Konuşma esnasında, bir aralık, söz, hayvanları kesme, öldürme dolayısıyla merhamete intikal etti. Bay İsmail Emre, merhametin yerinde gösterilmesine işaret ederek şunları söyledi:
Emre – Hz. Muhammed (Küllü muzırrın yuktel), yani (bütün zararlı olan şeyler öldürülmelidir!) demiş. Hâlbuki kebapçılar, kasaplar eskiden simsiyah, sinekti. Her yemekte birkaç sinek yerdik. Demek ki Muhammed’in yukarıdaki sözünü duymuyorduk. Avrupalılar duydular, anladılar, bize de anlatıyorlar.
Mikroskobu keşfettiler. Bu sayede bir sineğin bir kaplandan daha yırtıcı olduğunu anladılar. Gördüler ki, sinek, bir frengiliden aldığı mikrobu birçok kimselere naklediyor.
Bu tehlikesini görüp anladıktan sonra da hâlâ sineği sevelim mi? Biz sevsek bile, o bizi sever mi? Yani bize frengiyi aşılamamazlık eder mi?
Biz kendimize müslümanız diyoruz amma, Avrupalılar hadîsleri ve âyetleri bizden daha iyi anlayıp tatbik ediyorlar. Biz kendimize “mânevîyyete âşinâyız” diyoruz; hâlbuki hiçbir şeyden haberimiz yok. Şemsi Tebrîzî, Muhyiddîn, Mansûr, Nesîmî gibi mânevîyyet ve tasavvuf erlerini Avrupalılar mı öldürdü, Müslümanlar mı? Bir Alman doçent kız, Konya’ya gelmiş, Mevlânâ’nın türbesini hayran hayran seyredermiş; Konya halkı da bu Alman kızının hayranlığına hayran olmuşlar. Asıl hayran olunacak şeye, Mevlânâ’nın fikirlerine, ahlâkına hayran olmuyoruz da…
Hakîkaten, zaman gelecek, Avrupalılar mânevîyyeti bizden daha iyi görüp anlayacaklar. Bir arslan otursa, bir kaplumbağa da yürüse, hangisi daha ileri olur? Bizim hâlimizle Avrupalıların hâli buna benziyor.
Gelelim mevzuumuza: Siz, hep şefkatinizden, hayvanları himaye etmeye çalışıyorsunuz. Hâmiyi unutanın hâmisi Allah’tır. Ormanda yaşayan hayvanların arasında hasta yoktur. Çünkü hastalar ölüyor, sağlamlar kalıyor. Onlardan türeyen hayvanlar da sapasağlam oluyorlar. Biz ehli hayvanların veya insanların hastalıklarını ilâçla tedavi edemiyoruz. O hastalıklar nesilden nesile kan yoluyla geçiyor. İnsandaki herhangi bir mikropta o insandaki diğer bütün mikroplar mevcuttur. Fen daha bunu göremiyor.
Siz de temiz, hastalıksız bir nesil olsun istiyorsunuz. Bunun için, hasta olanların, kendilerini beşeriyyete feda etmeleri lâzımdır. Meselâ, hastalandığınız zaman, siz kendinizi öldürün bakalım?.. Tabii bunun da imkânı yoktur. O halde, kemâlât, herşeyi olduğu gibi kabul etmektir. Bizim de bugünkü cemiyete uymamız lâzımdır.
Mağaralarda yaşayalım desek, mağaralara sığmazdık.
Gandi, gücü yetmeyeceği şeyi iddia etti. İddiasını tahakkuk ettirebilseydi, hakikaten büyük adam olurdu. Gandi’nin aklından daha büyük olan bir (Akl-ı Küll) var ki o, Gandi’nin düşündüğü gibi yapmıyordu. Gandi, beşeriyyetin selâmeti için de olsa, bir arzu sahibidir. Arzu eden insan ise o (Kudret)ten ayrıdır; dolayısıyla küçüktür, çocuklar gibi.
Eğer herkes selâmete kavuşsaydı, selâmet denen şey, kökünden kururdu. Gece mi iyi, gündüz mü? Eğer hep gündüz olsaydı, ortalık çatır çatır yanardı.
Bunun içindir ki herşeyi olduğu gibi kabul etmeli. Böyle yaparsak kendi derdimize düşebiliriz. Yoksa, kedinin, köpeğin derdinden, kendi derdimizi düşünmeğe vakit bulamayız.
Sözün burasında, konuşmayı dinleyenlerden bir zât, Avukat Bey’e:
– Allah bizi çağırıyor. Peki, bu kalıptan çıkınca nereye gideceğiz? Bunu arasak olmaz mı efendim?dedi. Avukat Bey şu cevabı verdi:
– Bu keşfi bize bırakmamış ki… Kendisi bizi götürecek.
– Hayır, kendisi götürmeyecek. (Burada, yani bu dünyada görmeyen, âhîrette de göremez) diyor.
Avukat Bey – Mukadderâttan fazlası olmaz.
Emre – Mukadderâta tâbi olsaydınız da İstanbul’da kalsaydınız, buraya gelebilir miydiniz? İrâdenizi kullandınız da buraya geldiniz.
Sual – Bu terazi o kadar sikleti çekmez.
Emre – “Bu” deyince, ayrılık var. Teraziyi büyütmeli. İdrâk, durmadan büyür. Anamızdan doğduğumuz zaman bu terazi şimdiki gibi miydi? Bu hâle, nasıl, büyüyerek geldiyse, yine de büyür. O teraziyi büyütecek bir meme vardır; onu bulmalı, ondan emmeli.
Sual – Elmanın, câzibe tesiriyle düşmesi, nasıl, bir zarûretse, benim de böyle yaratılışım bir zarûret. Yani ben kaderden ötesine inanamıyorum, elimde değil.
Emre – “Elimde değil” dediğiniz için elinizde değil. Böyle demekle irâdenizi kullanmamış oluyorsunuz. Hâlbuki insan irâdesi o kadar çok ve kuvvetlidir ki, onu kullanabilirsek neler yapmayız ki… Kullanmazsak, olduğumuz yerde kalırız. Hâlbuki yürüdüğümüz yolun meyvalarından ve çiçeklerinden istifâde etmeliyiz. İrâdesizlik iyi bir şey değil. Allah Kur’ân’da, iyilik yapmanın da, kötülük yapmanın da insanların ellerinde olduğunu söylüyor. Demek ki Allah bize kullanmak üzere bir irâde kuvveti vermiştir. Bunun içindir ki bazı işlerin yapılmasını bize bırakıyor: (Siz “yâ Allah!” derseniz, ben “lebbeyk!” derim) diyor. Bu söz, Allah’ın irâdeye yer ve değer verdiğini göstermez mi?
Köksüz, dalsız bir halde mukadderâta teslim olan insan ilerleyemez. Mukadderât denen şeyi unutan milletler ne kadar terakkî etmişlerdir… Benlik ne kadar kuvvetli ise, terakkî o kadar çok olur. Benlik de irâde demektir.
Sual – Siz dünyanın terakkîsine kaani misiniz?
Emre – Avrupa’ya ilmen ve fennen hâkim miyiz, mahkûm mu?
Sual – Mahkûmuz.
Emre – Öyleyse onlar bizden ileridir.
Sual – Ama onların terakkîsi bir nevî geriliktir, vahşettir. Meselâ atomu bulan ve kullanan vahşidir.
Emre – Sizin vahşet dediğiniz şey, beşeriyyetin daha çok terakkîsine sebep olacaktır. Atom insana hem dost, hem de düşmandır. Bugünün atomu, Muhammed devrinin kılıcına benzemez mi? Muhammed kılıcı hem kendini korumak, hem de adam öldürmek için kullanmıştır. Muhammed’in eline atom geçseydi, kullanmaz mıydı? Allah’ın “Celâl” sıfatına ait ilimler de ilimdir.
Sual – Her keşif, müstakbel faciaların sebebidir. Elimden gelse, onu öldürürdüm.
Emre – Fakat yapamazsınız. Yapamayınca da azâp içinde kalırsınız. Onun için, bütün bunları bırakalım; bu güne, hattâ bu dakikaya, bu saniyeye bakalım: “Dem bu demdir, dem bu dem!”
İsteriz ki milletimiz hakikaten terakkî etsin. Fakat böyle kadere filân mahkûm olacak olursak, ilerleyemeyiz.
İlâhî zevk terakkîye mâni değildir; bilâkis terakkîyi emreder: “Elkâsibü habibullah” dememiş mi? Sözü tutmalı; fakat o sözle sözü söyleyeni bir tutmamalı.
Her sıfat, insanları kendisine davet edip duruyor. Hangisine mahkûm olduysak, onda fânî olduk demektir. Neyi seversek, irâdemiz onun eline geçiyor. İyisi mi, her şeye hâkim olan “Kudret”e teslim olup orada yok olalım.
Eğer her istediğimiz olsa, bunun sonu bizim için çok fenadır. Bizim istediğimiz şeye mâni olan kudret, “İrâde-i Külliye”dir.
Geçen sene bizim Fikri eve bir yılan getirecek olmuş. Biz kapıda tesadüf ettik kendisine; mâni olduk. Kendisi korkmuyor amma, evde korkanlar var. Karısı o zaman hâmileydi. Bir kerre o korkacaktı. Görülüyor ki her arzumuz hayırlı olmayabilir.
Sohbette bulunanlardan biri bu sırada şöyle bir sual sordu:
– Her yılan bir mücevher saklar, derler; doğru mudur?
Emre – Evet, biz de yılanız bir cevher saklıyoruz.
Sual – Hayvanlar hemcinslerini yemiyorlar, fakat insanlar birbirlerini
yiyorlar.
Emre – Birbirini yiyen, insanlar değil, ilimler, fertler birbirini yiyor. Atom size göre fena; çünkü ona mâlik değilsiniz. Hele o atom sizin olsun, onu muhafaza etmek için ne polisler, ne jandarmalar kullanırdınız.
Bu harpler darpler zarûridir. Dünyanın hamuru kanla yoğrulmuştur.
Dünya delilerden, hele ilâhî delilerden hiçbir zarar görmemiştir. Hâlbuki Hitler, Musolini gibi akıllılar neler yaptılar… (Medenî) kelimesinin son hecesi “denî” değil mi? Kanunu böyle: Büyük, küçüğü yer. Nice medenîyyetler kaybolmuştur ki bugünkü medenîyyet, o eski medenîyyetler seviyesine henüz gelememiştir.
Allah, kendini gizlemek için insanları birbirine düşürüyor. Kendisi bu kargaşalığın arasındadır.
Dünya iki taraf olmuş çarpışıyor. Bu çarpışmaya kimse mâni olamaz. Öyleyse kimseye karışmayalım. Adın ne? demiş; Mülâyim!, Sert olsan elinden ne gelir?
Bu kavgalar durulup bittikten sonra, zaman gelecek ki biz parmakla gösterilen bir millet olacağız; çok büyüyeceğiz.
Bir kalabalık arasında iki kişi kavga eder. Kavga edenin hedefi, kavga ettiği kimsedir. Sopayı başkasının kafasına vurur.
Dünya da şimdi ikiye ayrıldı. Hedef biz olmadığımız için bize kimse bir şey yapamaz. Allah da korur. Bize vurmak istiyenler kendi başlarına vururlar. Yeter ki biz Mâbudumuzu bilelim, bulalım, zandan kurtulalım. Zan, bizim düşmanımız, Azrailimizdir. Zan gitmeyince korkudan kurtulamayız. Bilmediğimiz bir âleme gittiğimiz için korku, peşimizi bırakmaz. Bütün çalışmamız, çabalamamız, ölüm korkusundan. Hâlbuki korku gitmeyince Allah’ın dostu olamayız. Evliyâullah demek: Allah’ın dostları demekmiş. Bunlar için Kur’ân’da (Lâ havfün aleyhim ve lâ hüm yahzenûn) deniliyor. Yani evliyâullah denen kimseler ne korkarlar ne de müteessir olurlar. Peki bu insanlar Allah’ın düşmanı mı? Hayır. Allah kimi düşman olarak yaratmış? O, kimseyi düşman yaratmamıştır. Biz, ancak kendimizin düşmanıyız. Bizi mahkûm eden şey, huylarımızdır. Burhan Sadık Bey’in dediği gibi, “Hay” âlemine huy âleminden geçilir. Yani bu fena huylardan kurtulmak elimizdedir. Allah bize bu kaabiliyyeti bu irâdeyi vermiştir. Fakat biz yok zannederiz. Zan gitmeden, insan âşık olamaz. Zan bir kafese benzer; biz de bir bülbülüz. O zan kafesi bizi gül dalına kondurmaz.
Sual- Zandan nasıl kurtulabiliriz?
Emre – Bizi zandan tefekkür kurtarabilir. Onun için Muhammed “bir saatlik tefekkür altmış yıllık ibâdetten hayırlıdır” demiş. Zan bitmeden de tefekküre yanaşılmaz. Tefekkür insanın kafası serbest kaldıktan sonra başlar. Tefekkür, talebenin aldığı dersi hazmetmesine benzer.
Bir kere böyle bir tefekküre başlasak başkalarıyla, başkalarının derdiyle de uğraşamayız. Küçücük bir vantilâtörü bile tutamıyoruz; çünkü dönüyor; ya dünyayı nasıl tutacağız? En iyisi, uzaktan seyretmeli. Muhalefet etmeğe gelmez. Dönenle, söyleyenle, duyanla bir olsak daha iyi yer…
Sual – Şekki, şüpheyi ortadan kaldıracak bilgi, nasıl gelebilir? Meselâ şu paketin içindeki sigaraları görünce artık şüphem kalmadı.
Emre – İşte böyle, sigarayı gördüğümüz gibi görerek.
Sual – Bâtıl itikadların akla en yakını, zannedersem güneşe tapmaktır.
Emre – Sade güneş olursa, olmaz; su da lâzım. Biraz da havaya ihtiyaç var. Bakarız ki bunları diri tutan toprakmış, ona döneriz. Topraktan şeker çıkıyor, ona; velhasıl ihtiyacımıza göre yazın buza, kışın ateşe inanıyoruz. Fakat bunların hepsinin bir Hâliki var ki ona inanmak ve tapmak zor; çünkü görmeden olmaz.
Bundan sonra uzun bir müddet sûkut edildi. Bu sûkutun sebebi sorulunca Emre şunu söyledi:
– Biz konuşmayı unuttuk; artık soran konuşuyor.