07 Eylül 1953 | Sayı: 81

21 Eylül 1953 | Sayı: 82
24 Ağustos 1953 | Sayı: 80

Emre – Yalanın bulunduğu yer, daimî bir cehennemdir. Bulunmadığı yer de cennet. Yani yalan arzusu kalmayan gönül cennettir. Fakat yalandan kurtulmak kolay değildir tabii. Bu insanlık idrâkine ulaşan bir kimsenin benliğinin, hüviyyetinin yalan tahtaları yanar, kül olur. Bu küller sonra yakut, zümrüt, mercan olur. Bunlar yalanın nedâmetidir. Yalan, bütün kabâhatlerin anasıdır; kîn doğurur, kibir doğurur, haset doğurur. Bütün kötülükler yalanın çocuklarıdır. Kabâhat yapacak olan kimse, evvelâ yalanı hazırlar; belki sorarlar diye. Böylece yapacağı suça yalandan bir elbise giydirir. Kabâhati gûya o elbisenin altına saklamıştır. Hâlbuki o elbisenin dışı içinden daha kirlidir; yani dıştaki yalan, içteki kabâhattan daha fenadır.

Muhammed’e soruyorlar:

– Senin ümmetin zinâ yapar mı?

-Yapabilir.

– Hırsızlık yapar mı?

– Yapabilir.

– Bunu yapar mı?

– Yapabilir.

Nihayet:

– Yalan söyler mi?   

diyorlar. Muhammed başını eğip düşünüyor. Bir müddet sonra, yüzünün en ciddi mânâsıyla “hayır!” diyor. Tekrar başını eğip, o hâlde bir müddet kalıyor. Sonra yine başını kaldırıp yine “hayır!” diyor. Bir üçüncü defa daha “hayır!” diyerek yalanı kat’iyyen kabul etmediğini anlatıyor.

Hakîkaten böyle. Yalan söyleyen, Muhammed ümmeti değildir. Yalan söyleyen Muhammed’den mahrumdur; onu bulamaz. Zaten insan yalandan kurtulmadan Tanrı’ya vâsıl olamaz. Yalanı terk ettikten sonra kahır zannettiklerimizin hep lûtuf olduğu anlaşılır. İçimizde yalan yılanı varken, Allah’ın zâtı bir lûtufta bulunacak olsa, o lûtuf bize kahır gibi gelir.

Ne güzel yazıyor Burhan Bey… Aynı Kudret onun ağzından da söylüyor çünkü. Bir evdeki muslukların şekli, başka başkadır amma, içlerindeki su birdir. Mânevî bağlanmanın kuvveti bunu bile yapıyor. Bu dil, (makam-ı fenâ) lisânıdır. Nerden gidiyor buralara… Bitişiklik var çünkü.

Yaradılışında da var. Yüzük demirden olmaz ya; altından yaparlar yüzüğü. Altın bir yüzüğün üstüne de elbette kıymetli bir taştan kaş yaparlar. Kuyumcu, altunun iyiliğine göre emek çeker. Temiz altunu baştan savmaz. Madeni ne kadar safsa, nazarı ile onun üzerinde o kadar itina ile işler.

Bazen ağlar gibi yazıyor. Sözleri ağıta benziyor amma, bütün gülmelerin ve zevklerin fevkinde bir ağıt bu.

Bunları yazarken ölüm ızdırâbı çekiyor. Ölüm amma, nefsin ölümü. Ebedî dirilik, işte bu ölümden sonra başlar.

Edebiyyât çok hoş bir şey… Hakîkat ve aşk edebiyyâta bürünerek çıkıyor. Bundan sonra münevver insanlar Aşk ve Hakîkat denizine atılacaklar. Hele önümüzdeki gençler…

Bu yazıları yazan şey, aklın içindeki akıldır. Bunları yazarken cızt! cızt! cereyana kapılıyor. İç gözüyle görüyor, iç kulağıyla duyuyor.

Mâyi hâldeki gaza yanar bir kibrit atsan yanmaz. Amma o ısınıp gaz hâline gelmiş petrole veya benzine kibriti değdiriverdin mi hemen parlar. Burhan Bey’in içi de benzinin ısınmış hâli gibi gergin ve ısınmış bir durumda. İlâhî hâlin bir kıvılcımı onu derhal yakıyor; başlıyor ortalığı ışıtmaya.

Bu mazhariyyet yolu herkes için açıktır. İş, kabiliyyet petrolünü ısıtıp gaz hâline getirmededir. Yanan kabiliyyet, bulunduğu âlemden çıkıp başka bir âleme geçiyor. Gine petrol, gine gaz amma, yanınca aslına kavuştu. Aslına kavuşan, artık eski hayatına dönemez.

Bu asla dönme, asla rücû etme hâli nebatlarda da vardır. Nebatları büyütüp geliştirmek için en müessir tedbir, nebatın dibini kazıp toprağını havalandırmaktır. Çünkü güneşin attığı zerreler toprağa inmeden evvel gaz ve vitamin tabakalarından geçer. O tabakalardaki gaz ve vitaminleri kendisiyle beraber yere, toprağa indirir. Toprak gevşekse oraya girerek nebatın köküne nüfuz eder. Güneşten gelen bu kudret nebatın içine girip onu tazyik ederek büyütür. Fakat büyüme istikameti yine kendisine doğrudur. Nebatlar hep güneşe doğru boy atıyorlar. Çünkü aslına doğru yürüme kudreti içinden tepiyor. Bu büyüyüş esnasında da meyvasını veriyor.

Bu yöneliş, gökteki güneşe doğrudur. Nebatlar ona doğru gidiyorlar. Bir de (Mânevî Güneş) vardır ki, ona insanlar yönelirler. O (Güneş)ten bizim içimize girmiş olan (asla doğru yönelme) kudreti, istersek, bizi o (Güneş)e götürür.

İnsan maddî güneşe doğru gitmez. Çünkü insanın aslı güneş değildir. İnsan demek, cisim ve madde demek değildir.

Asla doğru yönelme kabiliyyeti çok olan mânevî fidanlar (Hakîkat Güneşi)nin ziyâsı altında çok dururlar; gözleri o (Güneş)tedir.

Bir kısım insanların gözü de toprakta, yani dünyadadır. Sonu leş olacak olan vücuda bağlananlar, onun leş ahlâkından da kurtulamaz; yalan da söyler, fenalık da yapabilirler. Toprağın gözü, kulağı var mıdır, ki ona bağlı olanlar hakîkati görüp anlayabilsinler?..

Bazı insanlar da yalnız toprak unsuru vardır; bazılarında ise diğer unsurlar. Hâlbuki toprağın, topraklığını gösterebilmesi için ateşe, suya ve havaya ihtiyacı vardır. Diğer unsurlar da böyledir, insanları da buna benzetebiliriz. İnsanların da “beşer”likten kurtulup “âdem” olabilmeleri için Allah’ın bütün iyi sıfatlarını câmi olmaları lâzımdır. İşte bazı insanlar hayvanî sıfatlardan kurtularak “âdemlik” seviyesine ulaşmışlardır. Bizleri bu büyük insanlar aşılarlar. Suyumuz eksikse su, toprağımız kısırsa hayat, kalbimizde hararet yoksa kalplerinden ve gözlerinden ateş verirler.

İşte aslımıza rücû edebilmek için böyle dört başı mâmur bir insanı sevmemiz, onun da bizi sevmesi lâzımdır. Kur’ân’daki “râzıyyeten marziyye” sözü bu “sevip sevilmeyi” anlatıyor.

Demin güneşten ve “Mânevî Güneş” ten bahsettik. Mutasavvıflar, Hakîkate henüz uzak mesafelerde bulunan insanların idrâkini incitmemek için “Hakîkat”i rumuzlu sözlerle ifade etmişlerdir. Mânevî müşahedelerindeki tecellîlerine dayanarak o “Kudret”i güneşe benzetirler. Bazı insanlar da bu sözleri zâhiri mânâsıyla anlayarak güneşi Allah olarak kabul ve ona secde etmişlerdir. Hâlbuki bu Güneş, tabiat kanunlarına mahkûm bir ateş parçasıdır. Mânevîyyette ise bu güneşe, bu aya ve bu yıldızlara benzer nice sayısız güneşler, aylar, yıldızlar vardır… Kur’ân’da “Rabbülmeşârik ve Rabbülmeğarib” sözleri var. Nedir mânâsı bunların?

– “Doğuların ve batıların Rabbı” demek.

Emre – Doğular, batılar böyle çok olduktan sonra, güneşler sayısız olmaz mı? Niyâzî:

“Gönlüm göğünün yıldızının hiç adedi yok”

“Her burçta benim bin güneşim, bin kamerim var.”
diyor. Birçok güneşler mevcut olmalı ki, hem Kur’ân, hem de Niyâzî böyle söylemişler.

Kur’ân’daki sözler, okuyanın anlayışına göre mânâ alır. Kur’ân’ı anlamadan, üzerinde düşünmeden okur geçeriz. Meselâ Kur’ân’da yıldızlarla ağaçların secde ettikleri yazılıdır. Yıldızlar, ağaçlar secde ederler mi? Bu sözler rumuzludur. Yıldızlar insanların, âşık insanların gözleri, ağaçlar da vücutlarıdır. Secde de “sevgi”dir. İnsanların birbirlerini menfaat mukabili olmadan Allah rızâsı için sevmeleridir secde. Menfaat için olan sevgi dünya sevgisidir. Dünyadaki hangi şey çürüyüp kokmuyor ki onun sevgisi de kokmasın… Allah için sevişenler ise ebedî ve ezelî olarak tevhîttedirler; hiç ayrılmazlar. Onların birisini mağribe, birisini de maşrıka atıp oraya sıkı sıkı bağlasalar, onlar birbirleri için âh! ettiler mi, arada ne zaman kalır, ne de mekân… Onlar birbirlerini tanımasalar bile, ikiye bölünmüş bir taşın iki parçasına benzerler… Bu parçalardan biri burada, diğeri de İskenderun’da olsa ve birgün biraraya gelseler, parçaların bütün girintileri, çıkıntıları nasıl birbirine tamamıyla intibak ederse, onlar da öyle birbirlerine bitişirler. Buna “Sevgi” bitişikliği derler. Bu sevgi, aklın anlayacağı bir şey değildir. Bu, edebiyyâtı da, tasavvufu da geçtikten sonra doğan bir “hâl”dir. Tasavvuf dediğimiz Allah yolu, ne okuma, ne yazma, ne riyâzat, ne miyazat, hiçbir şey değil sadece karşılıklı bir sevgidir o kadar… Kuddûsî bir şiirinde:

“Amel çokluğuna yok itîbâr hiç,
Kulundan Hâlikı hoşlanmayınca.”

diyor. Kuddûsî’nin bu şiiri çok hoştur. Tamamını okusak?..

Velî olmaz kişi, taşlanmayınca,
“Sivâ” endişesi boşlanmayınca,

Kemâle eremez sâlik diriğâ,
Bu aşkın oduna haşlanmayınca!

Söğütte hiç biter mi tatlı elma,
Yarılıp, sarılıp aşlanmayınca?

Yiyemez körpe kuzu türlü otu,
Büyüyüp günbegün dişlenmeyince!

Ne denlü aklı olsa da kişinin,
Okumaz Hocaya başlanmayınca.

Dahî başlanmak ile âlim olmaz,
Çalışıp dersine düşlenmeyince!

Sabî, baliğ, hemen akıl olur mu,
Nice yıllar geçip yaşlanmayınca!

Amel çokluğuna yok itîbâr hiç,
Kulundan Hâlıkı hoşlanmayınca!

Gel ey Kuddûsî! sen de olma tenbel,
Vücud bulmaz, bir iş işlenmeyince.