Sual – Hz. Muhammed’in şöyle bir hadîsi var: (Ali’nin yüzüne bakmak ibâdettir.) doğru değil mi?
Cevap – Doğrudur. Ali’yi çok sevdiğinden öyle söylemiş. Farkları kalmamış; ha Muhammed’in yüzü, ha Ali’nin yüzü. İkisini de bir tarafa bırakırsak, onları öğen Kudret’in bir olduğunu görürüz. Hz. Muhammed: (Ben ilmin şehriyim, Ali kapısıdır.) diyor.
Sual – Buyurduğunuz doğrudur: Ali Muhammed’in getirdiği İslâmiyet’i kuvvetlendirmek için çok çalışmış, uğraşmış.
Cevap – Evet, birbirleri için çalışmışlar. Bu iş çalışmadan olmaz. Onlar da bizim gibi birer beşer olmasaydılar, yani gölgesiz birer varlık olsaydılar çalışıp uğraşırlar mıydı? Onlar da bizim gibi yemişler, içmişler ve evlenmişlerdir. Bununla beraber onların dışları beşer, içleri Hâliktir.
Daha doğrusu, dış tarafları (Rab), iç tarafları (Allah)tır. Rab, “mürebbî” demektir. Dış olmazsa iç görülemez.
Aklımız tasavvuf âleminde yürürken, bir devir gelir ki, anlar ki mâzî geçmiş, gitmiştir; istikbâl ise görülmüyor, bilinmiyor. O zaman der ki: mâdem ki mâzî ile istikbâl derdimize çare bulamaz, öyleyse (hâl)e bakalım.
Mâzî ölmüştür, istikbâl ise henüz doğmamış, dirilmemiştir. Diri olan ancak (hâl)dir; (hâl) ise bir (ân-ı dâim)den ibârettir. Akıl daima, geriye ve geriliğe meyyaldir. Ezelî ve ebedî diri olan Ali’yi, Muhammed’i 1368 sene geride arar mı? Bu, aklın mâzîye mahkûmiyetindendir. 1368 sene geriye gitmek kabil olsa, orada Hz. Muhammed’i bulabilir miyiz? Bulamayız. İstikbâl henüz meçhulümüzdür; o halde Hz. Muhammed’in mânevîyyeti ölmemiştir, ölmez de. Bizi bu tecellîye ancak (Tefekkür) ve (Aşk) götürür. Tefekkür ve aşk sayesinde geride kalan aklımız beriye, ileri giden aklımız da geriye gelir; böylelikle (Bâtın) (Zâhir) olur.
Bu sözler nasıl anlaşılsın… Aşk tecellî etmeyince mümkün değil.
Sual – Etrafa zarar vermeden içki kullanmakta bir mahzur olmadığını düşünüyorum; ne dersiniz?
Cevap – Kur’ân’a imânımız varsa, Allah içki için (Şeytan amelidir.) diyor. Hz. Muhammed de (Ümmülhabâis); yani bütün pisliklerin ve fenalıkların anası.
Sual – Amma bir âyet var: Allah (sarhoşken namaza yaklaşmayın) diyor. Bu âyetten anlaşılıyor ki Allah sarhoşluğu câiz görüyor. Yani âyet, (sarhoş olan bir insan, söylediği sözün mânâsını anlayacak ayıklıkta ise namaz kılabilir) demek istiyor.
Cevap – Kur’ân’ı bilenlerin söylediklerine göre, bu âyet (Ya eyyühellezine amenü) diye başlıyormuş; mânâsı de (Ey imân edenler!) demekmiş. Allah’ın sözüne imân eden bir insan, Kur’ân’ın (Şeytan amelidir) dediği içkiyi içer mi? İçmez. Demek ki bu âyetteki “sarhoşluk” kelimesi rakı veya şarap sarhoşluğu değil, ilâhi bir sarhoşluktur ki, bu ilâhi sarhoşluğu veren içkiye Kur’ân’da (Şarâben Tâhûrâ) denilmektedir. Bu şarap ağızla değil, gözle, kulakla içilir. Bu ilâhi şarapla sarhoş olan bir insan câmide namaz kılarken (Allah!) diye bir nâra atsa veya ağlasa, yahut gülse, hem kendi namazı, hem de cemâatin namazı bozulmaz mı? Meselâ “Doğuş”ların câmide, namazda, yani Allah huzûrunda doğması ihtimal dâhilinde değil midir? O takdirde cemaâtin namazı bozulmaz mı?
İşte bu âyet, imân sarhoşluğu içinde yüzen ve hiçbir zaman Allah’tan ayrılmadıkları için muhtelif cezbe tecellîlerine mazhar olan mü’minlere hitaptır, rakı veya şarapla sarhoş olanlara değil. Alkol, bizim aklımızı, hatta şeklimizi, yani muvazenemizi bozuyor. Ağzımız, gözümüz bir tarafa gidiyor. Aklımızı uyuşturuyor, sıhhatimizi bozuyor; üstelik lezzeti de acı. Faydası olmadıktan başka, çoluğumuzun çocuğumuzun rızkını keyfimize vermiş oluyoruz. Bundan büyük zarar olur mu?
Sual – Lâkin bazı kimseler bundan zevk alıyorlar?
Cevap – Bazı insanlar da adam öldürmekten zevk alıyorlar; her zevk helâl mi?
Sual – İlâhi bir muhabbete, bir sohbete vesile olsun diye içilirse de zararlı olur mu?
Cevap – Olmaz olur mu? Mutlaka bir oyun çıkarır.
Sual – Peki kendimize hâkim olursak?
Cevap – Kendimize hâkim olsak ona mahkûm olmayız, yani onu içmeyiz, nefsimize ve arzumuza hâkim oluruz.
Sual – Bazı kimseleri içki bozmuyor.
Cevap – Bozulmayanı görmedim. Mâdem ki hem aklımıza, hem de vücudumuza kumanda ediyor, şu halde vücut ve akıl muvazenemizi bozuyor demektir.
Rakının sarhoşluğu muvakkattir. Gözle, kulakla içilen o (ilâhi şarap)tan iç ki iki dünyada da ebediyyen ayılmayasın.
Bu arada dinleyenlerden biri tarafından şöyle bir sual soruldu:
– Âdem peygamberin cennetteki ağaçtan meyve yemesi meselesi nedir?
Cevap – Bu da esrâr-ı ilâhiyyeden biridir. Âdem o şecereden
yemese idi biz dünyaya gelmezdik. Allah’ın bir cilvesidir bu. Âdem o meyveden durmadan yiyor; yiyince cennetten kovuluyor; kovulunca pişman oluyor; yalvarırsa tekrar cennete giriyor. Âdemin mirası kime kalır? Evlâtlarına değil mi? Yapıp duruyoruz bu işi. Lâkin gözümüz birdenbire açılırsa, olmaz.
Sual – Âdem, peygamber olduğu halde Şeytan’a nasıl aldanıyor?
Cevap – Şeytan olmasaydı sâdık ile kâzip tefrik edilemezdi. Şeytan, Allah’ın imtihan memurudur. Allah, Şeytan’ın bu vazifesini bize gördürmesin. Şeytan, birçoklarımızın bildiği gibi, kuyruklu külâhlı bir mahlûk değildir. Şeytan nefsimizdir ve bizi delâlete sevk eder. Allah’ın bir sıfatı da (Mudil), yani (delâlete sevk edici)dir. O halde Şeytan, Allah’ın bir sıfatıdır ve muhîttir. Dolayısıyla bizi de muhîttir. Demin de dediğimiz gibi, Şeytan, nefsimizdir. Onun için Allah, Kur’an’da (Nefsinizi öldürün!) diyor. Nefis, ölmeye ölmez de, (nefsinizi kendinize tâbi ve mahkûm edin, ona işinizi çözdürün) demek istiyor.
Şeytan deyince, aklımıza kuyruklu, külâhlı bir mahlûk geliyor. Söz doğru da, anlayışımız yanlış. Kuyruk ve kulak nefsin hayvanlık sıfatına işarettir. Bu türlü sözler meyveye benzer. Meyve, ilk önceleri hamdır; gittikçe olgunlaşır. Kelâm da böyledir. (Şeytan kuyruklu, kulaklı bir mahlûktur) sözü ham bir meyveye benzer. Bu sözü, yukarıdaki izah tarzına göre tahlil edersek onu olgunlaştırmış oluruz. Sözün mânâ meyvesini ancak bundan sonra yiyebiliriz. Mısrî Niyâzî, sözün zâhiri mânâsını cevizin yeşil kabuğuna, asıl hakikî mânâsını da içindeki tatlı kısma benzeterek şöyle der:
(Cevizin yeşil kabuğun yemekle tad bulunmaz:
Zahir ile ey fakı, Kur’an’ı arzularsın)
Sual – Namaz lüzumsuz mudur?
Cevap – Lüzumsuz hiçbir şey yoktur.
Sual – Öyleyse faydası nedir?
Cevap – Namazın bir dış tarafı, bir de iç mânâsı vardır. Dış tarafı mükemmel bir idman, bir beden terbiyesi esasına dayanır. Vücudumuzun içi, bu dünyada ne kadar maden ve mahlûk varsa onlarla doludur. Bu mahlûklar hastalanırlar, ölürler. İçlerinde körleri, topalları vardır. Namazdaki hareketler, eğilip kalkmalar hep birer hikmete dayanır. O hareketler esnasında kanımız ve kanımızdaki mahlûklar harekete gelir, hayatiyetleri artar. Kürede elektriksiz hiçbir madde yoktur. Namazda elimizi bağlayınca, vücudumuzdaki elektrik devresini kapamış oluyoruz. Bu elektrik sol elimizden akmaya başlar. Sol elimiz ise bu elektriği karın nahiyesine aktarır. Bu cereyanın apandisite faydası vardır. Yani namaz, bu vücutla, bu vücudun sıhhatiyle mukayyed olanlar için birçok sıhhi faydalar temin eder. Sıhhatlerinden ve vücutlarından vazgeçen insanların namazı ise başka türlü inkılâb geçirir. Nitekim Hz. Muhammed Allah’a bu günkü namazdan başka bir namazla vâsıl olmuştur. Bugünkü namaz, kendisine peygamber olduktan sonra emrolunmuştur. Peygamberimiz Allah’a vâsıl olunca gözüne Allah’ın mânevî mikroskobunu takıyor, bakıyor ki o muhitin insanları pis; mikrop içindeler. Onlara günde beş vakit de olsa vücutlarının açık yerlerini yıkatıp, temizletmek için yüzlerini, ellerini, kollarını, boyunlarını ve ayaklarını yıkamalarını emretmiş. Vücudun bu kısımları, mikropla en çok temasa gelen uzuvlarımızdır. Hele yüzümüz bu bakımdan o kadar mühimdir ki… Yüzde birçok ince damarlar vardır ki zedelenir ve mikrop kaparsa, menenjit ve delilik gibi tehlikeli hastalıklara yol açar. Zaten tabiatullah, insanı bu hastalıklara karşı korumak için, yüzümüzün derisinin çıkardığı yağlarla mikropları tutar ve öldürür. Hz. Muhammed bütün bunları mânevî mikroskopla gördüğü için tedbirlerini buna göre almış, emirlerini buna göre vermiştir. Yani “yapın” veya “yapmayın” dediği şeylerin mutlaka bir sebebi ve hikmeti vardır. İşte namazın dış tarafı böyle bir sebep ve hikmete dayanıyor. Namazın bir şekil tarafı var, bir de mânâ tarafı. Şekil tarafı eğilip kalkmak, yani kıyam, rükû ve sûcuttur. Mânâ tarafı, okunan surelerin mânâsını anlamaktır. Bu namazın içinde asıl bir başka namaz daha vardır ki, iş, o namazı anlamaktır. Mutasavvıfların namazı işte bu namazdır. Onlar yerken de, içerken de namaz kılarlar. Bunları ben kendiliğimden söylemiyorum; Kur’ân’da var. Şu mealde bir âyet olacak: (Onlar Allah’ı otururken, kalkarken, yan yatarken de zikrederler). Mutasavvıfların namazı, Kur’ân’ın tarif etmiş olduğu bu namazdır. Namaz hiç lüzumsuz olur mu? Hiç inkâr edilir mi? İnkâr eden kâfirdir. Amma namaz içinde namaz, namaz içinde başka başka namazlar var…