25. 10. 1953 pazar günü söz dûa bahsine intikal etti. Bay Emre bu mevzuda şunları söyledi:

Emre – Duâ, sevginin ifadesidir. Bu hâlin evveli, âhiri, ibâdeti, itâati sevgidir. İnsanı Allah’a ancak sevgi götürür. Şeyhlerin ve hocaların duâsı gibi duâya kulak vermemeli. Duâ’nın mânâsı nedir?

– Çağırmak, davet etmek.

Emre – Bizim çağırmamızı bir tarafa bırak, Allah bizi çağırıp duruyor.

Sual – Fakat boş plâk gramofonda ses vermiyor.

Emre – Biz plâk olmayı kabul ettikten sonra, Allah mutlaka o plâğı kendi sesiyle doldurur.

Sual – Hâdiselerden üzüntü duyarak, onlara müdahale etmeden yapamıyor insan; hâlbuki her şey Allah’ın takdîriyle oluyor. Ama ne yaparsınız… Meselâ, tembellik edip çalışmayan bir kimseye karışmadan yapamıyorum.

Emre – O, sizin vicdânınızın dürüstlüğündendir. Sizin o kimsenin çalışmasını istemeniz, onu teşvik içindir ve eder de. Bu, iyi bir görgüdür. Müteessir olmayın. Siz bu suretle onlara vicdânınızın ışığını saçıyorsunuz. Etrafımızda bir kötülük görünce, onu hor görerek değil, tashîh etmek için nasihat etmemiz lâzımdır; İnsanlığın şiârındandır bu. Peygamberler boş mu durdular? İnsanları ikâz etmediler mi?

Bu hareketiniz nefsânî değil, vicdânîdir. Çok iyi bir şeydir. Hareketlerini, böyle sizin gibi kontrol ve tenkid eden insan, mânevî bir âleme doğru yürüyor demektir. Hâllerini beğenen insanlar yerlerinde sayıyor demektir. Hiçbir makam ve hiçbir ilim insanı doyurmamalıdır. Hareketsiz insan ölüdür. Tespihi eline alıp aklını bir kazığa bağlayan insan hayat sahibi midir? Bizim hâlimiz, her vesileyle söylüyoruz ki şeyhlik ve tarîkat hâli değildir. Mâmafih, yine de, insanın kendinden kendine bir yol vardır ki bu yol, akıl ve anlayış yoludur.

Akıl bir ipliğe benzer. İnsan onu bir “merkez”e sara sara, birgün gözünü açar, bakar ki acaip bir âlem… Tatlııı… Her zerreyi birleştirir, tevhîd eder; bir zevk tecellî eder ki…

O âleme gönlümüzü dayarken işe başladık demektir. Akıl ipliğimizin yumağını o “Kudret”e kaptırdıktan sonra mesele kalmaz. Şu halı, dokunmadan evvel, yumak halinde ipliklerden ibâretti; şimdi ise, güzel bir halıdır. İşte bunun gibi.

Sual – Yani o zaman aradan perde kalkar değil mi?

Emre – Allah’la aramızda perde merde yoktur. Perde, bizim varlığımız, aklımızdır. Bunlar hep rumuzlu sözlerdir. Meselâ Şeytan diye de bir şey yoktur. Şeytan denilen şey, kötü ahlâkımızdır, bizi Allah’tan ayıran şeylerdir. Aklımızın bu perdeleri kalktıktan sonra O çıkar meydana.

Tahsîl başka şey doğrusu… İnsana anlama, dinleme fazîletini kazandırıyor. Hangi mektep, hangi kitap insana fenalık öğretmiştir? Bütün mektepler ve kitaplar, bizi, içinde bulunduğumuz fücûrattan çıkarmaya çalışıyor. Tahsîl inkâr edilir mi?

Mânevîyyet de bir tahsîldir. “Tahsîl”, toplamak demektir. Herkes bir şeyler toplayarak aklını doldurmuştur. İş, silkelenip bunları dökmekte. Bunlar bizim gözümüzün, kulağımızın ve kalbimizin mühürleridir. Bu mühürlerin bozulması lâzımdır.

Sual – “Yeni Yunus Emre” gazetesi bir arkadaşımıza gelirdi; biz de okurduk. Gazete, sohbete vesîle olurdu. Bu sohbetler esnasında, o mühürleri, ancak vuran (Kudret)in kadırabileceğini, insanların elinde birşey olmadığını, o halde çalışmanın beyhûde olduğunu konuşurduk. Velhâsıl akıl ermiyor.

Emre – Akıl ermez zâten… Aklın bir hududu var. Bazı şeyleri, bir devreye kadar, öğrenmek lâzım; sonra kaldırıp atarsın. Bu ilim, diğer ilimlerin aksine, öğrenilen şeyleri unutma ilmidir. Unuturken, unuturken, insan kendini de unutur; hâliyle bir ilim zuhûr eder. Orada akıl işe yaramaz. Demek ki “akl-ı cüz”ün bir hududu var. O hududun ötesine bizi “akl-ı küll” götürüyor. Nereye götürüyor? “Bir Nokta”ya. Orasını lisan tarif edemez. Amma oraya gitmeğe niyet eden kimse mahrum kalmaz. Allah şuna nasib eder, buna nasib etmezse zâlim olur. Bu hâl, ateşperestlerden bile zuhûr ediyor. Aşk, insanı işte oralara kadar götürür. Bu da “tefekkür”le olur. Onun için “Bir saatlik tefekkürün yetmiş yıllık ibâdetten hayırlı olduğu” söylenmiştir.

Bu sırada diğer zât şu suali sordu:

Sual – Sigaranın fena olduğunu biliyoruz. Bunu bırakmak elimizde mi?

Emre – Elimizde. İrâdemizi dağıldığı yerlerden toplayıp sigarayı terk etme işine sarf edemiyoruz da onun için terk edemiyoruz.

Sigara içmek günâh değildir. Günâh olsa ben de içmek istemem. Bunu içerken mânevîyyetimizden ayrılmıyoruz. Fakat asabımızı uyuşturacak, aklımızı başımızdan alacak bir şey içersek o fena tabî.

Sual – Biz sizi, bu hasta hâlinizle yoruyoruz; özür dileriz. Daima karşı karşıya, içiçe olmayı istiyoruz. Ama ne olursa, ona râzıyız: Verdiğine de vermediğine de. Vermediği, vermek istemediğidir.

Emre – Çok hoş… “Rızâ” kapısı.

Sual – Bilmeden, veya bir zarûretle herhangi bir içki içilse, bu, günâh olarak yazılır mı?

Emre – Bu, deftere filân yazılmaz. Defter, bizim vicdânımızdır. Yaptığımız fenalığı unutabilir miyiz? Demek ki bu fenalık oraya, vicdânımıza yazılmıştır.

Günâh olan şeyler, bize zararlı olduğu için yasak edilmiştir. İçtiğimiz içkiden tiksindik ve bir daha yapmadık mı, tamam. Ayağımız bir daha tökezlenmez.

Sual – Ankara’da Mehmet Oruç isminde bir arkadaşımız var; ondan çok istifade ederiz. Radyoda da konuşur. O, “Yaramaz çocuklar gibi olmayı âtıl olmaya tercih ederim” demişti. Bizim de yaramazlıklarımız oluyor; fakat neticede kendisine sığınıyoruz.

Emre – Anlıyoruz ya!… Yapılan işin mâhiyetini anlayan insan, neticeyi selâmete götürebilir, kendini kurtarır.

Sinekle arı şeklen birbirlerine benzerler. Sinek insanı sokmaz ama hiçbir şeye de yaramaz. Arı sokar, fakat bal da yapar. Bir insan “Küllü min ayıp” olabilir; olsun; yeter ki o ayıpların içinden çıkmasını bilsin; “devr”e alışık bir insan olsun.

O sözü söyleyen zât, anlayışlı bir insanmış. Pişman olmak, fenalığı anlamaktır. Taş gibi duran, hiçbir şey anlamıyor demektir. Ele tespih al, çek dur; bundan ne çıkar? Bu yol, akıl anlayış yoludur.
Sual –  Ümidimizi kesmeyelim değil mi?

Emre – Ben de sizinle beraber ümidimi kesmem. Kafamızı keseriz, ümidimizi kesmeyiz.

Sual- Şehirlerdeki otomobillerin her birinin bir vazifesi var: Kimisi et taşıyor, kimisi şarap, kimisi de insan taşıyor. İnsanların vücutları da kamyona, otomobile benziyor. Midesine düşkün olan insan et kamyonuna; meyhaneye devam eden şarap otomobiline benzemez mi? İçine bir şoför oturmuş, kamyonu, istediği yere sürüyor. Bu gidişte otomobilin rolü ve irâdesi yok ki… Direksiyon şoförün elinde.

Emre – Şu halıdaki renklere bak… Halı baştan başa siyah veya sarı olsaydı, bu kadar güzel olabilir miydi? Tadı bunda.

Radyoda okuyan şu adam ne güzel söylüyor… Bu adam bir tonda boyuna “â!” deseydi ne kadar fena olurdu… Düğünlerde yalnız dan! dan! dan! diye vursa, düğün evinde kimse kalmaz. İş, âhengi dinleyebilmekte. Hiç kimseyi hor göremeyiz; hepsi de hoş. Bununla beraber, bilenle bilmeyen, elbette bir olmaz. Meyhanenin fena olduğunu anlarsak, otomobilimizde Reisicumhuru taşırız. Derken, kendikendini taşırsın. Birgün bakarsın ki taşıyan da o, taşınan da.

İnsanları, değil hor görmek, onlara “gafil!” demek bile hata. Onlar da öyle yaratılmış. O vazifeyi onlara Yaradan vermiş, onların bize çok yardımları vardır. Biz, ana rahmine düşen diğer hüveynat sayesinde insan olduk; yoksa biz de onlar gibi mahvolur giderdik. Onun için, bu halk içinde hiçbir kimseyi hor göremeyiz. Şarap da lâzım, et de; fakat bize “zevk” lâzım.

Sual – Hepsini, herşeyi hoş görmek için “kemâl” lâzım.

Emre –  Ama, yanlıştır! derken bir azâp çöker. Yanlışları, hataları görmesek daha iyi değil mi? Şu kâinatın nizâmı içinde o iş mutlaka yapılacak; yapılması lâzım. O yapmazsa, belki ben yapacağım.

Herhangi bir hastaya yüreğimiz acır. Fakat ahlâk hastalarına daha çok acımalıyız. Çünkü bu hastalığın doktoru yoktur. Doktor, ahlâk hastasının, yine kendisidir. Hastanın anlayışı, idrâki tekâmül edecek ki kendikendini kurtaracak. İyisi mi, olduğu gibi kabul ederiz, hiç karışmayız. O fiil de Allah’ın bir sıfatıdır, fakat mûdil sıfatı.

Anladıkça, bir rahatlığa kavuşuruz.

Sual – Ahlâk hastalığının doktoru yok mu?

Emre – Var amma, teslim olmazsak, bizi tedavi etmeğe gücü yetmez. Hasta isteyince, Allah esbâbını halk eder. Bir yere giderken, attığımız bir adımdan vazgeçmezsek, yani ayağımızı kaldırıp daha ileriye atmazsak, varmak istediğimiz yere gidemeyiz.

Maddî yollardan geri dönmek mümkün de, hayat yolundan geri dönmek mümkün değildir. Bu yol daima ileriye gider. Anlamayanlar yerinde sayar veya geri döner; onlara karışmamalı.

Sual – “İsteyin, vereyim!” diyor; ne kadar doğru… Sizi görmeyi çok istedik. Ankara’da istetti, buraya getirtti; geldik, bu sefer de buldurttu. Biz sizin evinizi nasıl bulacağımızı düşünüp konuşurken, tanımadığımız birisi “ben size göstereyim” dedi ve bizi buraya getirdi.

Emre – İstedikten sonra ayrılık, gayrılık yoktur. “Akl-ı cüz” “Akl-ı küll”e tamamen dökülse bambaşka bir âlemdir orası. İsteyenle istenen birdir, aynıdır. Şu koca aynada kendimizi tek görüyoruz. Bu aynayı kırıp, parçalara ayırsak parçaların her birinde kendimizi bir başka türlü seyrederiz. Onun için, tüm aynaya bakmalı.

Görüş de arzuya göredir. İnsan kendine bazen zevkle, bazen ikrâhla bakar. Bakan, biz değiliz. Asıl bakanı meydana çıkarmak için bizim ölmemiz lâzımdır. Onun için “kendinizi, nefsinizi öldürün!” diyor.

Beşer aklı bu ölümü maddî ölüm zannediyor; hâlbuki aklın anlayışı değişecek. Anlamak, ölmeye başlamak demektir. Mektebe başlayan çocuk, eski bilgisizlik hâlinden ölür, ilim diriliğine kavuşur. İş, tâbî olmakta.

Tâbî olduktan sonra hiçbir şeye karışmamak lâzım. O ne yaparsa yapar ve iyi yapar. Hatalarını gördüğümüz kimselerin bize ne kadar faydaları var, bilsek… Muhyiddîn-i Arabî’nin mânevîyat yoluna girişine sebep olan insan, bir hırsızmış. Muhyiddîn medrese tahsîlini Endülüs’te bitirmiş. Bir gün bir kervanla yola çıkıyor. Çünkü yola yalnız çıkılmaz. Fakirmiş de. Kitaplarını bir heybeye koyup arkasına almış, kervana katılmış. Yolda hırsızlar kervanı çeviriyorlar. Hırsız başı bir taşın üstünde oturmuş, harâmîlere nezaret ediyor. Onlar da herkesin eşyasını ortaya çıkarıp kıymetlileri alıyor, kıymetsizleri bırakıyorlarmış. Muhyiddîn bakıyor ki bu iş uzun sürecek, hırsız başının yanına çıkmış. Bir selâm vermiş. Hırsız başı: “Ne o?” demiş. Muhyiddîn cevap vermiş “Benim yegâne malım bu kitaplardır. Ne param var, ne kıymetli eşyam. Kitaplarımı kontrol edip beni serbest bırakın ki ben yoluma devam edeyim, beklemeyeyim.” Hırsız başı soruyor: “Sen bu kitapları okudun mu?” “Evet okudum.” “Peki, okuduğun şeyi niye arkana yüklüyorsun? Bunlar aklına, kalbine yazıldıysa, bu ağır yük altında niye eziliyorsun? Yazılmadıysa, emeklerine yazık olmuş”. Hırsız başının bu sözleri üzerine Muhyiddîn düşünüp kalıyor. Hırsız: “Ne düşünüyorsun?” diyor. Muhyiddîn: “Sen çok doğru bir söz söyledin; haklısın!” diyor ve heybeyi orada bırakıp gidiyor. Nihayet bir mânevî hocaya çatıyor.

Görülüyor ki Muhyiddîn’i gaflet uykusundan bir hırsız uyandırmıştır. Kimseyi hor göremeyiz.

Bu tahsîl, gerçekten kalbe yazılır, kâğıtlara değil. İnsan kalbi felekiyâttan çok büyüktür.

Sual – Benimki de öyle mi?

Emre – Herkesinki de öyle. Gönülde bu aylar, yıldızlar gibi nice aylar, yıldızlar vardır… “Ahsen-i takvîm” olan, insandır.

Ama anlamayanlar, bilmeyenler bu sözlere deli saçması diyor. Doğrudur. Görmeden îmân etmek çok zor.

Sual – Muhyiddîn kafile ile yola çıkmış. Yola yalnız gidilmez dediniz. Bendeniz de arkadaşla beraber geldim. Evi bulmak için çok sorduk, çok dolaştık. Buradan şimdi yalnız mı gideceğiz?

Emre – Gittiğimiz yerle beraber gideriz. Fakat bir devre gelir ki biz yok oluruz, o kalır. Amma bu dünyada iken yok olmalı. Aslımızı sevsek de onda fânî olsak… Çünkü neyi seversek onda yok oluyoruz.

Lâkin, o bizi sevmese biz onu sevemeyiz. Bizden seven, yine kendisidir. Kendi kendini seviyor zaten.

Bundan sonra diğer zât şu suali sordu:

– Cennet Müslümanlar için midir, insanlar için mi?

Emre – Allah “Elhamdülillahi rabbil’âlemin” diyor ya…

Sual – Madem onlar da cennete gideceklermiş de biz neden namaz kılıp oruç tutuyoruz? Bir Hıristiyan namazsız, oruçsuz cennete gidecekse neye yaradı…

Emre – Namazı, orucu onlar da yapıyorlar.

Yunus Emre: Yetmişiki millet: “Cennet benim!” der.

Oraya varmayınca belli olmaz.

diyor. Hıristiyan da, Müslüman da, Yahudi de “Cennet benim!” diyor. “Cennet! Cennet!” diyorlar amma, cennet nedir? Bizim anladığımız gibi midir? “Akl-ı cüz”ün anlayışı ile cennet, hûrîli mûrîli birşey. Nefsimizi öldürdükten sonra “Akl-ı küll”le anlasak cenneti… “Hûrî”, kadın; “gılmân” da erkek çocuktur. Bunlardan vazgeçsek de cennete öyle baksak… Mısrî Niyâzî:

Bugünkü cenneti irfâna dâhil olsalar uşşak,
Yarınki va’d olan hûrî veya gılmânı neylerler…

diyor. Allah bize “nefsinizi öldürün!” diyor; biz, oradaki hûrîlere nail olmak için nefsimizi daha beter kuvvetlendirmeye çalışıyoruz.

İlk sual soran zât tekrar şunları söyledi:

– Ne gariptir, bilmediği tasavvuf meselelerini araştıran insanlara softa! diyorlar.

Emre – Onlarla hiç meşgul olmamalı. Onlar insanın yolunu keserler. Asıl softa hakîkati araştırmayanlardır. Tasavvuf taassubu kat’iyyen kabul etmez.

Onların da kendilerine göre bir hayat yolları vardır. Karışmamalı. Aynı yolda yanyana yürüyorsunuz ama onunla sizin aranızda belki altıyüz senelik zaman farkı vardır. Onları da öyle hoş görmeli. Herkes şimendiferci olsa trene kimi bindireceğiz? Allah onlardan da öyle tecellî etmiş. Onlar bir penceredir; Allah bir sıfatı ile o pencereden bakıyor. Biz pencereyi değil, pencereden bakanı görelim. Pencereyi görürsek, onun rüzgâr tesiriyle tak! tuk! diye çarptığını duyarız; huzûrumuz kaçar.

Sultan her pencereden bakmaz. Bakan Allah’ın bir fiili bir sıfatıdr. Her şeyi “Tevhîd “ gözüyle görebilmek zordur. Tevhîd’i de yanlış anlayanlar vardır. Tevhîd, bir ham olur; bir de ilmî.

Buraya trenle geldiniz. Bu tren demir madeninden yapılmıştır. Bu madenin topraktan çıkmış ve henüz işlenmemiş hâli bir tevhîddir ama bu, ham tevhîddir. Çünkü demir bu hâliyle kullanılmaz; insanlara faydalı değildir.

Aynı demir fabrikadan şehre gelince, erbabı, onu ilme vurarak biyel, dişli, langet vs. yaparak onlara birer vazife birer ahlâk verdi ve onları birleştirdi. Bunların kimi sağa, kimi sola dönerek trenin çalışmasını ve yürümesini temin ediyorlar. Demir parçaları halinde dağılıp kesret âlemine düştükten sonra yine birleştiler; yine “tevhîd” tecellî etti. Asıl tevhîd, olgun ve ilmî tevhîd budur. Her pencereden bakan Allah’dır der ve o sıfata mahkûm olursak fena. Köpeği köpek, mühendisi mühendis göreceğiz. Bu iki şeyi bir görmeye imkân var mıdır?

Tasavvuf da ilim olunca parça parçadır. İlimden sonraki “hâlî tevhîd” kemâlâttır.

Peygamber “tevhîd”i anlayıp mağaradan çıkınca Allah’a 1001 isim verdi. Bu 1001 isim hiçbir dinde yoktur. O, tevhîdin ne olduğunu anladıktan sonra bunları görebildi. Böylece de “Celâl” den kaçtı, “Cemâl”e koştu. Bu 1001 isim birer sıfattır.

Allah da size bir “rahmet” sıfatı vermiş, istiyorsunuz ki herkes iyi olsun. Fakat mümkün değil bu. Koyunla köpek bir olur mu? Köpek pis pis kokar, eti yaramaz; ahlâkı da fena. Koyunun ise ahlâkı temizdir; kazûratı bile temizdir. Köpeğinki öyle mi ya… İşte başladı ilmî tevhîd.

Bir çalgı âleminde çalgıcıların kimi ud, kimi keman, kimi gırnata, kimi de davul çalar. Hepsi gırnata çalsa, yahut yalnız davul dan! dan! diye tek başına çalsa ne tadı olur? Hepsini uzaktan dinlersek, çok hoş. İçine girip onlara ayrı ayrı bakarsak nahoşluk görürürz. Hâlbuki nahoşluğu kendimizde görmeliyiz. Fakat ne yaparsın ki göz, bütün dünyayı görebildiği halde kendini göremez.

Sual – Cennet bu hoş görmekte mi?

Emre – Cennet onun da arkasında, daha arkasında; daha arkasında.

Cennet bizim gönlümüzdedir. Bizim her şeyimiz buradadır. Meyhanemiz: “gönül” şarabımız “aşk”tır.

Sual – Ankara’da geçenlerde bir kahveye gitmiştik. Kahvenin yanında da bir meyhane var. Oradan bir sarhoş çıktı, nârâ atmağa başladı. Yanımızdaki masada oturan iki kişiden biri: “Ne güzel! bütün gamını unutmuş. Keşke biz de böyle yapabilsek…” dedi. Arkadaşı: “Bu adamın sarhoşluğu evinde biter. Bana kırk sene evvel bir kadeh mânevî şarap içirdiler; onun sarhoşluğu hâlâ devam ediyor.” dedi.

Emre – Bu sarhoşluk bitmez; inbikten çekildikçe tatlanır.

Sual – Akşam, ziyafette istemeyerek bir kadeh votka içmiş olduk; yani sarhoşluğu az devam eden içkiden.

Emre – Ben de bir iki defa içtim amma, isteyerek değil. Birinde karnım ağrıyordu; birisi çay bardağının içine biraz katıca, çay renginde bir şey doldurmuş; onu içtim; hakikaten sancım geçti amma, yüzüm uyuştu, başım döndü. Bunun üzerine düşündüm; her vakit içenlerin hâli gözümün önüne geldi. Onlara acımamak mümkün mü? Bu düşünce, benim mânevî yoluma ışık tuttu.

Rakının, şarabın günâh oluşu, vücudumuza olan zararıdır.

Öbür zât sordu:

– Hatır için bir kadehçik içsek, günâh mı?

Emre – Akıl o kadar kaypaktır ki… Önce hatır için içiyorum der. Sonra “Ah bir yere gitsem de hatır için verseler.” diye bekler. Derken, tiryâkî olur çıkar. Bıçağın ucu ufacıktır ama bir kere girince tâ dibine kadar dayanıyor. Rakıyı canın istemesi, alkolik olduğundandır. Biz rakıyı içince vücudumuzdaki, kanımızdaki trenler bile sarhoş oluyor. Kanda, vücudumuzda herşey vardır.

Alkol de bir mikroptur; yani yabancı bir maddedir. O, kana girer girmez, bu yabancı maddeye karşı koyacak müdafaacı kuvvetler, mücadeleye başlarlar. Birinci mücadele bitmeden, ikinci bir rakı âleminde vücuda yeni alkoller girince, onlarla da uğraşmaya başlıyorlar. Bu sefer değil eski vazifelerini yapmaya, yemek yemeğe bile vakit bulamıyorlar. Mecbur oluyorlar öldürdükleri alkolü yemeye. Ölü alkolleri yiye yiye onlar da sarhoş oluyorlar ve sarhoşluğa alışıyorlar.

İşte böylece alkolik oluyoruz.

Sual – Ebedî sarhoş olmak için çok mu içmeli?

Emre – Azar, azar. Hep birden içmeye insanın havsalası tahammül etmez. Bu sözleri 20 sene evvel, siz kabul eder miydiniz?

Sual – Hayır.

Emre – Ben de öyleydim. Develioğlu’nun sözlerini hazmedememiştim. Sonradan tasavvuf şairlerinden bazılarının eserlerini okuyunca, bunların sözüyle Develioğlu’nun sözlerinin aynı olduğunu anladım.

Daha, geride, şimdi hazmedemeyeceğimiz birçok şeyler var… Anlayışımız büyüdükçe hazmımız kolaylaşır. Bizim aklımız bir damla suya benzer. Bir damla su kayık taşıyabilir mi? Bu yolda nice havsalalar yanmış, patlamıştır…

Sual  – Çok doğru. Sofradaki yemekleri birdenbire yesek ne hâle geliriz…

Emre – Dünyadaki mahlûkattan çabuk büyüyenler çabuk ölürler; ömürleri az olur. Yavaş yavaş büyüyenler çok yaşar. İnsan yavrusuna bak, ne kadar zor büyüyor.

Sual – Kolaylaştırmak elinde değil mi?

Emre – Geçtikten sonra kolaylaşır. Demin dedik ya, yumağı bir kere tutturduk mu, ondan sonrası kolay. Birgün tarp! bir âleme düşeriz ki orası bildiğimiz anladığımız gibi değilmiş.

Mevlânâ’nın bir sözü var: (Îmân zannettiğimiz şeylerin küfürden başka bir şey olmadığı; küfür zannettiğimiz şeylerin de îmân olduğu anlaşılmadıkça Allah’ın hiçbir kulu hakîki mânâsıyla Müslüman olamayacaktır!) diyor. Doğru söylemiyor mu? Şu konuştuğumuz şeyler eski inanışınıza göre küfür değil midir?

Sual – Evet.

Emre – Din de büyüyor, tasavvuf oluyor. Din esasında tasavvuf ama biz anlamıyorduk. Din büyüyüp küçülmez de; bizim anlayışımız büyüyor; bu suretle dinin tasavvuf olduğunu anlıyoruz.

Mânevîyyet, tasavvuf terakkîye mâni değildir. Bilâkis mânevîyyet terakkî etmezse maddîyyat terakkî edemez. Dışın terakkîsi, için terakkîsine bağlıdır.

Namazın içi ile dışı da böyledir. Yeter ki yaptığımız şeyin ne olduğunu, hikmetini anlıyalım. Her şey böyle; anladığımız, bildiğimiz şey bizim; bilmediğimiz bizim değil. Şu evde bir küp altın olsa; ben bunun nerede olduğunu bilirsem, o para benimdir; bilmezsem benim değildir. Son derece ihtiyaç içinde kalırım da yine o paranın mevcudiyetinden haberim olmaz. Bilmenin ehemmiyeti bu kadar büyüktür. Onun için âyette: “Bilenle bilmeyen bir olur mu?” deniliyor.

Sual – İlim otobüsü insanı Hakk’a götürür mü?

Emre – İlim, otobüsün ön tekerlekleridir ki onlar da direksiyona bağlıdır. Arka tekerlekler ön tekerleklerin gösterdiği istikamete gitmeye mecburdur. Fakat bu gidiş “Aşk”a kadar. Bu konuştuklarımız hep ilim değil mi?

Bunun üzerine diğer zât şu suali sordu:

– Peki, mâdem ki ilim bizi oraya götürüyor, o halde medrese âlimleri oraya niçin gidemiyorlar?

Emre – Bu söylediğimiz ilim, onların bildikleri ilim değildir. Bütün
Kanunların ismi de kanun amma, her kanun “ceza kanunu” mudur? Onlarınkinin de adı ilim amma, o ilim başka, bu ilim başka.

Kanun da ilimsiz öğrenilir mi? Ceza, tapu, ticaret kanunlarından vazgeçer de onları meydana getiren (Kudret)e yönümüzü dönersek, bakarız ki O her şeyle beraber, hiçbir şey ondan ayrı değildir.

Sual – Çok teşekkür ederiz, sizi yorduk.

Emre – Estağfurullah! Çok iyi oldu. Konuştuk, görüştük, seviştik. Allah kulunu ne kadar seviyorsa, biz de o kadar seviştik; artık ayrılamayız. Bazı, bazı, ben de Ankara’ya giderim. Oraya gittiğim zaman gelir, sizi bulurum inşallah…

Sual – Bizi son derece memnun etmiş olursunuz, bekleriz inşallah.