Söz, dünya ihtiyaçlarından açılmıştı. Dünya işleriyle uğraşmanın din ve tasavvuf hükümlerine aykırı olup olmadığı soruldu. Emre şu cevabı verdi:
Emre – Kur’ân, yani Allah, “İnsan” için “Ahsen-i takvim” diyor. “Takvim”in mânâsı nedir?
– “Eğri bir şeyi doğrultmak” demektir.
Emre – Demek ki, “Ahsen-i takvim” olan insanda hiçbir eğrilik ve hiçbir eksiklik, noksanlık olmamalıdır. Yani insan, her bakımdan tam ve noksansız olmalıdır. Şu halde, insan, gerek maddî, gerek mânevî hayatının önünü de, arkasını da düşünmelidir. Böyle yapmayıp da bir tarafa çekilip tesbih çeken, çalışmayan, kendisinin, çoluğunun çocuğunun rızkını temin etmeyen insan noksandır, “Ahsen-i takvim” sıfatına ulaşamamış demektir.
İnsan, gücünün yettiği, elinden geldiği kadar çalışmalıdır. Çünkü arkasından gelenler, yani çoluk çocuğu ve daha sonraki torunları da kendinin birer parçasıdır. Parça da değil amma, konuşmak ve anlatabilmek için böyle söylüyoruz. O parçalar olmasa “tevhîd” tamam olmaz. Kazandığımız, kazanacağımız parada, değil kendi çocuklarımızın ve torunlarımızın, herhangi bir dilencinin bile hissesi vardır. “Tevhîd”i bu kadar geniş mânâda anlarsak, tenbellik etmeyiz, çalışırız. Fakat azâpsız, ihtirassız çalışmalıyız. Çalışmaktan, her türlü çalışmadan zevk almalıyız.
Mânevî dünyamızı ihyâ edeceğiz diye bir tarafa çekilip oturursak, mânevîyyeti de yapamayız. Mânevîyyetin sultanı olan peygamberimiz de “Allah, çalışanın dostudur” demiyor mu?
Bir insandan beşeriyet istifade etmiyorsa, o adamın kendinden, kendisi bile istifade edemez. Sırf kendi nefsini düşünen bir insan ufacık bir noktayı gözünün yakınına getirip bakan bir kimseye benzer. İnsan kendini görmeyi, menfaatini düşünmeyi bırakınca, o vakit (Elhamdü lillâhi Rabbül’âlemin) âlemine adım atar. Yani insan kendi nefsinden vazgeçtikten sonra, bütün varlıkların nefsi, kendi nefsi olur; hep onları düşünür. (Rabbül’âlemin)in mânâsı budur. Hz. Muhammed, kendi gözünden gören (Kudret)in, bütün âlemlerin mürebbîsi olduğunu anlayınca böyle söylüyor ve bize de “siz de böyle olun!” diyor.
Akıl zannediyor ki Muhammed, bir “vücut”tur. Hayır, Muhammed bir vücut değil, bir “hâl”, bir “makam”dır. Vücudu göz önünden kaybolunca, “Hâl”i, yani tahsîl ettiği “İlm-i Ledün” ne kadar terakki ettiyse, “hâl-i Muhammedî”de o kadar muhîtleşmiş bizi sarmıştır. Muhammed böyle bir diri “hâl”dir. Bunu böyle bilmeyen ve buna böyle inanmayan kimse Muhammed’den istifade edemez. Hz. Muhammed, durmadan bizlere soruyor: (Benim ümmetim misiniz?) diyor. Onun sesini işitip: (Evet, ben senin ümmetinim!) demezsek ve onun yüzünü görmezsek Allah’ın da yüzünü göremeyiz. Hadîste (Beni gören Hakkı görmüştür) demiyor mu? Şu halde Muhammed’in sesini duyup, yüzünü görüp ona teslim olduktan sonra ümmeti olabiliriz. İnsan, “Muhammed’in ümmeti oluyorum” derken, bir de bakar ki Allah’ın ümmeti oluvermiş. O zaman anlar ki Allah’ın ve Muhammed’in ümmeti olmadık kimse yokmuş. İşte “Elhamdü lillâhi Rabbül’âlemin) âlemi burasıdır. Bu âleme giren insan kimseyi incitmediği gibi, kimseden incinmez ve hiçbir kimsenin de incindiğini istemez. Çünkü herkes Allah’ın ümmeti olunca ortada din, ümmet farkı kalmaz. Çünkü Hz. Muhammed, bütün peygamberlerin ilmini ve hâlini kendi nefsinde toplamıştır. Hıristiyanlar ve diğer dinlerin mensupları bunu anlayıverseler… Yani iş, peygamberlerin şahsında ve vücudunda değil, “peygamberlik hâli”ndedir. Îsâ, Mûsâ ölür amma, Îsâ’lık, Mûsâ’lık hâli ölür mü? Îsâ ölürken Îsâlığını beraber götürmüş mü? Mûsâlar, Muhammedler de öyle. Mesele, isimli peygamberlerin geçirdiği hâlleri bir noktada, “Canlı bir Nokta”da görmektir. Yoksa istersen bin sefer “Îsâ! Mûsâ vs” diye bağır, dur, ne faydası var… İnsan tıraş olmadan, kendi evinde oturup bin kere (berber!) dese o kıllardan temizlenebilir mi?
Hem; Muhammed Îsâ’yı inkâr etmemiş ki… Sade Îsâ’yı değil, hiçbir peygamberi. Muhammed, Îsâ’yı inkâr etmediğine göre, demek ki Îsâ’nın hâli Muhammed’de tekâmül etmiş, kemâlini orada bulmuştur.
Muhammed neyi reddetmiştir? “İnsan eliyle yapılan putlara tapmayın!” demiştir. Bir putu elimize alsak ve ona: (Ey put! Allah nedir? İsâ nedir, bize anlat?) desek, cevap verebilir mi? (Benim ahlâkımı bozacak ve düzeltecek yolları göster!) desek, o put bize (Sırât-ı Müstakîm)i gösterebilir mi? Hâlbuki bu sualleri Allah’ın eliyle yapılmış olan ve put şeklinde olan bir insana sorsak, o, bize bildiği kadar cevap vermez mi? Çünkü Allah bütün ilmini, irâdesini, kuvvet ve kudretini insana vermiştir. Tabii bu kudretler her insanda bir değildir.
İşte bütün peygamberleri canlı bir noktada toplayıp o noktayı gözünden kalbine sokmayan insan, hiçbir peygamberden istifade edemez.
Peygamberlik hâli, isimsiz, cisimsiz bir hâl, bir varlıktır. Her devirde bu hâli aramak lâzımdır. Avrupalıların bir kısmı bu hâli aramaktadır. Seyret, onların içinden neler, kimler parlayacak… İnanır mısın, bize dinin hakîkatini onlar öğretecekler. Fakat ne de olsa bu hâlin, bu dinin vatanı, merkezi, menbaı yurdumuzdur. İnsana bâzan taş bile yol gösterir: Kilometre taşları gibi.
Sual – Namazla iş biter mi?
Emre – Namaz, toprağa ekilen bir tohuma benzer. Tohumun gayesi meyva vermektir. Namaz tohumunun gıdası, suyu, ışığı “tefekkür”dür. Namaz tohumunu yeryüzüne “tefekkür” çıkarır. Avrupalılar işte bu tefekküre kıymet veriyorlar. Biz ise, hakîkati anlamak isteyenlere “kâfir” diyoruz. Fakat biz, bize “kâfir” diyenlere kızmamalıyız. Onlar bizi ikâz ediyorlar.
Sual – Ruh nedir?
Emre – Ruh, bir harmandan saçılan buğday tanelerine benzer. Ruh kesreti olmayınca “tevhîd” olmaz. “Ruh!”, Arapçada “git!” demek değil mi?
– Evet.
Emre – Bize vaktiyle “ruh!=git!” dediler, saçıldık; şimdi “taâl!=gel!” diyorlar, harmanda toplanmağa çalışıyoruz. Ruh, kesrettir; senlik, benliktir. Bizim için böyle bir şey yok. Çünkü hakîkatte “ruh” diye bir şey yoktur. Allah’tan ayrı olduğumuz müddetçe ruh gibi bir şey var zannederiz. Hâlbuki Allah Kur’ân’da (Küllü şey’in hâlikün…) yani (Her şey helâk olacak; ancak Allah’ın yüzü bâki kalacaktır) diyor. Bu âyetteki “Her şey”in, içine ruh girmez mi? Madem Allah’ın yüzünden başka her şey helâk olacakmış, öyleyse yok olacak olan bir şeyle, yani ruhla niçin meşgul olalım?
Sual – Kolay yoldan çağırmamış vesselâm…
Emre – Evet, çok zor. Fakat zorluğu, kazancımızın kıymetini gösterir. Bu zorluğun sonunda bir uyanma var. Burhan Sadık Bey “Gönül Damlaları”nda: (İşte o zamandır ki, uyuyanlar, uyananlar için gözyaşı dökerek cenaze törenleri yaparlar) diyor. Öyle değil mi? Hamdü senâ olsun, uyandık ama, “ben!” dediğimiz zaman yine uykuya dalıyoruz demektir. Hakîkaten çok zor uyanmak. Cehennem dedikleri şey, insanın benliğidir.
Sual – Melek nedir?
Emre – Melekliğin iki vasfı, iki hassası vardır; biri, kimseye ihtiyacı olmayan bir bilgi sahibi olmak, diğeri de hiçbir kabahat kalmamak vasfıdır. Asıl mühim olan, bu ahlâk vasfıdır. Aklımızdan, fikrimizden kabahat denilen şey geçiyorsa yine melek olamamışız demektir. Hâlbuki “Âdem”e secde için melek olmak şarttır.
Melekliğin bilgi vasfına “meleke” de derler.
Bu ilim öyle bir ilimdir ki, “Ben neyim? Nereden geldim? Nereye gidiyorum?” diye sual sormaya, tefekkür etmeye başladın mı, hocan, öğretmenin Allah’tır. Bu hoca, insanı yerken, içerken, uyurken bile okutur. Hatta bir saniyemizi yetmiş sene yapar. Yani bize o kadar çabuk yol aldırabilir. Allah her şeye kaadîr değil mi?
Sohbette bulunanlardan bir zât, bu sırada şu doğuşu okudu: Kitap I: Doğuş 1190
Her yana dönersem, sensin görünen,
Kendime gelirsem, sensin bürünen;
Alan, satan sensin, ne eyleyim ben…
Şaşkına döndürdü Yâr, senin aşkın.
Altı taraf oldu görünen kıble,
Âşikâr edene kopar velvele;
Secde ediyoruz biz güle güle,
Şaşkına döndürdü Yâr, senin aşkın.
Kendimizden geçip kılarız namaz,
Dört İmam bizdedir, Gönlümüz Hicaz;
Bize uymayanlar seni bulamaz…
Şaşkına döndürdü Yâr, senin aşkın.
Sende gaip oldu göz ve kaşımız,
Senesiz ve günsüz yaşar yaşımız…
Tamuyu söndürür bu göz yaşımız …
Şaşkına döndürdü Yâr, senin aşkın.
Sadâmız geliyor daima Dosttan,
İşitilip, olur dillere destan,
Her yanı eyledik bağ ile bostan…
Şaşkına döndürdü Yâr, senin aşkın.
Durmaz meyva verir, gıdası kelâm,
Yiyip hazmedene duyulur ilham;
Bu hâli bilenler ediyor bayram…
Şaşkına döndürdü Yâr, senin aşkın.
Aşıklar bilir mi dünya, âhiret…
Korkutmaz, keyf vermez cehennem, cennet;
Bir altın; bir pula eder mi minnet…
Şaşkına döndürdü Yâr, senin aşkın.
Mâdem (Uçmak) bina; hep olur harap,
Allah’tan kuluna edildi hitap:
Aramızda sana olurlar hicap.
Şaşkına döndürdü Yâr, senin aşkın.
Eğer biz yanarsak, bunlar da yanar…
Varlık bir perdedir, edilmiş karar;
Arzusu olanlar, boşuna arar…
Şaşkına döndürdü Yâr, senin aşkın.
(Emre) işitsin de kendini yaksın,
Ayaklar altına külü bıraksın,
Yokluk âlemine gitsin de baksın…
Şaşkına döndürdü Yâr, senin aşkın.
Duyduysa kulağın, sen uyan artık,
Söylenen sözlere varamaz (Mantık);
Gösterdiğin o yüz, daima açık…
Şaşkına döndürdü Yâr, senin aşkın.
27.1.1951 Saat: 7.40
Emre- Hangi âlemde olduğumuzu da bilmez olduk; hakîkaten şaşkına döndük.
Sual – Bu doğuşun bir yerinde: (Altı taraf oldu görünen kıble) diye bir mısra var. İnsana önce tuhaf gibi geliyor amma, iyice düşününce Kur’ân’da da aynı mânâda bir âyet olduğu hatıra geliyor. Demek ki, doğuşlar, Kur’ân’dan ayrı değil; onu teyid ediyor. Meselâ biraz evvel söylediğim (Altı taraf, oldu görünen kıble) mısrasının mânâsını tasdik eden şu âyet var: (Feynema tüvellü fesemme vechullah). Yani (Nereye dönerseniz Allah’ın yüzü oradadır) diyor.
Emre- Beraber dönüyoruz da onun için böyle söylenmiş. Sen seni kalbinden çıkar, O girsin bakalım… Kur’ân açık söylüyor amma, anlayanlar için. Anlamayanlar için rumuz. Kelâmın içinin dışına çıkması, yani anlaşılması için, o kelâmın hâli tecellî etmeli. Bu âyetin hâli tecellî etmezse o âyet, sırf tercüme ile anlaşılır mı?
Kur’ân’ın bütün âyetleri böyledir; yani o âyetlerin hâli tecellî etmedikçe mânâları anlaşılmaz. Demin namazdan bahsedildi. Mânevî namazın hâli tecellî etmedikçe, Kur’ân’daki namaz âyetlerini anlamak kabil mi? Meselâ Kur’ân’da bir “orta namaz”dan bahsolunuyor. Bunun ne olduğunu kat’î olarak kim biliyor? Müfessirlerin bazıları orta namaz olarak ikindiyi, bazıları akşamı, bir kısmı yatsıyı, bir kısmı da sabah namazını gösteriyormuş. Eğer orta namazın ne olduğu kat’î surette bilinseydi, müfessirler bu ihtilâafa düşerler miydi? Orta namazın ne olduğunu, ancak o namazı kılanlar bilir. Onlar bu orta namazı daimî olarak kılarlar. Kılmaya muktedir olamadıkları şeklî namazı, yani beş vakıt namazı da kat’îyyen inkâr etmezler.
Sual – Sizin için de ayni şeyi söylüyorlar: (Hem başına adam toplamış, hem de namaz kılmıyor) diyorlar.
Emre – Allahaşkına, ben hanginize (Gelin, size İlm-i Ledün öğreteyim) dedim? Ben size (Ben mürşîdim, şeyhim!) dedim mi? (Beş vakıt namazın aslı yok, onu kılmayın!) dedim mi?
Bir hâldir zuhûr ediyor; bakalım sonu ne olacak…
Sözlerimde kat’iyyen riyâ yoktur; çünkü kimseden korkum yoktur. Riyâyı hakîkaten unuttum; belki evvel bilirdim. Yani hiçbir riyâ korkusu olmadan söylemek isterim ki, Müslümanlar camiye, Hıristiyanlar kiliseye, Musevîler havraya gider, ibâdet ederlerse, fena mı olur? Çünkü cami, kilise ve havra insanlara fenalık öğretmez. Hiç olmazsa orada ibâdet ettiğimiz müddetçe Allah’ı düşünmüş ve herhangi bir fenalık işlememiş oluruz. Haça tapan mı Allah’a yakındır, yoksa kumar oynayan mı?
İnsan, ibâdeti yapmaya riyâ ile gitse bile, abdest aldığı için, hiç olmazsa, eli, yüzü temizlenmiş olur. Kim istiyorsa namazın fazîletini, gelsin, bizden sorsun. O (Kudret)e bağlanıp kendilerine, namazın, henüz kendilerinin bilmediği nice fazîletlerini anlatalım… Vicdanımızla düşünelim: Namazın bu kadar fazîletini kabul etmiş bir insan, hem de benim gibi âciz bir insan, namazı inkâr eder mi?