Geçen sayıdaki sohbetin devamı:

Biz Hz. Muhammed’i, bir cisimden, bir vücuttan ibâret görür de, filân yerde gömülü diye bilirsek, o orada kalır; biz de mürebbîsiz kalırız. Bunun içindir ki Niyazî-i Mısrî:

Her kabirden bin Muhammed, her birisi yüzbiner
Boş olup, gitti önünce; zâlike yevmünnûşur!

diyor.

Gelelim yine evlât meselesine: Hepimiz sizin çocuğunuz olsak, şefkat ve himaye eliniz bizim üstümüzde dolaştığı ânda büyük bir tehlike, meselâ zelzele olsa, evvelâ siz kaçarsınız; selâmet bulursanız, ondan sonra bizi düşünürsünüz. Yâni onun asıl sahibi biz değiliz; Allah’tır.

Hz. Muhammed: “evlâdınız, karılarınız, kocalarınız, malınız-mülkünüz size düşmandır!” diyor amma, bu sözü, çocuklarını, kocalarını, mal ve mülklerini Allah’tan fazla seven kimselere söylemiş. “Çocuklarınızı öldürün!” demiş mi? Dememiş. Çünkü onlar bizim düşmanımız değil. Ama “Nefsinizi öldürün!” diyor. “Malınızı yağma ettirin!” diyor mu? Bilâkis “Elkâsibu habîbullah!” demiş; yâni “Para kazanan kimse, Allah’ın dostudur!” diyor. Daha nasıl anlatsın? Ama yanlış anlıyorlar, mallarını mülklerini, çorlarını-çocuklarını terkedip mağaralara çekilmişler. Bu yanlış, bu süfliyyet!

Bunu böyle anladık mı, tamam. Bayram yapmağa hakkımız olur. Çünkü bildik “arefe” yaptık. Kadir gecesi, kıymetli gece demek; yâni anlayış gecesi. Hz. Muhammed’in tefekkürü, arefe gününe kadar sürmüş, yâni iki gün devam etmiş. Ondan sonra anlamış. Anladığı güne “arefe” demiş. Ondan sonra da keyf ediyor, yani bayram yapıyor.

S. – Beşeriyet, o yola, bu yola sapa sapa, nihayet acz caddesine düşüyor.

Emre – Acz çok hoş; fakat bilmek çok zor… Bilince gurur kalır mı? Hakikat gururun altındadır.

***

Emre – Bütün can zerrelerini birbirine yapıştırıp tevhîd etmeli. Fakat yayıkta olduğu gibi, yağ zerrelerini döğmeyince, birbirine yapıştırmak mümkün değildir.

Parça diye de birşey yok amma, aklımız parçalıyor. Parçalamasa, idrâk edemez. Hazmetmek için parçalıyor. Yemek yerken, ekmeği hem elimizle, hem de ağzımızla parçalıyoruz; yoksa hazım olmaz.

S. – Güzel bir misal.

Emre – Fakat, parçaladıktan sonra yine bitiştirmek lâzım. Böyle yapmadan tevhîd, kurukuruya tevhîddir; hâli tecellî etmeden ‘lâ ilâhe illâllah!’ demek gibi.

Traktör ne kadar çok parçadan mürekkep… Traktörü yapan, önce demiri parçalara ayırdı; onlara şekiller verdi. Her birine bir vazife ve bir isim verdi. İsimlerin çokluğu da, insan vücudu âzâlarının isimleri: Tet, lânget, gibi. Bu parçaları birleştirince, tevhîd edince, haydiii yeni bir hayat!

S. – Bu vaziyete göre ölüm yok?

Emre – Yok ya…

S. – Peki rûh?

Emre – Zamanla, o da kaybolur. Akıl ona rûh diyor… Hâlbuki ortada sade bir cambaz var; bizler onun gölgesiyiz. Karadaki damla, denizin hâlini, büyüklüğünü anlayabilir mi ki akıl onu anlasın?

S. – Aklı öldürmek için ne yapacağız?

Emre – Öldürmek istemez; bilâkis büyüteceğiz… Aklın beğendiği şeyler, yâni hâli ölecek.

Bir zaman gençtik; o hâlimiz öldü; onun yerine şimdiki hâlimiz doğdu. Her ölümün arkasında bir dirilik vardır. Bu, uyuyup uyanmağa benzer. Ama ölüp, dirildiğimizi bilmemiz lâzım. Anamızın karnındayken de, diri idik; ondan haberimiz var mı? Durmadan ölüyoruz. Geçtiğimiz yollara bir daha dönemeyiz. İstikbâl de meçhulümüz.

Buna rağmen kendimize ne kadar varlık veririz. İşte bu varlık giderse mesele anlaşılır. Birçokları bu yoldan geri döner: kimisi korkar, kimisi kendine güvenemez. Bu hâli, azimkâr insanlar başarır. Azmin karşısında hiçbir şey dayanamaz. En vahşî bir hayvanın saldırmasına karşı koysan; o bile, insandan korkar ve korkan mağlubolur.

S. – Zor bu iş.

Emre – Zor değil.

S. – Cemiyet hayatından uzaklaşabilsek, mesele yok.

Emre – Hangi mağaraya çekilsek, kafamızı, aklımızı, arzularımızı beraber götürmeyecek miyiz? İnsan bu cemiyet içinde milletine ve hemcinslerine hizmet ederek, bu işi daha iyi yapabilir. Bir tarafa çekilirse anlayamaz. Bir tek buğdaydan harman olur mu? Buğday taneleri biraraya gelirse, onlardan ancak o zaman istifâde edilebilir. Eskiler çok yanlış anlamışlar.

Herkes anlamaz; daha doğrusu anlamak istemez… Fakat anlamak isterse, anlayabilir. Ama herkes anlarsa, nizâm-ı âlem bozulur. Bir ağacın her tarafı meyva olabilir mi?

Bu hâli cemiyet içinde yaşayarak anlamak daha iyi. Çünkü bakın birbirimizden bazı şeyler öğrendik. Dağa çıkabilseydik öğrenebilir miydik?

Onların zararı size bile dokunmuş. Sizin, “Cemiyet hayatından uzaklaşabilsek…” demeniz, onlardan gelen yanlış bir fikirdir. Her yanlış da zarardır. Onların, ailelerine, çocuklarına, dolayısıyla bütün cemiyete zararları dokunmuştur.

İnsan, kendi vücudunun mağarasına çekilmeli. İcabında mühendis olmalı, icabında yemek pişirmeli.

Dedelerimizin geri zihniyeti münevver kafaların kulağna bile girmiyor. Cemiyet hayatı hoştur.

S. – Dağda olsak, birbirimizle konuşamazdık amma, duyardık; çünkü insana ağaçlar bile söyler.

Emre – Ağaçlar söylemez. Bu sözler, hep rumûzludur. Ağaçtan maksat, insandır. Kur’ân, Hakîkat’i anlamayan insanları “çürümüş ağaç”a benzetiyor.

S. – Günâh’a mı giriyorum bu sözlerle?

Emre – Hayır; günâh olan, cehîldir. Hakîkati anladıktan sonra günâh kalır mı?

Allah bize karışmış, yâni bizi muhît olmuş da, biz Allah’ın işlerinin hikmetini anlamağa korkuyoruz. Korku, bilmemektendir.

S. – Allah sebebsiz bir iş yapıyor mu?

Emre – Kulları bile lüzumsuz, sebebsiz bir iş yapıyorlar mı?

S. – Ders öğrenmek için yalnızlık lâzım değil mi?

Emre – Ders yalnızlıkta öğrenilmez. Mekteplerdeki sınıflara baksana…

***

Emre – Kürede ateşle suyun mücadelesinden nice hayatlar doğuyor. Su içimizdeki ateşi söndürmek içindir.

Havanın, toprağın anası da sudur. Havayı su doğurur. Zaten “Ve caalnâ minelmâi, külle şey’in hay!” dememiş mi? Velhâsıl, bu işleri yapan bir canbaz var. Bütün bunlar, insana hizmet içindir. Secde ve tesbîh budur… Biz nebatlara, hayvanlara bakıyoruz; onlar da bize secde ve tesbîh ediyorlar. İnsan merkezdir. Her şey, insana koşuyor. Yılan bile insana âşıktır. İnsanın güzelliğini, bilen bilir. Melekler bile Âdem’e secde ettiler; güzelliği için.

S. – Herhalde cisim için değil.

Emre – Cismi de güzel, hele cismine ahlâkını da uydurursa, daha güzel. İnsandan güzel bir yaradılmış var mı? Yok, yok; hiçbir şey yok. Onun için Allah insana “Ahsen-i Takvîm” demiş. Fakat insandaki bu güzelliği görmek için kendimizden geçmeliyiz. İnsan kendini unutacak ki öbür insanların güzelliğini görecek. Çirkin bir insana çirkin! de, kızar; güzel” de, memnun olur. İnsan her hakkı kendine almak ister. İşte bu benlik’ten kurtulmak lâzım. O vakit görürüz, insanların güzelliğini.

***

S. – Şerîat adamları tasavvufçulara, sanki onlar din ve can düşmanları imişler gibi atıp tutuyorlar; hattâ küfrediyorlar.

Emre – Sonra da bu küfrettikleri adamlara türbe yapıp, adak yapıyorlar değil mi? Tasavvufçulara söğenlerin türbeleri ve manevîyyetleri var mı?

Tasavvuf adamları da, arasıra hocalara atarlar amma, küfür bilmezler; yâni küfretmezler.

***

21.4.1954 te yapılmış bir konuşmadan tesbît edilebilen notlar:

S. – Vahdet-i Vücûd nedir?

Emre – Vahdet-i Vücûd… Bak işte hepimiz biraraya geldik, vahdet-i vücûd olduk. Vahdet-i vücûd’un arkası; “Vahdet-i mevcûd” dur. Sen bu toplantıdaki vahdet-i vücûd’a bak. Okuduğunuz kitaplar, vahdet-i vücûd’un sözü; bu özüdür. Hakîkat budur.

Gözümüzü bir kapayıp açıncaya kadar, şu dünyada nice insanlar ölüyor. Küçült bu insanları; milyonlarca defa küçült; mikroplara benzerler. Hakîkati anlamayan insanların ölümü de, mikropların ölümüne benzer. Kur’ân böyle kimseler için, “…. Kel’en’âmi belhüm adall” diyor; yâni böyle kimseler, hayvan gibidirler; hattâ ondan daha aşağıdadırlar!” diyor.  Hâlbuki Hakîkat’i anlayanlar, ölmezler. Kur’ân böyle kimseleri ise öğüyor: “Ben bildiğimi insana bildirdim!” diyor. Bilen insan imiş; bilmeyen? O halde, Hakîkat’i bilmeyenin varlığının hikmeti ne? Bilen, meyva; bilmeyen, yaprak. Kur’ân’da da; “Bilenle bilmeyen bir olur mu?” deniliyor. İnsan ağacın yaprağını yer mi? Elbette meyvasını yer. Allah da, Hakîkati bilenleri yer. Ama diyemezsin ki, şu meyvadır da, şu yaprak. Bir de bak ki o da meyva oluvermiş. İnsanlığın kıymeti buradadır. Nebat olan yaprak meyva olamaz; fakat bizim yaprağa benzettiğimiz insan, çalışırsa, meyva olabilir.

S. – Yaprak da meyva olsaydı n’olurdu?

Emre – Şefkatinizden böyle söylüyorsunuz amma, meyvanın meydana gelebilmesi için kök lâzım, çiçek, yaprak lâzım. İncir çekirdeklerinin hepsi incir ağacı olsaydı, dünyada oturacak yer kalmazdı. Düğündeki kalabalık, zifâf odasının kapısından geri döner; hizmetleri oraya kadardır.

Hakîkat yolunda iltimas yok; irâdesini kullanan kurtulur; müsâvât bundadır.

S. – Deliler?

Emre – Çeşitleri çok delilerin; bazı Allah delileri var ki, onlar akıllı demektir. Doğuştan deli olanların hastalığı irsîdir. Sonradan deli olanlarınki de irsîdir. “Dedesi koruk yer, torunun dişi kamaşır!” derler ya…

S. – Onun ne günâhı var?

Emre – Dedesinin günâhı.

S. – Dedesi çekseydi…

Emre – O da dedesi demektir; dedesinin bir parçasıdır… Ondan ayrı mı ki…

S. – Demek ki Levh-i Mahfûz’da ne yazmışsa o oluyor.

Emre – Nerde Levh-i Mahfûz?

S. – ?!

Emre – Muhafaza edilen levha, demek değil mi mânâsı? Fezâda semâda öyle bir levha yok. Levh-i Mahfûz, insanların kalbidir. Herşey insandadır. Sen de yazıp duruyorsun. Ne kadar geniş bir levhadır insan kalbi… Bütün gördüklerimizi, işittiklerimizi, isimleri, sesleri ve şekilleriyle yazar. Hem de, bunların asılları kendisinde mevcuttur. Nice aylar, milyonlarca güneş, hudutsuz bir fezâ mevcuttur kalbde. Hudut, akıl içindir.

S. – Suçlarına tövbe eden bir insanla, hiç suç işlememiş bir adam arasında fark var mıdır?

Emre – Tamam tövbe etmişse, fark yoktur. Bir insan ki, yaptığı işin kabahat olduğunu biliyor, pişmân olmuştur, bir daha o işi işlemeyecektir, o insanın günâhı kalmaz.

S. – Nâdim de olsa, kabahati yok mudur?

Emre – Kendi mi yaptı o “kabahati?” Yapan Allah’tır, fakat onun eliyle yapmıştır. Fakat yine de elden geldiği kadar yapmamalı. Birisini mi öldürüyorlar; o adam mutlaka ölecek. Sen öldürmesen, başkası öldürecek. Fakat idrâk edip bu işi yapmamalı… Bâzı adamlara, i’dâm mahkûmlarını astırıyorlar. Bize teklif etseler, asar mıyız? Ne kadar para verirlerse versinler, asmayız. Zira Allah insana bir irâde kuvveti vermiştir ki bunu istediği yere kullanabilir. İnsanın, vicdânına, Allah’a karşı mes’ûl oluşu, sahip olduğu bu irâde kudretindedir. İnsan, iyilikten zevk alır, kötülükten pişmân olur. Demek ki, iyilikle fenalığı tefrîk etmek kabiliyyetine ve fenalığı yapmamak kudret ve irâdesine sahiptir. Her selâhiyet de insana bir mes’ulîyyet yükler.