03 Ağustos 1955 | Sayı: 128

15 Ağustos 1955 | Sayı: 129
18 Temmuz 1955 | Sayı: 127

Geçen sayıdaki sohbetin devamı:

S. – Herkes Allah’a rücû’etmez dediniz; Allah’a rücû’etmeyenler başka bir yere gitmiyorlar ki… Yine ilâhi çerçevenin içinde kalıyorlar.

Emre – Sizinle konuşurken, niçin ayağınıza bakmıyorum? Hâlbuki ayağınız da vücut çerçevesi içinde? Ayakla göz bir değildir.

S. – Öyleyse, Allah, kulları arasında bir tefrîk gözetmiş oluyor.

Emre – Allah bize bir elçi gönderdi ve her şeyi bize bildirdi. Bize ayrıca, bir de irâde verdi ve (isteyen, gösterdiğim yoldan yürüyerek bana rücû’etsin!) dedi; o yoldan gitmek elimizde, irâdemiz dâhilinde olduğu halde gitmezsek, kabahat Allah’ta mı?

Allah: (Ben size iki melek gönderdim; birisi günâhınızı, biri de sevâbınızı “Levh-i Mahfûz”a yazıyor.) diyor.

S. – Böyle şey olur mu?

Emre – Hattâ (Terâzi de var.) diyor. Bu sözleri şöyle anlasak olmaz mı? Siz yaptığınız iyilikleri veya fenalıkları unutabiliyor musunuz? Bunlar, vicdânınıza öyle bir yazılmış ki, unutmanıza imkân yok… Bu unutmayışımıza (Levh-i Mahfûz) desek olmaz mı?

İnsanların bazıları, ölürken çok korkuyorlar; dilleri tutuluyor. Bunlar yapmış oldukları fenalığın azâbını çekenlerdir. Bazı kimseler de güle güle, konuşa konuşa gideceklerini haber vererek ölürler. Bunlar da, kalplerindeki fenalıkları atmış olan temiz insanlardır. Bunlar, gidecekleri yerden emîndirler; rahatlıkları, gülümsemeleri bunun içindir. Hâkim huzurunda kabahatli ile kabahatsiz aynı vaziyette mi durur?

İçimizde Allah’ın bahsettiği terâzi yok mu? Gözlerimizle kulaklarımız bu vicdân terâzisinin kefelerine benzemez mi? Kalbimiz de, vicdân kantarının topuna benzemez mi? Biz de herşeyi anlar da içinden çıkarsak, o ölürken gülen insanlar gibi ferahlarız. Allah’ın bizden istediği, sadece sevgidir. Allah’a giden yegâne yol budur. Sevginin tabii neticesi de itâattir. Biz onu sever ve dinlersek, o da bizi kendine alır. İnsan, sevdiğini omuzuna alıyor da yine yorulmuyor.

S. – Benim bu elçilik meselesine aklım ermiyor. Mâdem ki insanın aklı, idrâki var, o halde başkasının vâsıtalığına ne lüzum var?

Emre – Peki, öyleyse siz, ben fakîrden niçin soruyorsunuz? Bu bilgileri niçin mektebe gittiniz de öğrenmediniz?

Allah’ın her kudreti insanlardan zuhûr ettiği gibi, insanlara rehberlik etme kudreti de yine bir insandan zuhûr eder.

S. – Dağ başında yaşayan bir insanın dinden haberi yoktur; öyleyse bu insan için Allah’a varmak mümkün değildir. Çünkü Allah’a varabilmenin tek yolu, mütedeyyin bir insan olmak neticesine bağlı kalıyor.

Emre – Mümkün. Arayan için nasıl mümkün olmaz. Yunus Emre cahil bir çobandı. Allah’a: (Yârabbi, gel sana ayakkabımı vereyim, sakalını tarayım, çamaşırını yıkayım, südünü pişireyim…) derdi; yâni hiçbir din bilgisi yoktu. Fakat onun Allah’a olan bu sevgisi, bir arama, bir arzudur. Yunus Emre Allah’ı aramasaydı, arzu etmeseydi, etrafını bütün peygamberler sarmış olsa bile, Yunus’a onlardan bir fayda olur muydu? İlle, evvelâ bizim Allah’ı aramamız lâzım.

Hz. Muhammed: (Lev lel mürebbî mâ âreftü Rabbi) demiş, yâni (Mürebbîm olmasaydı, Rabbimi bilemezdim!) diyor. Hocasız, hiçbir şey öğrenilmez. Siz o hocalık deryâsı olsanız, lâkin talebe, damlasını size karıştırmazsa, yâni size tâbi olmazsa, deniz olabilir mi? Talebe, kötü ahlâkını terk etmedikçe ve sizi, annesinden babasından fazla sevmedikçe, sizden birşey öğrenemez. Sizi sevmiyen talebeyi, siz de sevemezsiniz.

Yunus’a Allah’ın mevcûdiyyetini anlatan kimlerdi? Peygamberler değil mi? o halde vâsıtaya lüzum olmaz olur mu?

***

1/1/1955 te Trabzon’da yapılan bir konuşmadan notlar:

S. – Peygamberimiz için Kur’ân’da (Ve mâerselnâke illa rahmeten lil’âlemin) deniliyor. Bundan anlaşılıyor ki, Peygamberimiz, bütün âlemlere peygamber olarak gönderilmiştir. Fakat akla şöyle bir sual geliyor: Acaba, diğer yıldızlarda insanlar yok mu? Varsa; onların peygamberleri, bizim peygamberlerimizden başka birisi mi?

Emre – Kur’ân’da herşey söylenmiş, hiçbir eksik bırakılmamıştır, Allah: (Küllü şey’in hây!), yâni, herşey canlıdır diyor… Binâenaleyh, o yıldızlarda da hayat vardır, fakat sizin gibi zeki, şuurlu mahlûk yoktur… En şuurlu mahlûk bizim dünyamızdadır ki o da insandır. “Allah’ın evi, mü’min bir insanın kalbidir!” dememiş mi Peygamberlerimiz? Fakat Allah’ı düşünen insanlardan biridir bu mü’min insan. Asıl merkez, işte bu (Kâmil İnsan)dır.

Bütün yıldızların hizmeti, yâni tesbîhi bu Küre’ye, dolayısıyla (Kâmil İnsan)adır. Kur’ân’daki (tesbîh) kelimesinin mânâsı (tespih çekmek) değil, hizmet etmektir. Arı bal, inek süt vererek insana tesbîh ediyor. Bütün mükevvenât, bizim hizmetçimizdir. Yıldızların herbiri bir mâden neşretmektedir. Kimisi dünyamızdaki kömürleri, kimisi altın mâdenlerini meydana getiriyor. Bütün mâdenler kuvvetlerini yıldızlardan alırlar. Fakat yıldızlarda, Allah’ı tanıyacak şuur ve zekâ yoktur. Onlar Küremizin hizmetçisidirler, döne döne tesbîh, yâni hizmet ederler.

Fen erbâbı, Ay’a çıkmağa çalışıyorlar, fakat orası, oradaki mahlûkata göre ayarlanmıştır. Yâni havası, suyu, herşeyi oradaki mahlûklara göre ayarlıdır.

Her varlık, yâni her yıldız sür’atle dönmektedir. O sür’ati, gözümüzün görüşü delebilir amma, insanın maddî vücudu o sür’ati delip, geçip Ay’a gidemez. Biz nasıl birbirimizin kalbine giremiyorsak, kalblerimizdeki şeyleri bilemiyorsak, dünyadan da ay’a öylece gidilemez. Lâkin bu çalışmalardan, bu gayretlerden beşeriyyet’e hizmet edecek bir hâl, bir hakîkat zuhûr edecektir.

İnsanlar Ay’a gidemezler amma, Allah herşeyi muhîttir.

Bazı insanlar, öyle bir âleme gelmişler ki (Lâ mevcûde illâ Hû!) diyebiliyorlar. Biz de böyle bir kimsenin aklıyle, görgüsüyle bir olsak ne dünya, ne âhiret kalır; her şey yok olur, sadece Allah kalır. O vakit, kulluk da kalmaz: Gören de kendisi, gördüğü de, bilen de kendisi, bildiği de. Hz. Muhammed böyle değil miydi? Fakat yine de tevâzuundan, büyüklüğünden, kendisini mahviyyet âlemine atarak; (Ben bir haberciden başka bir şey değilim.) diyor. Hatta (Lâ ilâhe il-l-allah) tan sonra, kendisi için (Muhammed resûlullah) diyenlere, kulluğu elden bırakmayarak (Abduhû) kelimesini de ilâve ettiriyor, O ölmez… Ölen onun nûru değil, vücududur. Vücut zaten Peygamber olamaz. Hâlbuki o vücudun gözünden bakan ve ağzından söyleyen, ölür mü hiç? Amma akıl bunu idrâk edemez, bunun içindir ki, Ziyâ Paşa:

İdrâk-i meâli bu küçük akla gerekmez,
Zirâ bu terâzi o kadar sıkleti çekmez.

demiştir.

Muhyiddîn-i Arabi, akıl kelimesinin (ikal)den geldiğini söylüyor. (İkal) develerin ayaklarını bağladıkları ip, köstek anlamına geliyormuş. İşte bizi ilâhi âleme bırakmayan bu akıl, bu köstektir. Aklına güvenen insandan benlik ve gurur zuhûr eder. Âşıkta, yâni Allah âşığında ise benlik, gurur olmaz. O daima bize hizmet eder; bu hizmetten zevk alır.

Allah’a bitişen insan her vakit şendir… Hizmet etmek ona ağır gelmez.

Emir, daima küçüktedir. Baba, yavrusundan hizmet umar mı? Umuyorsa delidir. Ana, yavrusuna zorla bakıyor mu? Ananın ilâhi bir şefkati olmasa, bu hizmeti yapamaz. Bazı milletlere mensup kadınlar, bir iki çocuk yaptıktan sonra artık çocuk yapmıyorlar; çünkü şefkatleri az. Hâlbuki öte yanda bir kadın; yavrusu elinden alındı diye kendini denize atıyor şefkâte ve aşka bak! 

Velhâsıl her şeyin başı Aşk! Aşk!, bütün zekâlardan üstündür. Aşk’ın ne olduğunu bilmeyenler, âşığa deli derler.

S. – (Âşıka ta’netmek olmaz, müptelâdır, neylesin..) demişler.

Emre – Nasreddin Hoca’nın hikâyeleri çok rümûzludur… Bir gün, bir adam merkebini kaybetmiş; bulunması için duâ etsin diye, câmide va’z eden Nasreddin Hoca’ya derdini anlatmış. O da cemâata, (İçinizde kaza, koza, kıza, herhangi bir şeye âşık olmayan bir kimse var mı?) diye soruyor. Cemâattan birisi: (Ben hiçbir şeye âşık olmadım.) diye, parmağını kaldırıyor. O zaman Nasreddin Hoca: (Senin kaybettiğin merkep, işte bu adamdır; hadi git, yuları bunun başına tak!) diyor. Adam önce tereddüd ediyor, fakat sonra, Hoca’nın kat’i emri karşısında dediğini yapmak üzere hiçbir şeye âşık olmayan adamın yanına giderken, arkadaşları: (Şuna bir merkep parası ver de bu dertten kurtul…) diyorlar. Adamcağıza bir merkep parası veriyorlar da yakayı kurtarıyor.

S. – Tarîkatlerin tasavvufla bir münasebeti var mı?

Emre – Hayır, Tarîkat, yol demektir. Mutasavvıflar, tarîkat diye birşey bilmezler. Allah’ın ayrıca bir yolu yoktur, Tasavvufçulara (Siz ehl-i tarîksiniz) deseler, onların (Acaba yolda mı kaldık ki, bize ehl-i tarîk diyorlar?) diyesileri gelir. Mevlânâ ne tarîkat kabul eder, ne şeyhlik. Mevlânâ: (Şeyh) kelimesinin Ş harfini Şeytândan, Y harfini Yezîd’ten, H harfini de Farsçada eşek mânâsına gelen, har kelimesinden almışlar diyor.. Şeyhliği kabul etmeyen, tarîkatı kabul eder mi? Onların, tarîkat kurduklarını söyleyenler, hakîkati anlamayanlardır. Mevlânâ gibi büyük tasavvufçular, ilim denizinden aşk deryâsına dalmışlardır; tarîkat, marîkat diye birşey bilmezler.

Tarîkat diye tutturan insanlara gelelim;

(Ben Nakşîyim) diyen insan, Bahâeddin Nakşîbend’in bildiğini bilmelidir. Bahâeddin, her varlığı, Allah’ın bir nakşi olarak kabul etmiş. Nâkşî olduklarını söyleyen insanlar da bu hâli kabul etmişler amma, hâlen, fiilen o seviyeye ulaşamadıkları için, tarîkatı bunlar icad etmiş.

Aranılan hâl, (Diri Nakşî)yi bulup onun hâliyle hâlleştikçe zuhûr etmeye başlar. Tabii birdenbire olmaz, zaman ister. Bu hâlin tecellîsi, bazılarında çabuk, bazılarında çok geç olur. Ama Allah “Rahîm”dir, bin saati bir saat, bir saati de bin saat eder. Akıl, bu sözdeki saatı, 60 dakikadan ibâret saat zanneder; hayır, o saat, kabiliyyet saatidir. Hz. Muhammed: (Ene medinetül’ilmi ve Ali bâbu-hâ) diyerek Ali’nin büyüklüğünü takdîr etmişken, o, (Ben, bana bir harf öğretenin kölesiyim!) diyor; yâni bu hâle doymuyor, kabiliyyetinden.

Hz. Muhammed’in hâli, kendisiyle birlikte gitti mi? Hayır, buradadır. Kur’ân’ın sırrına âgâh olup görenler, o âleme karışıyor.

En mükemmel mahlûk, insan değil mi? Ahsen-i takvîm’dir çünkü… Bize, Peygamberimizin hâlini öğretecek olan da bir insandır. Onu seversek, onun gibi oluruz. Râbıta dedikleri şey, sevgidir… Hırsızı sev, hırsız olursun. Bizi, böyle biraraya getiren şey, sevgi değil mi? Biz, Adana’da da aynen böyleyiz, nereye gitsek, bu sözü konuşuruz. Siyasetten ve havâdisten konuşamayız.

S. – Yunus ve emsali şairler Allah’a ; (Kıl gibi köprü yapmışsın kulların geçsin diye; kıldan ince, kılıçtan keskin köprüden insan geçebilir mi? Yiğitsen sen geç bakalım!) gibi sözler söyleyerek, âdeta çatıyorlar. Bu nasıl oluyor?

Emre – Bunlar Allah’la arayı düzmüşler; onun için şaka bile yapıyorlar.

Hakîkaten kıldan ince, kılıçtan keskin diye birşey yok. Sırât, insanların fiili, ahlâkıdır. Nefse hâkim olamazsan, bu yolda yürümek, kıl üzerinde yürümekten de zor.

Mutasavvıflar dinin iç tarafını, hocalar ise, dış tarafını târif ederler; bu yüzden de anlaşamazlar. Hocalar, kendileri gibi düşünmüyorlar diye onları öldürmüşlerdir; fakat mutasavvıflar onlara ve kimseye bedduâ bile etmezler.

S. – Şeytânı nefis mânâsında anlamak zor; onun için Şeytâna bir şekil vermişler… Her insanın aşk potasında erimesi mümkün olmadığı için, şerîat kanunlarını koymuşlar.

Emre – Hakîkat, şerîatın düşmanı değildir. Şerîat kabuk, hakîkat içtir. Şerîat ilmi bittikten sonra köprü, yani şerîat arkada kalmaz mı?