensûcât fabrikalarının makinelerini yapabilmeliyiz ki.

San’at, altının kıymetini düşürdü, küçücük bir çelik altından daha kıymetli. Şu kadarcık bir saat 150 -200 lira.

Ticâret bizi kurtarmaz. Millî servet senden bana, benden ona devrolup duruyor. Bu, bir nev’î kumardır. Hâriçten bize döviz temin edecek sanayî kurulmalı.

İnsan, kendinden doğana, yâni onun ilmine tâbi olmazsa terakki edemez. Bizden sonrakilerle iftihar etmeliyiz; hâlbuki biz kendimizle iftihar ederiz. Bizi geri bırakan budur.

***

(Şir-pençe’den ve Yavuz Sultan Selîm’in bundan öldüğünden konuşulduktan sonra Emre şunları söyledi):

Emre – Vücudun şir-pençesi fena, elinde kuvvet yoktur amma, kuvveti senden alır, sana karşı kullanır, sana zarar verir.

O, bir gölgedir; yâni onun senden ayrı bir varlığı yoktur. Fakat ışığa arkanı döndün mü, gölge, senin önüne geçer. Adetâ, insana benzer. Gölgeden başka bir şey olmadığı halde, seni önce önüne düşürür, sonra da nice kuyulara düşürür.

Sen onu yürüyor zanneder, arkasına düşersin. Hâlbuki yürüyemez; çünkü bir gölgedir. Sen yürüdüğün zaman o da yürüyor görünür.

Ona tâbi oldun mu, başlar isyan, başlar inkâr. Vücuda değnek deyince, vücut ağrır ya, o isyan değneği de akla değer, aklı ağrıtır. Fakat bu ağrı çok da tatlı gelir.

Onun için insan kendi gölgesine aldanmamalı. Bunun da çaresi, yüzümüzü ışığa dönmektir. Biz ışığa doğru dönünce, o, arkamıza saklanır. Ama yine dikkatli ol hâ! Şeytân dedikleri budur; ne ölür, ne kaybolur; arkanda bekliyor.

***

Bir gün de, talebelerin ekseriyetle çalışmadıklarından ve muvaffak olamadıklarından bahsedilmişti;

Emre – Bir evde küçük kaplar var, 15 -20 kilo su alan kaplar da var. 200 gramlık kaba 15 kilo dolduramazsın. Talebeler de 14 -15 türlü dersin hepsini yapamaz. Çocukları, kabiliyyeti olan tarafa sevk etmeli. Zaten ayrılmamış mı? Ayrılmıyor mu? Meselâ bir talebe, sonra edebîyyat öğretmeni oluyor. Bunun, öğrendiği öteki bilgilerin birçoğu boşa gitmiyor mu? Hâtip ruhlu olana hitâbet öğretmeli.

Doktorluk da böyle değil mi? İhtisasa ayrılmıyorlar mı? İşin aslını ararsan, kulak mütehassısının, kalp muayenesine selâhiyeti olmamalı. Çünkü kalbin ve kalp hastalıklarının, bütün inceliklerini bilmediği için, belki kalbi bozabilir.

***

Emre – Tasavvuftaki ölüm, bu vücut içindeyken bir hâlin zuhûrudur. İnsan, bu hâle düşmedikçe onu idrâk edemez.

İnsan için kat’iyyen ölüm yoktur. Hiçbir şey de ölmez ya.

Ölüm çok kıymetli bir şey olduğu için “korku” kasasının içine saklamışlardır. Koca Muhammed, ölümü o kadar tarif ettiği halde kimse anlamamıştır.