07 Nisan 1952 | Sayı: 41

14 Nisan 1952 | Sayı: 42

Bundan evvelki sayılarımızdan birinde:

Âdemde bir et var, denilir; yürek,
Küreden büyüktür, gizlenir felek;
Binbir sıfat gizli, sıtreder melek,
Rahman sarayıdır, kul gözü görmez,

dörtlüğü ile başlayan bir doğuş vermiştik. Bu doğuş, (Kâmil İnsan)ın gönlünü anlatmaktaydı. Bir sohbette bu doğuşun okunması vesilesiyle;

Emre’ye “Gönül nedir?” diye bir sual soruldu. Emre şu cevabı verdi:

         Gönül, nuranî bir sıfattır. Elektrik ışığı nasıl ampulden zuhûr ediyorsa, “Gönül”ün zuhûratı da kalptendir. Gönül bir “Cismi lâtif” dir, mekânı kalptir. Gönül, insana mahsustur. Hayvanlarda yürek var, gönül yoktur; hatta nefsini ıslah ve terbiye etmemiş kimselerin gönlü de gönül sayılmaz.

         Gönül terbiye edilmelidir. Peygamberler, gönüllerini tasfiye ve terbiye ettikten sonra peygamber olmuşlardır. Gönüllerini terbiye edebilen insanlar, cidden büyük insanlardır. Bazı kimselerin gönlü ne kadar hoştur. Bu gibi insanların kalplerinde zerre kadar fenalık kalmamıştır. Onlar herkesin ihya olduğunu isterler.

         Bir (Hadîs-i kudsî) de (Beni ne yerler, ne gökler alabilir; beni ancak mü’min bir kulumun gönlü alabilir.) deniliyor. Bir hadîste de şöyle deniliyor: (Mü’min’in kalbi Allah’ın evidir). Yerin göğün alamadığı bir varlığı alan gönül ne kadar büyükmüş… Gönül hakikaten çok büyüktür. Şairin biri (Her ne ki var âdemde, örneği var âlemde) demiş. Hâlbuki her ne ki var âlemde örneği var âdemde demeliydi. Çünkü bu görünen âlemler, bu kâinat, insan gönlünün bir ışığı veya tecellisidir. Gönül’e yazılan şeyler kâğıtlar üzerine yazılacak olsaydı, o kâğıtlar dünyayı birkaç defa sarardı. Gönül, gördüğünü defterine yazar. Defterine yazdığını, bir zaman sonra tanır; yazmadığını tanımaz. Çarşıda her gördüğümüz insanı, sonra görünce “Bu filândır; filân yerde görmüştüm” diye tanıyabilir miyiz? Hayır, çünkü gönlümüze yazılmamıştır. Orada seslerin, kokuların izleri ve yazıları da vardır. Velhasıl gören ve işiten, gözle kulak değil, gönüldür. Doktorlar söylüyorlar: Bir gözün bir milyon sekiz yüz bin damarı varmış. Bunların hepsi gönüle bağlıdır. Kulak da böyle. Bu, fennin görebildiği. Daha, fennin bilmediği göremediği neler var ki hep gönülden çıkıp gönüle giriyor.

         Anadan doğan bir yavrunun gönlü fotoğraf camı gibi tertemizdir. Bu yavrunun gözü var, fakat görgüsü yoktur. Aklı vardır, fakat bir kasa içinde kitlidir. Aklı ermeğe başladıkça gördüğü, işittiği gönlüne yazılmağa başlar. İyi veya kötü huylar da böylece öğrenilir. Fakat gönül istemediği bir şeyi öğrenmemek, yapmamak iradesine sahiptir. Sigarayı misal olarak alalım: Sigara içenleri gördükçe bu hâl gönlümüze yazıldı; onu beğendik, biz de içtik. Zaman geldi ki tiryaki olduk.

         Fakat zararını da görmeğe başladık. Artık vücudumuz o arzuya, o huya mahkûm oldu. Eğer irademizi kullanır da sigarayı terk edersek, gönül o huya hâkim olmuş olur. Yani gönülden (Sigara içme) yazısı silinir; yerine “Sigara içmemek” iradesi yazılır. Fakat ne de olsa o silinen yerde bir yara izi vardır: “Vay ben bunu niye içtim? Kendimi niçin bu kadar zarara soktum?” diye pişman oluruz. Bu pişmanlık o yaranın ilâcı ve tedavisidir. Bazen canımız yine sigara ister. Demek ki yara, daha, iyi olmamıştır.

         Sigara kötü huyların bir misalidir. Terk ettiğimiz kötü huyların gönüldeki yarası iyi olduktan sonra onların şakacıktan tekrarı bile haramdır. Zaten şaka ve alay esasen kötü bir şeydir. Bir kediyi veya köpeği bağırttırsak bunlar insan sesi çıkarabilirler mi? Elbette kedi veya köpek sesi çıkaracaklardır. Bizim de içimizde şaka kedisi varsa, bunu bağırttığımız zaman mutlaka kedi sesi çıkaracaktır. Hâlbuki ağzımızdan herhangi bir hayvan sesi değil, insan sözü çıkmalıdır. O halde yapacağımız şey, bu dünyadan geçmeden evvel içimizdeki bu kötü huyları göçürecektir. Yani öbür dünyaya bu kötü huylarla göçmeyelim. Zira biz de bir göçebeyiz; hem de nereye göçtüğünü bilmeyen bir göçebeyiz. Gittiği yolu bilmeyen seferîleriz; hep acz içindeyiz. Niyazî Mısrî: (Nerden gelip gittiğini anlamayan hayvan imiş) diyor. Yani bizi göçebelere bile değil de, onların hayvanlarına benzetiyor. Ama şu var ki, ( evet, nereden gelip gittiğimi bilmiyorum; fakat arıyorum) diyen insan, anlamaya başlamış demektir. Niyet edip kapıdan adımı atmak, yolu yarı etmek demektir. Bilmediğini itiraf eden mutlaka hakikati öğrenecektir; çünkü düşmanı olan “Cehâlet”i bilmiş, tanımış oldu. “Ben bilirim” diyene hakikati anlatmak çok zordur. Herkes, tenezzül edip de “bilmiyorum; fakat öğrenmek istiyorum” diyemez. (Ben biliyorum) diyen, Allah’tan ve Allah’ın bilgisinden ayrılıyor demektir. Aczini bilen kimse ise asıl (bilen)i bilmiş ve yönünü ona dönmüştür. Sormak, araştırmak bilgiye doymamaktır. İnsanın malı, parası arttıkça hırsı da artar. Mânevî ve ilâhi âlemin kanunu da böyledir. Mânevî bilgimiz arttıkça havsalamız genişler. Bazı insanların havsalaları dardır; hakikati arama kabiliyyetleri yoktur. Misal olarak Kur’ân’daki hakikat cevherlerinden, İslâmiyet’in özünü teşkil eden cevherlerden birini ele alalım: Kur’ân’da (Burada kör olan, âhirette de kördür) diye bir âyet vardır. Havsalası dar olan, araştırma kabiliyeti bulunmayan din âlimleri bu âyeti okur geçerler; âyetin sözü ile ihtiva ederler. Hâlbuki âyetin manasının özüne geçmek lâzımdır.

         (Dünyada görmeyen, ahîrette de görmez) denmekten maksat Allah’ı görmek değil mi? Demek ki bu âyetin manasına göre Allah’ı  görmek lâzımmış. Zaten din de Allah’ı göstermeğe uğraşmıyor mu? Zahîr âlimler bu âyeti, ya mânâsı üzerinde durmadan okur geçerler ya da (Allah bu dünyada görülmez) derler. Hâlbuki Kur’ân’da (nefsinizi öldürün!) deniliyor. Çünkü Allah, ancak nefis öldükten sonra görülebilir. Hz. Muhammed bunu anlatmak ve te’yîd etmek için (Ölmeden evvel ölünüz!) diyor. Keza Kur’ân’da (bizi iki defa öldürdün, iki defa dirilttin) sözleri de vardır. Bütün bunlar, Allah’ı görmek için ölmeden evvel ölmek, yani nefsi öldürmek icab ettiğini anlatıyor. Allah’ın (Öldürün!) dediği şey, nefsimiz, aklımızdır. Akıl öldükten sonra yürüdüğümüz yol da biter. Bu suretle (Nokta)ya varmış oluruz. Vardığımız (Nokta), işte o (gönül)dür. Oraya varmak da ancak aşk ile olur. Allah her şeye hâkim, yalnız kendisine âşık olana, kendisini isteyene mahkûmdur; ananın, çocuğuna mahkûm oluşu gibi. Çocuk hiç bir şeyi düşünmez; her şeyi anasından bekler. Bizim hâlimiz de çocuğun hâli gibi olmalıdır. Hâmîmizi, mürebbîmizi bilip, bütün irâdemizi ona teslim etmeli, her şeyi ondan beklemeliyiz. Çocuğun lekesiz zevkine benzeyen ebedî zevk, bu teslimiyetten sonra doğar. Bâkî ve ebedî olan ancak aşktır. Aşk, güneşe benzer. Koca Yunus:

         Ey yârenler! İşidin: Aşk bir güneşe benzer,
Âşık olmayan gönül, misali taşa benzer.

         diyor. Dervişlik, şeyhlik, ilim, irfâniyyet… Bunlar vızırtıdan başka bir şey değil. İlle aşk, ille aşk.  Aşktan başka her şey, her bilgi şirktir. Aşk insanı yokluğa, mahviyyete götürür. Dünya’nın cihangiri olan bir kimse bile, birini sevdiği zaman ona mahkûm olur. Yavuz Sultan Selîm bile:

Şirler pençe-i kahrımda olurken lerzân,
Beni bir gözleri âhûya zebun etti felek.

dememiş midir?

         Velhasıl aşktan başka çare yoktur, aşk giderse yerine fücûrât gelir. Fücûratı  mahv edecek yegâne kuvvet aşktır. Yeryüzündeki bütün pislikleri ve kokuları ancak güneş temizler. Güneşteki cevheri zahîri ilim keşfedemez, tıpkı bunun gibi, akıl da aşkı anlayamaz; fakat içimizdeki pislikleri temizleyecek olan tek şey aşk güneşidir.
Aşksız ilmin sonu  benlik ve gururdur; aşk ise tarifi mümkün olmayan bir lezzet ve zevktir. İlim, şu, bu… Bunlar hep Allah’ın birer sıfatıdır. Zâtı  ise (Aşk)tır.