Geçen sayıdaki sohbetin devamı:

Emre – Bu hâl herkeste tecellî edebilir.

S. – Nasıl gidilir bu yola?

Emre – Tefekkürle. (Bir saatlik tefekkür, 70 yıllık ibâdetten daha hayırlıdır!) dememiş mi Peygamberimiz.

S. – Birşey bilmeden ne tefekkür edeyim?

Emre – Çok doğru; fakat her türlü tefekkür insanı kötülükten men’eder. Meselâ, şöyle bir tefekkür olsa: Gözümden gören ben miyim, yoksa başka bir Kudret mi?

S. – Sonu gelmiyor ki… Beni bedbîn yapıyor bu tefekkür; tatmin etmiyor; içimde bir boşluk hissediyorum, büyük bir kuvvete sığınmak ihtiyacını duyuyorum.

Emre – Birçok hastalıklar gibi, bu hâl de irsidir, babanızdan intikâl etmiştir. İçinde bir boşluk hissetmişsin; bunu ibâdetle hissedemezdin. Hissettiğin boşluğun dolu tarafı da var ki o da, ya tasavvuf eserleri okumak ya da o eserleri okumuş kimselerle konuşmaktır. Böyle yaparsak, görüşümüz, bilişimiz değişir, ne korku kalır ne birşey… İnsan dostundan korkar mı? Zaman gelir ki, Allah korkusu kalmaz; insan o zaman âşık olur; bunun arkasından da bir sevgi zuhûr eder.

S. – Ölür ölmez Allah’a gidecek miyiz?

Emre – Ölmeden gideceksin… Bundan sonra bir aşk zuhûr eder ki, tarifi mümkün değil.

S. – İnsan Allah’ı şu beş duygusu ile idrâk etmek istiyor.

Emre – O beş his, bize, Allah’ın zâtından gelmedir… Suların yönü denize olduğu gibi, bizim bilgilerimiz de Allah’ın zâtına doğrudur. Allah’ın bir ismi (Âlim), bir ismi (Basîr), bir ismi (Kelîm), bir ismi de (Semî)dir. Bu kudretler bizde de var; ondan gelmiştir. Allah (Ve nefahtü fihî min rûhi) demiyor mu? İşte bazı insanlar bize, böylece üflerler. Allah, onlar vasıtasiyle bize kendi nafakasından nefh eder. Bir aynayı güneşe tutarsın, güneş aynanın içine girer; ondan sonra o ayna ziyâyı başka eşyaya aksettirir, işte bunun gibi.

Her varlık, aklı neye eriyorsa, oraya doğru akıp gidiyor. Bunu anlatmak için (Hâzâ yevmünnüşûr!) dediği, hangi gün? İşte bugün! Baksana (hâzâ) demiş; hâzâ demek (bu) demektir. Ölürken, aklında ne varsa, o’sun. Fakat (Nokta-i Vâhid)i bulduktan sonra ne korku kalır, ne ihtiyaç. Bu hocalık, dervişlik, yani tekkelik, medreselik bir iş değil. Sizler, eski zaman hocalarından çok yükseksiniz; çünkü siz bu meseleleri konuşuyorsunuz; hâlbuki onlar, bunları konuşmayı günâh sayarlar. Günâhın ne olduğunu bilmedikleri için, bu meseleleri konuşmayı günâh sayıyorlar;  hattâ Kur’ân’ı olduğu gibi tercüme edemiyorlar, korkularından… Bir de bakıyorsun öbür taraf, bir İngiliz, Kur’ân’ı olduğu gibi tercüme ediyor… Ne kadar hoşuma gider. Hâlbuki biz Kur’ân’ı harfi harfine tercüme edemiyoruz; yani anlamadığımız veya işimize gelmeyen yerleri tefsîre kalkıyoruz hâlbuki Kur’ân’ı ehli mezâhir tefsîr edemez.

İlim insanı kurtaramaz. Hadi Kur’ân’ı Türkçeye çevirdik; bizde Kur’ân’ın hâli tecellî etmezse, Kur’ân’dan hiçbir şey anlayamayız. Eğer Kur’ân sadece dış mânâsından ibâret bir kitap olsaydı, Arapların hepsinin evliyâ olmaları lâzımdı çünkü onlar, Arapça biliyorlar. Hâlbukî Türkler, Araplardan daha çok evliyâ yetiştirmişlerdir.

İnsanın aşkı olmazsa Allah’tan istifâde edemez. İnsan, tad alma hassası olmazsa, şekerden ne anlar?

Allah’a bağlanan insanlar, bunamazlar. Bu vücut tabiattan çıkmıştır, ona mahkûmdur; onun için ihtiyarlayacak ve çürüyecektir. İş, aklın ihtiyarlamamasında yani bunamamasındadır. Allah’a âşık olanların zekâsı, gittikçe artar. Bir devre, yani muvakkat bir zaman için donuklaşır gibi olur amma, arkası ışıktır. Ben bu doğuşları söylerken ne söylediğimi bilmem. Şimendiferden çıkıp, dükkân açtığımız sene traktör yatakları gelmiyordu hariçten; harp vardı. Yatağın yapıldığı mâdenin üstünde bir boya var, asıl iş onda; ben tecrübeyle o mâdeni müşkülâtla tutturmaya çalışırken kendimden geçerdim, bu doğuşlar doğardı; kaynak da mükemmel olurdu. Yani demek isterim ki bu tefekkür, işimize, vazifemize mâni olmaz. Zaman gelir ki, talebeye ders verirken dilinden söylenen sözlere hayret edersin. Ben hakîkaten âcîz bir adamım; fakat o Kudret’e murâbıt olunca, benim âcîz ağzımdan o Kudret söylüyor. Yüksek profesörler gelir, suâl sorarlar; ben oraya murâbıt olunca onların da müşkülleri hallolur. Allah zâlim mi ki kendine bağlanan insanı alıklaştırsın?

S. – Bazı insanlar cezbeye gelirlermiş?

Emre – Bir insanın, Allah! derken aklı başında ise, o hâl cezbe değildir.

Mevlânâ cezbeden döner sıçrardı. Hz. Muhammed de cezbeden sıçrar, oynardı. Birgün sohbette konuşurken, kalkıp fırıl, fırıl dönüyor. Mecliste bulunanlardan biri: (Yâ Muhammed, amma da oynadın hâ!) diyor; o da: (Sus! Bu senin bildiğin gibi değil; buna cezbe-i ilâhi derler!) diye cevap veriyor.

Her şeyi yaptıran, harâmı helâl ettiren, ilâhi cezbe olan aşktır. Mevlânâ bir devre, kadınlardan hoşlanmazmış, arkadaşlarına da: (Kadın sesi dinlemeyin!) dermiş. Birgün, yine arkadaşlarıyla beraber gezerlerken bir yerden mevlid okuyan güzel bir ses, bir kadın sesi işitiyorlar… Mevlânâ duruyor ve meftûn, dinliyor. O dinlerken, arkadaşları birbirlerine: (Bize: “Kadın sesi dinlemeyin, günâh!” derdi, kendi dinliyor..) diyorlar. Oradan ayrılıp bir yere gidiyorlar; orada Mevlânâ’ya soruyorlar: (Hani sen: “Kadın sesi harâm!” derdin, niçin bugün kendin dinledin?). Mevlânâ da şu cevabı veriyor: (Artık kadın sesi bize helâl oldu; çünkü kalbimize aşk geldi. Ben o kadından, aşka bürünmüş sesi yani Allah’ın sesini dinledim…)

Okunan şeylerin sesi ve sözü; dinleyen kulağın mânevî terbiyesine göre mânâ alır. Kur’ân’ı bir kadın okursa, bu harâm mıdır?

***

Söz sırasında nezleden bahsedilmişti: o münasebetle Emre, şunları söyledi:

Emre – Bazı hayvanlar nezle olur olmaz ölür. Meselâ merkep derhal ölür. At biraz dayanır; yani nezleden az ölür. Atlardaki nezleye sakağı derler. Koyun daima nezlelidir. Nezleye en çok dayanan, insandır; buna rağmen nezle insanları deli bile eder… Bazılarında sinüzit yapar. Beyinde faaliyet yaptığı için tehlikelidir. El ayak felci, hattâ umûmî felç bile yapar. Çok nezle olan insanlar nezleden korkmasınlar. Çünkü vücut, beyin muâfiyyet kazanır. Bütün âzâmızın sinirleri beyinden çıkar. Kadınların saçları gibi, soldakiler sağımızdaki âzâmıza, sağdakiler de solumuzdakilere hükmeder. Vazifeleri, telgraf tellerinin vazifesine benzer.

İcad edilen bütün âletlerin esası, insan vücudundan alınmıştır. Meselâ radyo: Alıcı lâmba=kulak, verici lâmba=ağızdır. Televizyon da göz.

Bazı beyinler çok hassastır; çok şey keşfederler, fakat keşfettiklerini bilmezler. Bir insan, durduğu yerde bütün kâinatı görüyor, fakat ben! diye kendisini ayrı gördüğü için gördüğünün farkında değil. Gördüklerinin farkında olanlarda hiç benlik yoktur. Fakat onlar da, gördüklerini gösteremezler. Şimdi biz Adana’ya gittiğimiz zaman sizleri ve Trabzon’u görmemiş arkadaşlarımıza anlatabilir miyiz? Ancak ellerinden tutup buraya getireceksin ki görsünler.

Allah bütün felekkiyyâtı muhîttir. Akıl da onunla beraber; fakat aklımızdan vazgeçip, Allah’a teslim etmeliyiz ki, onun gördüğünü görelim, bilelim…

İnsanlar kendi varlıklarından başka hiçbir şey düşünmezler; peygamberler ise kendilerini bu insanlar için feda etmişlerdir. Onların ne geceleri vardır ne gündüzleri; hep insanların iyiliğini düşünürler. Onlardan, şefkatlerine göre bir bilgi zuhûr eder, bir görgü hâsıl olur.

Allah’a teslim olmayan insan zekâsı âletler vasıtasıyla birçok şeyler görür, yapar. Meselâ tarihte gelmiş, geçmiş birçok ünlü kumandanların, peygamberlerin bize seslerini duyuracaklar, şekillerini gösterecekler, seyredecekler. Allah gözüyle değil.

Şimdi âletle ay’ı görüyoruz; ilerde âletlerle yıldızları da görecekler. Bazı güneşleri, ayları da hissedecekler.

S. – Bu zaman çok uzak mıdır?

Emre – Yakın, yakın.

S. – Şimdi Ay’a gitmeğe niyet ediyorlar.

Emre – Niyet ediyorlar amma, gidemezler. Her yıldız, kendi mihverinde dönerken, etrafında insan vücudunun geçemeyeceği kadar sert bir hava tabakası hâsıl olur. Su, nasıl çelikten sertse, hava da her şeyden serttir. Su, su gibi görünür ama küreyvâttan ibârettir. O küreyvâttan bir tanesi ele geçse, balyozla vursan yine kıramazsın. Hava ondan da serttir.

Sonra buranın havası oranın havasına kontradır: Yani biri sağa dönüyorsa, öbürü sola dönüyor; motorlar gibi birisi itiyor, birisi çekiyor. Hangi yıldız muvazenesini kaybederse, öbürüne doğru çekilir, yanar, kül olur, gaz olur.

Bazı âlimler, güneş tükeniyor, kudretini vere vere bitiriyor, azalıyor diyorlar; imkânı yok, çünkü verdiğini alıp duruyor. Bilumum ateşler, güneşten gelmiştir, yaktığımız şeylerin de dumanı güneşe doğru gider, sakızı, yani reçine kısmı burada kalır… Dünyanın cazibesi, dumanın gaz kısmının güneşe gitmesine mâni olamaz, güneş verdiğini alır. Güneş verdiğini almasa, bu Küre büyür, kalınlaşır ve yanardı.

Her ne ki görüyoruz, bu Küre’ye yardım ediyor. Yıldızların her biri ayrı bir mâdendir. Bu mâdenler, o yıldızların ziyâsı vasıtasıyla Küre’ye gelir.

S. – Ezel ve ebed nedir?

Emre – Şimdidir.

S. – Biz de ezelî ve ebedî miyiz?

Emre – Olursak.. Olacağız… Evvelinin evveli yok, âhirinin âhiri. Bu kadar yaş yaşadık, ne anladık… İstikbâl desen, bir saniye ilerisinden haberimiz yok. Hepsi rüya. İyisi mi hepsini unut.

S. – Bu unutma keyfiyeti üzerinde çok duruyorsunuz. Neyi unutacağız?

Emre – Topyekün kendimizi.

S. – Ama o zaman mânâyı da unutmuş oluruz.

Emre – Yâ!… mâna kaybolacak ki (O yüz) açılsın.

S. – Her arayan aradığını buluyor; biz de bulacak mıyız?

Emre – Mutlaka. Ama biz bulmak için değil, kaybetmek için arıyoruz. Biz bizliğimizi kaybeder etmez, o, kendi kendini bulacak. Yün yumağı, fındık kabuğu kadar kalsa bile yine (ben yumağım!) der durur. Fakat son ilmiği de attılar mı, bir de gözünü açar ki güzel bir halı olmuş, yumaklığından eser kalmamış. Nefis yumağımızın yuvarlanması da böyle; bizi bir halıya işliyorlar.

İnsana gelince, insan o kadar büyük bir varlıktır ki, yıldızlar, aylar ve onlardaki mâdenler, herşey insanda mevcûttur. İşte bunun için insan, merkez-i kâinattır; fakat şu üç milyar insandan acaba hangisi merkez-i kâinattır? İşte akıl burada dayanıyor. Akıl zaten her vakit yayadır. (Ben her şeyi bilirim!) diyen aklın, bakalım kendisinden haberi var mı? Her tarafı gören göz, kendini görebilir mi ki, akıl kendini bilsin?

İşte, insanlar, bu benlik yüzünden birbirlerine zıttırlar. Benlik, insana: (Ben ondan daha iyi bilirim!) dedirtir; böyle diyen de her bilgiden mahrûm kalır çünkü ya asıl gerçek bilgiyi, o beğenmediğimiz kendimizden aşağı gördüğümüz adam biliyorsa? O zaman ne olacak? İşte benlik, bunun için iyi değildir. Bir insanın benliği ne kadar azsa, muvaffakiyeti o kadar çok olur. Şefkat, benliğin arkasındadır; benlik gitmeyince şefkat meydana çıkmaz. Şefkatli insanlardan meselâ vatana hizmet edenleri ele alalım. Bunlardan kendilerini, yani şahsî menfaatlerini unutanlar millete, vatana hizmet edebilirler. Kendini düşünenler, hem memleketi idare edemezler, hem de iş başından atılırlar. Gazî’nin husûsî benliğinin arkasındaki umûmî benliği meydana çıkmıştı, kendini unutmuştu da onun için muvaffak olmuştu. Maneviyyât da aynen böyledir.