Geçen sayıdaki sohbetin devamı:

S. – Fuzûlî’yi, Mecnûn’u bırakalım da biz kendi derdimize düşelim. Biz nasıl aşka düşeceğiz?

Emre – Fuzûlî’nin devrinde bir yerden bir yere Kanûnî Sultan Süleyman bile atla gidiyordu. Şimdiki hükümdarlar ata binmeğe tenezzül ederler mi? Şimdi irfâniyyet devri… İnsanın aklı tenvîr edilmeden, Küre tenvîr edilebilir mi? Şimdi anlayış devri. O asrın nesline o lâzımdı, bu asrın nesillerine bu lâzım. Muhammed’le Âdem bir mi? Âdem dünkü çocuktur. Böyle bir peygamber zuhûr etmiştir amma, o Âdem’in derecesinde nice insanlar var ki, aramızda geziyor. Bunlar koyun gibi sâf, temiz insanlar. Zaten insan sâf olmayınca bu yolda yürüyemez. Ama sâflık da kâfi değil. Sâf olan, Âdem olduğunu da bilmeli.

S. – Yolu kısaltalım.

Emre – Yol, mol yok. Bu yol, tarîkat anlayışı, aldığımız terbiyenin eseridir. Artık eski terbiyeyi bırakalım. “Yol”, “tarîkat” demek bile taassuptur.

S. – Atatürk taassup damarlarımızı ne güzel kesti.

Emre – Atatürk hakîkaten çok büyük işler yapmıştır. Çok ârif bir adamdı. Bütün vücudu îmânla doluydu.

Hakîkat bir güneştir. Güneşi tarif etmek isteyenlerin tarifi, güneşin önüne bulut olmuş, onu karartmıştır. Mutaassıplar bizim gözlerimizi sıvamışlardır; bizi mâddîyyâtta dahî kör etmişlerdir.

***

Emre – İçinde bulunduğu hâle sabreden, selâmete erer; etmeyen mel’anete düşer. Nefsine uyan, kendini her vakit haklı görür. Biz nefsimize değil, Hakka uyacağız.

***

Emre –  Zaman gelir Kur’ân’ı okuyup üfürmezler, yutarlar.

***

Emre – Kutup, Allah’ın yarattıklarını, Yaradan kadar seven ve her şeyi unutan insandır. Bir ana, çocuğunu ne kadar sever… Ya yaradan, kullarını ne kadar sever…

***

S. – Bizim hâlimiz ne olacak böyle? Zaman zaman ümitsizliğe düşüyoruz.

Emre – Ben konuşurken, kendimden haberim yok. Siz beni dinlerken sizin kendinizden haberiniz yok. Demek ki kendisi söylüyor, kendisi dinliyor. Bunun içindir ki Mûsâ’nın kendinden geçmeden, Allah’a “Seni göreyim!” demesi, kendisi için bir hâldir. Hz. Muhammed “göreyim!” dedi mi? Hz. Muhammed, “göreyim, möreyim” demeden, doğrudan doğruya perdeyi yırttı. Siz, ben fakîrden soruyorsunuz; ben perdeyim; beni öldürün! Yahut ya beni, ya kendinizi öldürün ki O ortaya çıksın.

Biz istiyoruz ki, perdeler birdenbire yırtılsın. Benlik, vücuttaki kemiğe, ağaçtaki tahta kısma benzer. Kemik, vücudu dik tutmaya yarayan bir çatıdır. Ağacın tahta kısmının ise hiçbir kıymeti yoktur; asıl kıymet, kabuktadır. Meyvaları yapan o kabuktur. Kabuk, meyvayı verdikten sonra, geri kalanı ağaca terk eder; ağaç onun için kalınlaşır.

Hiç düşünme, hiç merak etme; o kudret bizi bırakmaz. Testici, testiyi evvelâ yarım olarak yapar; onu, kurusun diye bir tarafa kor. Sonra testinin üst tarafını yapar; İki kısmı birbirine bitiştirir. Sonra kulpunu yapar, kurutur. Testiyi ateşe koyup, pişirdikten sonra, artık onunla uğraşmaz; çünkü kurumağa ihtiyacı kalmamıştır. Hâlbuki evvelce, “aman, yağmur yağıp da ıslanmasın!” diye ödü kopardı. Piştikten sonra ise, içine bile su doldurur.

Testiyi bile insan şeklinde yapmışlardır… Testinin kulpları bizim kollarımıza benzer.

Mâdem Allah için uğraşıyoruz, boşa gitmez. Allah “Erham-ür-rahîm”dir. Allah alıcı değil, vericidir. Bizi bu kadar destekledikten sonra bırakması, şânından değildir. Herkesler yattı; yatmayanların da her biri bir yerde. Bizim işimiz taklîd değil. Bak saat 12. Cenâb-ı Hakk bize müjde ediyor.

Bu iş Allah’ı memnun etmekten başka bir şey değil.

Vaktiyle bir adam, bilmem kaç sene ibâdet ediyor. Kur’ân’a da âşinâ. Allah’ı arıyor, fakat bulamıyor. Hâlbuki Allah bilinir de, bulunur da.

Adamcağız Allah’ı bulamayınca, yol değiştiriyor; kendi kendine; “Hıristiyanlar gibi puta tapacağım artık… Bakalım bu yoldan Allah’ı bulabilecek miyim?” diyor. Bir zaman da böyle tecrübe ediyor. Sonra dağlara çekiliyor. Dağlarda kenger isminde bir ot olur, güzel bir çiçek açar. Türkmenler bu otun tohumunu kahve gibi içerler. Adam dağda, bu çalılardan birine rastlıyor; onu seviyor. Çalıya: “Sen Allah’sın; ben seni Allah gibi seveceğim!” diyor ve gece gündüz çalının başından ayrılmıyor, ona tapıyor.

Sonbaharda, kengerlerin dibi çürür. Adamın taptığı kenger de çürümüş. Birgün rüzgâr bu kenger çalısını önüne katıyor. Adam: “Aman, Allah’ım gidiyor!” diye dikenin arkasından koşuyor. Diken rüzgârın önünde sürüklene sürüklene bir mağaraya giriyor; adam da arkasından. Bakıyor ki mağarada bir adam oturuyor. O adam buna soruyor: “Hayır ola? Bir şey mi istiyorsun?”. Dikenin peşinden koşan adam: “Allah’ım buraya girdi de onu arıyorum” diyor. Mağaradaki adam: “Gel, gel; benim müşkülüm birkaç gün evvel hâlloldu; seninkini de hâlledelim…” diyor ve hâllediyor.

Hikâyedeki adam Allah’ı bir çalıda zannetti. Mûsâ da ateşten gördü. Çünkü o sırada ateş arıyordu. Biz ise, Muhammed ümmetiyiz. Ona odundan ve ateşten tecelli eden “Kudret”, bize, yarattığı insandan tecellî etmez mi? O Kudret’in tecellî ettiği ve söz söylediği yer, harâb olacak, yâni ölecek. Öyleyse biz, o söyleyen Kudret’i bulalım.

Bu sırada, mevzu ile ilgisi olan 1. Doğuş kitabındaki 1195 no’lu Doğuş okundu; 1. ve 2. dörtlükleri:

Benim bütün hâlim devreder, döner,
Bu aklı terkedip öğrenmek hüner…
Her gözler görürse, ışığı söner,
Arzu sahipleri bilemez beni.

Canım Mevlâ ile: daima sağım,
“Erinî” diyene tutuşur dağım.
Ahmed-i Muhtardan yanar ocağım;
Arzu sahipleri bilemez beni.