07 Kasım 1955 | Sayı: 135

21 Kasım 1955 | Sayı: 136
24 Ekim 1955 | Sayı: 134

Geçen sayıdaki konuşmanın devamı:

Emre – Allah tembeli sevmez. Çalış, kazan; fakat kalbine koyma; yerinde kalsın. Varsa da, yoksa da, olduğu gibi kabul etmek lâzım. Ahmed ağa istiyor ki hep bıraksın; olmaz. Bak ben nasıl iş tutarım. El açmak fena! Açtırır da bu dünya, ocağı yansın… İçinde yaşıyoruz çünkü.

Eskiden “seyahat” verirlerdi. Bu gibi şeyler eksikliktir… Bunlar bizi dış terakkiden mahrum bırakmışlardır. Işığı inkâr edebilir miyiz? Onun sayesinde birbirimizin yüzünü görüyoruz… Elektrik ışığı, bir çalışmanın mahsülüdür. Bunlar bize çalışan memleketlerden geliyor. Bizi bu hâle sokanlar, boyunlarına keşkûl takıp gezenlerle, Allah’ın sözlerini para ile satanlardır. Mutasavvıflar ise, teşekkür bile istemezler… Bu Allah sevgisine, en ufak bir zâhiri menfaat girse, hem konuşan, hem de dinleyen zehirlenir. Takdîr ve menfaat gözleyen, hırsızdır. Böyle bir kimsenin manevîyyetten haberi yoktur. Kur’ân okur, ver para! Olur mu böyle şey? Tembeldir, çalışmaz. Onu görenler de tembelliğe heves ederler; çünkü onu büyük bir adam zannederler. Bu tembellik, belki evlâtlarından evlâtlarına da kalır.

Çinlilere bak, afyon içiyorlar, uyuşup kalıyorlar. Bizde ise en müthiş afyon irticâdır. Uyuşuk insanları ise herşey mahkûm eder. İşte Çinlileri, dünyanın deccâlı olan “komünistlik” esir etti. Ne fena şey bu komünistlik… Rızkını kendi eliyle kazanan bir insan, harâm yer mi? Başkasının malına göz diker mi, tenezzül eder mi? Allah’a inanan bir kimse, rızâsız bir lokma bile yemez; çalışır, yer yedirir. Harâm para karın doyurmaz; insanın cevherini mahveder. Kur’ân’ın yasak ettiği şeyler, insanın manevîyyetini öldürür. Câni ve hırsız bir insanda vicdân ziyâsı, vicdân huzûru bulunur mu?

***

Emre – (Küllü men aleyha fân ve yebkaa vechü rabbike) âyetini söyleyen Hz. Muhammed’dir. Onun bu sözü söylediği zamanki âlemine dâhil olmayan bir kimse bu sözü anlayamaz.

Rabbına âşık olan bir insan, her şeyi yok edecek; sadece Rabbının yüzü kalacak. Bu söz, sırf filân zaman için yahut sırf kıyamet için söylenmiş değildir. Bugün için de söylenmiştir. Bu “Küllü men aleyhâ fân” hâli, bizim içimizden çıkacak; dışardan beklememeli. Bazan biz dükkânda bir âlet ararız; bir de bakarız ki, o âlet elimizde. Akılda başka şey varken, aradığımızı göremeyiz, bulamayız. Bu “Küllü men aleyhâ fân” hâli de bizdedir, bizden zuhûr edecek. Eşya, insanlar ve dünya fânî olmaz. Biz bunları gözümüzden atmak suretiyle fânî edeceğiz; sadece Rabbimizin yüzü kalacak.

Haset, kîn ve kibir gibi ahlâklarımız da yok edilecek, mahvedilecek şeyler arasındadır. Hased, kîn, kibir vs. huylar bizimle beraber doğdu; fakat onları biz öldüreceğiz. Hasetten başkası arzuya tâbidir. Çocuklar çok sevgiye muhtaç olduğu için kıskançlık lâzım.

Bir insan pür ayıp olabilir; fakat birgün hepsinden silkelenip kurtulabilir. Asıl, suçum yok diyenlerden korkmalı.

Allah’ta fâni olmadan evvel her varlık insana düşmandır. Bu dünya çok gaddârdır. Pençesine düşenlerden kurtulabilenler, yüzbinde bir kişidir. Dünya, insanın gözünü gittikçe daha çok kapar; ibret gözümüzü perdeler. Akıl çok gafildir. Nereye gitti babam? Nereye gitti tarihteki büyük adamlar? Diye düşünemez, tefekkür edemez. Tefekkür etmeğe niyet ederken, uyuşur kalır. Bu da bir tılsımdır; böyle kurulmuştur.

Alıp satmalı, çalışıp kazanmalı; ama bu kazançtan başka bir ebedî kazanç olduğunu da bilmeli; onu elde etmeli.

– Ne güzel böyle konuşurken ne dünya ihtirâsı kalıyor, ne bir şey… 

Emre – Öyleyse, hep böyle konuşalım… Dünya ihtirâsı, biz mağlûp ve mahkûm etmesin.

– Allahu Ekber! deyince kaçıyor.

Emre – Cini, Şeytânı kaçırmak için “Kulhuvallahu” oku derler. Biz
“Kulhuvallahu”yu gözlerimizle okuyoruz… Canlı “Kulhuvallahu”yu bilenin yanına ne cin yaklaşır, ne de şeytân… Şeytân’dan maksat, nefistir. Düşman, insanı kendi sınırına kadar takibeder. “Yuva”ya girince, düşman yaklaşamaz. Amma bu işin başı, sonu “Muhabbet”tir ha! Kendi kendine: “Ben Allah’ı bildim!” diyen, hapı yuttu. Çünkü muhabbetten mahrum oldu. “Allah’ı bildim!” diyen kinse, bunun arkasından: “Ben Allah oldum!” diyecek. Hâlbuki Allah’ın hangi kudretine sahip ki? Kul, Allah olamaz; Allah, kulu istilâ eder. İnsan, kul olmaya çalışmalı. Zevk bundadır. En büyük ilim, insanın, kendi aczini bilmesidir. Bundan sonra öyle bir zevk tecellî eder ki, bunu dünya kelâmı ifade edemez. Bunu ancak sükût, zevk ve aşk ifade edebilir. Bu zevk, sadece onu tadana aittir. Akıl bunu anlayamaz. Akıl, korkusundan tâ geride kalır. Bunun içindir ki Hz. Muhammed, Cebrâil’i, Sidret-ül- müntehâ’da bırakarak aşk ile gitmiştir; “âlem-i fark”tan, “âlem-i istiğrâk”a gitmiştir. Aklı başına gelirken, “gökten dünyaya indi” diyorlar; yani âlem-i istiğrâk’tan “âlem-i fark”a geliyor.

Akıl o âlemi anlayamaz. Akıl, nefsin, hâlin emrine tâbidir. “Beni kötülüğe götür!” dersin; götürür. “Beni iyiliğe götür!” dersin; yine götürür. Meselâ akıllı bir insan rakı içiyor. Ona rakıyı içiren, nefsi değil mi? Demek ki akıl nefse hizmet ediyor. Hâlbuki ne faydası var şu rakının? Bir kere acı… Sonra, bağırsaklarımızdan çıkıp gitmediği için, kana geçtiği için bizi sarsıyor. Kuvvetimizi azaltıyor ki, sallanıyoruz. Peki, ben niye içeyim, beni bu hâle koyan şeyi? Akıl nefse mahkûm olmasa, insan bunu içer mi?

Kur’ân’ın yasak ettiği şeyler hep buna benzer. Zararı Allah’a değil, bizedir. Bizim menfaatimiz için yasak etmiştir.

Allah, rakıya yâni “hamr”a Şeytân ameli demiyor mu? Bütün hârâmlar da Şeytân ameli olunca tahammür eder. Sözün anlayışın, görmenin, işitmenin de tahammürü olur. İnsanın bakışı tahammür etti mi, o da Şeytân ameli. Elhâsıl, hep bu fiillerin içindeyiz; fakat bunun içinden çıkmalı. Aklımız, nefsimize tâbi olursa; çeşit çeşit felâketlere düşer, saplanırız.

***

S. – Sevap nedir?

Emre – Bir duâyı anlamadan okuyup üfürmeğe yahut herhangi bir hareketi yapmaya sevap diyorlar. Hâlbuki o duânın mânâsını yahut o hareketin gâyesini anlamak sevaptır asıl. Sevap, bir şeyi anladıktan sonra yüreğin rahat etmesidir. Bir doğuşta var ya:

“Duyar isen, sana lâzım; bu sevap”

Doğuşun sonunda da: “Emre! dersin; kolay ise durma yap!” deniliyor; demek zormuş. Zor olmaya zor amma, Allah yardım eder. İş  benlik gömleği’ni soyunmada.

Birgün ben bir ağaca çıkmıştım. Bir de baktım, yerde bir şey çırpınıyor, dikkat ettim, bir yılan. Kendi derdine düşmüş, çırpınıp duruyor; aynı zamanda da kusuyor. Derken, upuzun uzandı, değnek gibi oldu. Nihayet gömleğini orada bıraktı; içinden çıktı; pırıl pırıl ediyordu. Biz de Ah! Of! diye diye çırpınırken, birgün benlik gömleğini bırakırız.

S. – Bırakabilsek…

Emre – Bırakacağız. Bu akılnan olacak bir iş değil. Kelâmla ne kadar konuşulsa, akıl ermiyor. Gömlek deyince aklımıza gömlek geliyor. Tasavvufun diline, işte böyle anlaşılmadığı için “ Mantıkuttayr = Kuşdili” diyorlar.

Birgün Hz. Muhammed’le Hz. Ali konuşuyorlarmış. Halk da toplanmış, Hz. Muhammed’i göreceklermiş. Hz. Ömer de kapıda bekliyor, onların yanına kimseyi bırakmıyormuş. Nihayet halk sabırsızlanıyor: “Yâ Ömer! Git bak bakalım, konuşmalar ne zaman bitecek!” diyorlar. Ömer, içeriye giriyor. Hz. Muhammed’le Ali’nin yanına gidiyor; fakat onlar Arapça konuştukları halde, Ömer hiçbir şey anlamıyor ve dışarıya çıkıyor. Sabırsızlıkla bekleşenlere: “Ey halk! Ben Arap olduğum ve onlar da Arapça konuştukları halde, Hz. Muhammed’le Ali’nin konuştuklarından hiçbir şey anlamadım!” diyor. İşte bunun için, buna “Kuşdili” demişler… Kendine mahsus bir kelâmı, aklın anlayacağı bir dili yok. Zamanla bir de bak ki anlaşılıvermiş!

S. – İnsana bâzan fena düşünceler, ümitsizlikler geliyor; buna “kabız” mı diyorlar, ne diyorlar?

Emre – O şuna benzer: İnsan, yaya olarak uzun bir yola giderken, önce sür’atli gidiyorum diye keyiflenir. Fakat bir müddet sonra yorulunca, kabız gelir. Tâkatı kesilince ümidi de kesilir, yorulur, oturur. Müteessir olur, “keşke bu yola çıkmasaydım!” der. Lâkin biraz sonra, vücut dinlenir; tekrar yola koyulur. Böyle, böyle derken, bir gün menzile varır. Oraya varınca ne yol kalır, ne de yorgunluk. Bu yolda akıl da böyle, düşe kalka yürür. Emeksiz kazancın kıymeti olmaz… Zaten anlayamadığımız, emek istediğinden. Aradığımız varlık (Bir nokta)dır ki, o da bizi beklemektedir. Meyva yetişmeden, kemâle ermeden, onu yiyecek olan insanın iştahı artar, ağzı sulanır mı? Meyva kemâle erdikçe kızarır, güzelleşir. Bizim de olgunlaşan meyva gibi, bilgimiz, görgümüz, sevgimiz değişip duruyor.

Eriğe boyanın ne lüzumu var? O da süslenecek, güzelleşecek ki bize yenebilsin. Onu yiyince, gözümüze, kulağımıza karışacak. O zaman onu kendimizden ayırabilir miyiz? Erik, sizin varlığınıza karıştıktan sonra, “Ben Murad Beyim!” diyemez mi? Derse, hakkı yok mu?

Biz de çalışırken, bir de bakacağız ki Allaaah! Başka bir âlem…

Hem de hâm meyvayı ağaçtan kolay koparamazsınız. Olmuş meyva elimizi uzatır uzatmaz şarp! diye kopar, kendini bırakır… Ağacın kendine mahsus olan idrâki, meyvayı bize hâm olarak vermez. Hâm yersek, meyva, ağaçta geçireceği tekâmülü midemizde geçirir. Yâni ağaç, bize acıdığından, meyvayı, hâm olarak vermez. O “Kudret” de bizim olgunlaşmamızı bekliyor. O bize kucağını açmış amma, dünya bizi bırakmıyor. Dünya denilen şey de, bu yer yuvarlağı değildir. Dünya; hırs, kin, kibir gibi kötü ahlâklardır.

Bir meyvanın boynu, olgunlaştıkça, kemâle erdikçe toprağa doğru eğilir, buğdayı o vakit biçerler. Özünü alıp, benliğini atarlar. Onu dik tutan şey, sapı, yâni benliğidir. Onun da hikmeti, vazifesi başağın kemâle ermesine hizmettir. Başak olup, insanlar tarafından yendikten sonra, sap kısmı, yâni benlik tarafı çöp, saman olur.

Her zerre bir tekâmüle doğru gider. Bâzı tekâmüller, insanı helâke götürür; lâkin ilâhi kudret tekâmülü, o “Kudret”e doğrudur.

S. – Bazı mezarlara nûr indiğinden bahsederler; doğru mudur?

Emre – Bir kere de ben gördüm… Fakat bunda bir fevkalâdelik, ilâhî bir hâl yok ki… İnsan vücudunda fosfor vardır. Fosfor zerreleri birbirini çekiyor; zayıflar kuvvetlinin yanına gidiyor, bir yere toplanıyor; havayı bulunca yanıyor, bir ışık hâlinde görünüyor. Biz de buna nûr diyoruz, kudsî bir şey zannediyoruz. Asıl nûr, bizim gözleremizdeki nûrdur. Bu nûr, ezelî ve ebedîdir; bizi Ma’bûdumuz’a götürür. Asıl bu nûrdan istifâde etmeli. Mezardaki nûrdan ne çıkar?