05 Mayıs 1952 | Sayı: 45

12 Mayıs 1952 | Sayı: 46
28 Nisan 1952 | Sayı: 44

Yunanistan’dan gelen iki zâtın sormuş oldukları suallere verilen cevaplar: İlk mülâkat, 20 Nisan 1952 Pazar günü saat 18’de başlayarak 21Nisan Pazartesi günü saat 23’e kadar bilâ fasıla 29 saat; ikinci mülâkat, 26 Nisan Cumartesi günü saat 18’den 27 Nisan 1952 Pazar günü saat 19’a kadar 25 saat devam etti. Bu konuşmalar esnasında aldığımız notlar, gazetemizin beş-altı sayısını dolduracak kadar çoktur.

Peygamberimizin “İlim Çin’de de olsa tahsil ediniz.” Tavsiyesini can kulağı ile dinlemiş ve ona uymuş olan bu iki muhterem zât, Bay Nikola Rossopulos ile Bay Eriko Orologas, “Hakikat”i aramak üzere tâ Yunanistan’dan kalkıp buralara kadar gelmişlerdir. Onların bu kalbinde yanan bu (Hakikat âşkı) na hayran olmamak mümkün mü?

Bay Eriko Orologas Türkçe bilmediği için, konuşmalara Bay Nikola Rossopulos delâletiyle muttali oluyordu.

Birkaç dakikalık hoşbeşten sonra, söz, (Vahdet-i Vücûd)tan açıldı.

Emre bu mevzuda şunları söyledi:

–   (Vahdet-i Vücûd) demek, (Vücud birliği) demektir. Varlıklarımız ayrı oldukça, yani “Sen” ile “Ben” birleşip bir varlık olmadıkça bu “söz”ün “mânâ”sı anlaşılamaz. Ölünün halini, ancak ölen bilir. Ölümü tatmadan ölümden bahsedersek sözlerimiz “lâf” tan ibaret kalır.

Şu konuşma esnasında siz bende fânîsiniz, ben de sizde. Öyle olmasa, yani kendimizi unutmasak, kendimizle meşgul olsak karşımızdakinin sözünü anlayamayız. Mûsâ, bu ikiliği “Bir” edememiş, Allah’a “Bana kendini göster” diyor. Sade ikilik olsa… Ortada Allah var, bir; Mûsâ var, iki; görmek arzusu var, üç. Bu üç, hiç olmadıkça o “Varlık” nasıl görülür? “Vahdet-i Vücûd”un sözünden hiçbir şey anlaşılmaz; ille hâli tecellî etmek lâzım. O “hâl” tecellî edince hiçbir şeyi kötü ve Allah’tan ayrı göremeyiz. Bakarız ki bütün insanlar bir ve güzel. Hangi birisini ayrı görebilirsin ki… Babaları “Âdem”, anaları “Havvâ”. Eğer Mehmet’i ayrı Pandeli’yi ayrı görüyorsam, bu, “Vahdet-i Vücûd” değildir, “Kesret-i Vücûd”tur. “Vahdet-i Vücûd”; Allah’tan başka her şeyin fânî olduğunu “hâlen” idrak ettikten sonra hiçbir şeyi Allah’tan ayrı görmemek ve bütün mahlûkatı sevmektir. “Vahdet-i Vücûd” un gerisi çok. “Vahdet-i Vücûd” içinde “Vahdet-i Vücûd”. Hakiki huzûr, bu “hâl” den sonra doğar. Şimdi bütün dünya bir huzûr arıyor. Ararken, ararken bulacak.

Bu maddi huzûr, insanları manevî bir huzûra götürecektir. Zaman gelecek ki din mefküresi dünyayı birleştirecektir. Dinler, büyük bir nehrin kollarına benzerler. Bu kollar birleşerek ana nehri teşkil ederler. İşte bu ana nehir “Tasavvuf”tur. Din dereleri birleşip “Tasavvuf” ırmağı haline geldikten sonra Allah’ın “Vahdet Ummânı”na dökülür. Birleşmek için, bütün insanların birbirlerini sevmeleri lâzımdır. İnsanları sevmek için de içimizdeki yılanları öldürmek şarttır. İçimizdeki yılan ölürse, dışarıdaki yılan bizden kaçmaz, bizi sever; biz de onu severiz. Böylece “Celâl”i “Cemâl” görmeğe başlarız. Taraflar arasında “Korku” kalmaz; onun yerine “Sevgi” gelir ve insanları birleştirir. Zaman gelecek, Yunanistan’la Türkiye birleşecek; gönül böyle istiyor. İnsanları ayıran şey, din ve millet farklarıdır. Lâkin milletler dinsiz yaşayamazlar. Vicdan bir lâmbaya benzer; din de kibrittir. Kibriti yakıp lâmbanın fitiline değdirince ışık zuhur eder. Yanmayan gönül karanlıktır.

Her şey tekâmüle tâbi olduğu gibi din de tekâmüle tâbidir. “Âdem”deki kudret, büyüye büyüye “Muhammed” kudreti haline gelmiştir; boyuna da büyümektedir. Büyüyen kudret, yine Muhammed’in kudretidir. Demircilerin pîrî Dâvut peygamber zamanındaki demircilik ile şimdiki demir sanayi bir mi?

Şimdi radyo mağripten “tın” diyor, biz burada duyuyoruz. Bu bir madendir. Tayyare uçuyor: bu da bir madendir. Dâvut gelsin de demirciliği şimdi görsün, şimdi öğrensin. Dâvut, demirleri konuşturabiliyor muydu, uçurabiliyor muydu? Dâvut, demirlerin uçtuğunu ve konuştuğunu görse sevinmez mi? Elbette sevinir. Çünkü kendi icadı terakki etmiştir. Kemalât kendi varlığına hâkimdir. İnsanlar, onun tekâmül ve terakkisine derece derece birer basamaktır, birer vasıtadır. Her şey kemalâta doğru süratle ilerliyor. Beş yüz sene evvelki insanlarla şimdikiler bir mi? Deveyle yapılan nakliyat, şimdi tayyare ile yapılmaktadır. Artık geri dönmek mümkün mü? Bu neye benzer: Anamızın karnındayken, gıdamız kandı. Sonra süt emdik. Âlemi fark’a gelince şekerin, meyvelerin tadını aldık; leziz yemekler yedik. Şimdi bize “İlle kan veya meme emeceksiniz”, deseler emer miyiz? Tabii hayır. İşte tekâmül yolundan bir tarafa çekilip çömelmek buna benzer. Dinlerin tekâmül etmiş şekli “Tasavvuf”tur. Tasavvuf, tekke ve tarîkatların malı olmaktan kurtulmuş, mekteplerin mevzuu olmuştur. Tasavvuf’un adı şimdi “Edebiyyât” oldu. Avrupalılar da tasavvuf’u “Metafizik” çerçevesi içine aldılar. Zaman gelecek, bir din birliği olacak. İnsanlar arasında Hıristiyanlık, Mûsevîlik farkı kalmayacak. Az kaldı. Dünya ve insanlık için çok güzel sulh ve sukun devresi geliyor. Bu hâl dünyadan vahşeti kaldıracaktır. Niçin olmasın? Yazık değil mi? Bu insanlara “Tevhîd” gözlüğü ile bakarsak, hepsinin Âdem ile Havvâ’ nın çocukları olduklarını, yani kardeş olduklarını görürüz. Onları parça parça eden ve birbirlerine düşman yapan şey, milliyet ve din farklarıdır. Yakın bir tarihte insanlar ve dinler birleşeceklerdir. Tekâmül etmeyen din, taklitte kalmağa mahkûmdur. Meselâ Hıristiyanlıktaki haç çıkarmayı ele alalım. Ne yapıyorlar? Parmaklarını birleştirip evvelâ sağ sonra sol omuzlarına, sonra da alınlarına ve göğüslerine dokunuyorlar. Bu hareketi makine gibi yapıyorlar; mânâsını anlamıyorlar. Hâlbuki istavroz çıkarmanın mânâsı: “Allah ne sağda ne solda; kafa ile kalpte” demektir. İstavrozu böyle anlayınca tefekküre varmak lâzımdır: (Ha.. Allah kalbimde mi? Hayır. Çünkü Allah benim kalbimde olsaydı, Allah’ın bütün kudretleri de bende olacaktı. O halde Allah’ın kudretleri kimde?)

Bu tarzda bir tefekkür bizi, kendisinde Allah’ın kuvvet ve kudretinin tecellî ettiği (Kâmil İnsan)ı aramağa sevk edecektir. İşte dindeki terakki ve tekâmül böyle olur. İstavrozu manasını anlamadan, taklit yoluyla yapan bir Hıristiyan’ın aklı 1952 sene geride kalmış demektir. Îsâ’ nın dört çivi ile çakıldığı direklerin dibinde ağlamaktan ne çıkar? Asıl diri Haç’ı bulmalı. Haç, Îsâ’ yı  gerdikleri “Çarmıh”ın küçük bir numunesidir. “Çar” dört demektir; “Mıh” da çivi; o halde “Çarmıh”, “Dört çivi” demektir. Biz de bu “Vücud” çarmıhına “Anâsır-ı Erbaa” dedikleri “Su, Ateş, Hava, Toprak” çivileriyle çakılmış vaziyetteyiz. İş, bu vücut çarmıhı’ nın içinden sıyrılıp çıkmada. İnsanın içinde Îsâ da var, Muhammed de var, Allah da. İnsan, bu kâinattan büyük olan iç varlığına akıl adımını attıktan sonra mânen yürümeye başlar. Bu adımı atmayan kimse, ne Îsâ’ya ulaşabilir, ne Muhammed’e ne de Allah’a. Bu adımlar, bu yürüyüş insanı (Canlı Haç) a götürür. Allah’a giden yol, Hıristiyanlar için o (Canlı Haç)tan geçer. (Canlı Haç), (Mânevî Mürebbî) demektir. Hz. Muhammed (Mürebbîm olmasaydı Rabbimi bilemezdim) demiş. (Rab) ile (Mürebbî), bir aynanın iki tarafına benzer. (Rab) aynalı, camlı tarafı; (Mürebbî) sırlı tarafıdır. Asıl iş “sır”lı tarafında. Sırlı taraf olmazsa aynanın âdi bir camdan farkı kalmaz. Demek ki iş sırlı taraftaymış. Oraya bakmayınca aynanın ayna olduğu anlaşılmaz. (Mürebbî) de Rabbın “sırlı” tarafıdır. Ona bakmadan Rabbımızı görmek mümkün değildir. Aynanın “sır”lı tarafını çevirip “yüz”üne bakınca, bakan bakılanın içinde, bakılan da bakanın gözlerinde görünür. Emrah:

(Beni sende, seni bende, bakıp bir tende görmüşler) diyor. Amma o aynaya bakarken yüzümüzü iyice yıkamamız lâzımdır; yoksa aynayı simsiyah zannederiz.
İşte din yolunda yürümek diye buna derler. Eğer taklitte kalıp tahkike varamamışsak, tersine çevrilmiş kaplumbağalardan ne farkımız olur?

İşte bu hâlden metafizikçiler, edebiyyâtçılar ve tasavvufçular kurtulmağa çalışıyorlar. Mademki tersine dönmüş olduklarını anlamışlardır, o halde bir gün mutlaka dönüp yürümeğe başlayacaklardır.