09 Mart 1953 | Sayı: 68

23 Mart 1953 | Sayı: 69
23 Şubat 1953 | Sayı: 67

Şarkışla’da manifaturacılık yapan Bay Mustafa Öztemiz ile yapılan konuşmadan notlar:

Öztemiz – Suallerimi, sizi imtihan etmek kasdıyla değil, öğrenmek için soracağımdan emin olmanızı isterim.

Emre – Bizim için ayrı, gayrı yoktur. Siz kendinizden kendinize soruyorsunuz demektir. Çünkü siz de (Tevhîd) zincirinin bir baklası, bir halkasısınız.

Size cevap verecek olan, ben değilim. Siz o (Kudret)e sorup ondan cevap alacaksınız. Bizler o (Kudret)in yanında birer çocuğuz. O bizim manevî annemizdir. Ondan her şeyi sormak hakkımızdır. İmtihan kasdıyla da sorsak, o darılmaz. Bir çocuk annesinin üstünü ıslatmaz mı? O bu ıslaklığı hoş görür ve memnuniyetle temizler.

Öztemiz – Allah’ın öz adı nedir?

Emre – Lâ ilâhe .

Öztemiz – Ahlâkın ve ahlâklı olmanın yolu nedir?

Emre – Ahlâk ve edep küle benzer. Odunla kül arasındaki yegâne yol ateştir. Yani odun ateşte yanmadıkça kül olamaz. Bizim fena huylarımız da İlâhî aşk ateşinde yanmadan ahlâk ve edep külü hâsıl olmaz.

Öztemiz – Aşk kendi kendine mi gelir?

Emre – Kendi kendine de gelir amma, bizim istememiz lâzım.

Öztemiz – Bu mezheplere, tarîkatlere ne diyorsunuz?

Emre – Muhammed zamanında mezhep var mıydı?

Öztemiz – Hayır.

Emre – Allah zamanında da Muhammed yoktu. Bu mezhepler, yollar, tarîkatler; köprüden sonra muhtelif istikametlere ayrılan yollara benziyor. Yol, Mezhep, Tarîkat, bunlar kesrettir. Tevhît’den büyük makam var mı? Noktada yol olur mu?

Makam da bir belâ ha!.. Sıfırdan yukarıya doğru gittikçe nâ-mütenâhî rakam var. Sonunu bulamazsın. Sonu bulmak için büyümek değil küçülmek lâzımdır. Meselâ ona kadar mı çıkmışız? Dokuz, sekiz, yedi, altı, derken sıfıra indik mi rahata kavuştuk demektir. Çünkü ondan aşağıya sayı yok. Sıfır ise bir noktadır. İş, o (Nokta) yı bulmakta. Orada ne makam vardır, ne derece.

Öztemiz – Ruh nedir?

Emre – “Ruh!” Arapçada “git!” demek. Hz. Muhammed’e sormuşlar da “Rabbın emri” demiş. Nasıl anlatsın? Sözü yok ki… Söylense, anlaşılmaz. Biz yok olup da “zevk-i küllî”ye karışınca anlaşılır.

Öztemiz – Cin, melek için ne diyorsunuz?

Emre – Gökte cin, melek, şeytan var diyorlar. Gökte böyle şeyler yok. Tıp ilmi Hz. Muhammed’in mânevî görgüsüne doğru gidiyor ama henüz oraya yaklaşmış değildir. Fen, mikroskopla kanımızda birçok faydalı ve zararlı mikroplar olduğunu görüyor. Muhammed bunları mânevî mikroskobu ile görmüş, faydalı olanlarına ulvî cin, zararlı olanlarına süflî cin demiştir. Vücudumuzu meydana getiren ve yaşatan o kadar çok sanatkâr mikroplar vardır ki… Bunların kendilerine göre gözleri, kulakları, konuşmaları vardır. Bunların her biri bir melektir. Kıl yapan melekler ayrı, boyayanlar ayrı, kemiklere kireç götürenler, gözümüzün, kanımızın rengini verenler yine ayrıdır. Melek kanatlı bir kadına, şeytan da kuyruklu, kulaklı bir mahlûka benzer bir şey değildir. Şeytan, nefsimizdir, kötü ahlâkımızdır.

Öztemiz – Zevkin sonu nedir?

Emre – Yine zevk .

Öztemiz – Şu halde nihayeti yok?

Emre – Bir şeyin ki sonu vardır, o şey ölüdür. Zevk ölmez, sonsuzdur.

Öztemiz – Ölüm denen şey, zevk ve tasavvuf âlemine girer mi?

Emre – Hayır. Ölüm denen şeyin aslı yok ki girsin. Hiç bir şey ölmez. Biz ölüm diye bir şey bilmiyoruz.

Öztemiz – Biz bu vücudun kayboluşuna ölüm diyoruz.

Emre – Akıl öyle diyor.

Öztemiz – Niye korkuyoruz?

Emre –  Ölü olduğumuzdan. Dirilsek bir daha korkmayız.

Öztemiz – Onbeş gün evvel bir kaza geçirdim. Bindiğim at, birdenbire parladı, bir tel örgüsüne çarptı; tele çarpıldığımı biliyorum, o kadar. O anda beni birisi kucakladı. Onun kucağında o kadar tatlı bir âlem geçirdim ki, târif edemem. Dille anlatılamaz. Tatmayan bilmez. Beni sarsarak kaldırmışlar. Beni o tatlı âlemden ayırmamaları için “bırakın yahu!” diyordum. İyi olup kalkıncaya kadar o hâlin lezzeti gitmedi. Bunun öte tarafı var mı? Bu kalıptan çıkınca bu hâli mi göreceğiz, yoksa daha iyisini mi?

Emre – Daha iyisini.

Öztemiz – Şimdi görsek ne olur?

Emre – Gör.

Öztemiz – Tekâmül var mı?

Emre – Var da; tekâmülü de yıkmak lâzım.

Öztemiz – Yıktık, yıktık, sona vardık; sonra?

Emre – Sonu yok.

Öztemiz – Tasavvuf yolunda gâyeyi bildiğim, anladığım hâlde tatbik edemeyişim neden?

Emre – Daha anlaşılmamış da ondan. Bazı şeyleri gözle görmek kolay da yapmak zordur: Meselâ yüzmek. Yüzen bir adamın hareketi bir “hâl”dir. Tarifle veya görmekle yüzme fiilini yapmak mümkün mü? Yüzme bilmeyen bir insan aynı hareketleri yapsa, batar. Canından vazgeçecek ve bilfiil uğraşacak ki öğrensin, o hâl, kendisine geçsin. “Niye yapamıyorum?” diyen mutlaka yapacaktır. Biz ortadan çıkacağız da, yapacak olan yapacak. Biz varken o yapmaz.

Öztemiz – Oruç, “uruç” mânâsına mıdır, aç durmak mânâsına mı?

Emre – Ben lûgat bilmem. (Bulunanlara hitaben) ; Ne demektir oruç?

Cevap verildi:

– Oruç kelimesi, farsça “gün” mânâsına gelen “rûz” kelimesinden çıkmış. Acemler oruca “bir günlük aç kalma” mânâsına “rûze” demişler. Türkler “r” ve “ı” harfiyle başlayan kelimeleri, başa bir sesli harf getirerek söylerler: İrecep, ıramazan, ilimon gibi. “Rûze” kelimesi de “urûze” “urûze” derken “oruç” olmuş.

Emre – Nasreddin Hoca’nın dediği gibi: “Seferberlikte İzmir’e gitmiştim. Orada satılan bir sigara kâğıdının kabında Nasreddin Hoca’nın resmi vardı; elinde de bir keleb ip. Resmin altında da şu yazı vardı: Oğlunuzun adını “Eyüp” koymayın; kullanıla kullanıla “ip” olur. “Rûze” nin “oruç” olması da buna benziyor.

Gelelim oruca: Hz. Muhammed Allah’a açlıkla vâsıl olmuştur. Ramazan da onun uzun bir müddet devam eden riyâzatının, yani aç kalışının son ayıdır. Bu uzun açlık devresinin son ayının 27 inci gecesi Allah’la bir olduğunu anlamış. Kıymetinden dolayı bu geceye “Kadîr gecesi” demiş. Arapçada “Kadr” kelimesi kıymet mânâsına geliyor. O gece, o zamana kadar görmediği tecellîler müşâhede etmiş. Ramazanın 28, 29 ve 30. günlerinde o gördüğü “Vuslat”ı ve müşâhedeyi tefekkür ediyor, anlamaya ve hazmetmeye çalışıyor. Nihayet 30. günü meseleyi hâllediyor, hakikati anlıyor. Hakikati anladığı ve bildiği bu güne “arefe” diyor. Arapçada “arefe” demek “bildi” demektir. Görülüyor ki “kadîr” ve “arefe” isimleri bile manîdardır ve bir hakikatin ifadesidir.

Hz. Muhammed, hakikati arefe günü anlayınca bayram yapmıştır. Bayram demek sevinmek demektir. İnsan mâlik olduğu bir şeyin güzelliğini anlamadan ona sevinebilir mi? Muhammed de hakikati anladıktan sonra sevinmiş, bayram yapmıştır.

Bu, Ramazan Bayramıdır. Kurban Bayramı İbrahim’den kalmadır. Kurban Bayramı, Hz. İbrahim’in bütün sevgileri atıp Allah’ı sevdiği gündür.

İbrahim, İsmail olmadan evvel, Allah’a yalvarır, “Bana bir erkek çocuk ver, sana en sevdiğim şeyi kurban edeyim” demiş. Nihayet duası kabul oluyor, İsmail dünyaya geliyor. İbrahim çocuğu o kadar seviyor ki, değil Allah’a olan vaadini, Allah’ın kendisini bile unutuyor. Zamanla ilâhî zevki de kaybediyor. Bu hâl kendisini çok müteessir ediyor: “Yârabbi, bana ne oldu böyle? Seni kaybettim. Nerelere gittin?” diyor. Allah da “Ey İbrahim! Sen, bir çocuğun olursa, en çok sevdiğin bir şeyi kurban etmeyi vaat etmiştin; vaadinde durmadın; onun için böyle oldu” diyor, İbrahim: “Peki Yârabbi” diyor ve bir deve kurban ediyor. Fakat o mânevî karanlık, mânevî kesafet devam ediyor. Keçi kurban ediyor, olmuyor. Nihayet anlıyor ki en sevdiği şey, oğlu İsmail’dir, onu kurban etmeğe karar veriyor. Çocuk meseleyi anlıyor, korkuyor. Babası: “Oğlum, sana korku veren şeytandır, ona yedi taş at” diyor. “Yedi taş” sözü ile de iki göz, iki kulak, iki burun deliği ile bir ağızdan ibaret yedi delikli “insan başı” na işaret olunarak, şeytanın “insan nefsi” olduğu anlatılmak istenmiştir.

İbrahim, oğlunu hakikaten kesmeğe karar verip de bıçağı eline alınca o eski ilâhî ışık içinde tekrar yanıyor. O vakit anlıyor ki İsmail’i kurban etmek, onu kesmek boğazlamak değil, onun sevgisini icabında gönülden çıkarıp Allah’a fedâ edebilmekmiş. İşte bunun içindir ki Allah, İbrahim’in İsmail’i kesmesine müsaade etmiyor ve güya gökten bir koç indiriyor. Gökten koç iner mi? Bu bir rumuzdur; yani nefsin kurban edilmesi icab ettiğini gösteren bir rumuz.

İbrahim, içinde o eski İlâhî ışık tekrar yandıktan sonra bayram yapmış. Bayramı İbrahim yapmış, biz de onu taklit ediyoruz.

Öztemiz – Peki, zekât nedir?

Emre – Zekât iki türlüdür; maddî zekât, mânevî zekât. Maddî zekât malum: malın mülkün ve paranın zekâtını vermektir. Mânevî zekât, ilmini dağıtmaktır.  Hz. Muhammed gibi. Maddî malın zekâtı 40 da birdir. Mânevî malın zekâtı, bilgisini vermektir.

Öztemiz – (Men arefe nefsehu fekad arefe Rabbehu) yani (nefsini bilen Rabbını bilir.) sırrındaki esrâr nedir?

Emre – Kur’ân’da (nefsinizi öldürün!) diyor. İnsan, düşmanının kim olduğunu bilmeden onu nasıl öldürür? Evvelâ nefsimizi bileceğiz, öldüreceğiz, ondan sonra Rabbımızı bileceğiz. Nefsini bilen Allah’ı değil, Rabbını bilir ve bulur. Allah’ı Rabbını bilen bilir.

Öztemiz – Allah’ın bir ismi Bâtın, bir ismi Zâhir. Ne vakit Zâhir olur?

Emre – Vakıtlar bitince; yani vakıt kaydından kurtulunca.

Öztemiz – Vahdet, maiyyet, akrâbiyyet, muhabbet derecelerinin farkı var mı?

Emre – Bu söylediğiniz şeylerin sırası ters. Biz böyle şey bilmiyoruz amma, eğer varsa sırası şöyle olmalı: Muhabbet, akrebiyyet, maiyyet, vahdet. Çünkü vahdet tecellî ettikten sonra ne akrebiyyet, kalır ne makrebiyyet. Siz buraya gelmek üzere Şarkışla’dan çıktınız, ilk merhale olarak Kayseri’ye, ondan sonra Niğde’ye uğradınız; şimdi buradasınız. Oralar kaldı mı şimdi?

Öztemiz – Kur’ân’da bazı âyetlerde Allah’ın “ilmiyle muhît, bazı âyetlerde de doğrudan doğruya muhît” olduğu bildiriliyor bu ne demektir?

Emre – Biri “ilm-el-yakîn” diğeri “ayn-el-yakîn” e işaret.

Öztemiz – Peki niçin böyle demiş?

Emre – Yerine ve adamına göre böyle demiş.

Öztemiz – Böyle olur mu?

Emre – Olur ya. Nefsine mahkûm insanlara “nefsinizi öldürün” diyor. Nefsini öldüren insanlara ise “nefsinize zulmetmeyin.” diyor.

Öztemiz – Huzûr nedir?

Emre – Huzûr, “Mutmain” kapısını bulup rahat etmektir.

Öztemiz – İnsan nedir?

Emre – Vicdânı uyanan “beşer”dir. İçindeki bu ışık, insanın dışını da tamamen kapladı mı “Âdem” olur. Kur’ân’da kendisine secde edildiği bildirilen “Âdem” işte bu Âdemdir.