01 Ocak 1956 | Sayı: 139

15 Ocak 1956 | Sayı: 140
19 Aralık 1955 | Sayı: 138

Geçen sayıdaki konuşmanın devamı:

İnsana birkaç isim veriyorlar: Beşer, Âdem. Kim beşer, kim insan, kim âdem? Gaflet uykusunda uyuyan insan, beşerdir. Beşer’in son hecesi, “şer”: Yâni beşer, nefsine mahkûm olan insandır. Beşer, Allah’ı anlamadan “İnsan” olamaz. “İnsan”da meseleyi hâllederse “âdem” olur. Bizim ruhlarımız “Âdem”e secde etmediler mi? Eğer Âdem olursak, biz bize secde ettik demektir. Secde, başı yere koymak değildir. Asıl secde; arzusuz, menfaatsiz, Allah rızâsı için “sevgi”dir.

S. – Şu nefse, “Ledün”ne göre bir isim verelim ve onu terk etmeğe çalışalım.

Emre – İsim vermek için, cisim bulmak lâzım. Cismi olmayanın, ismi olmaz. Nefsin cismi görülmüyor. Ona, hâline bakarak bir isim bulalım. Belki birkaç sefer anlattık; bakalım anlatabilir miyiz?

Nefissiz bir insan, hayvandır. Nefsi olup da, onu öldürenler başka… Nefsi, koruğa benzetebiliriz. Koruğu helva yapabilir miyiz? Yersek, midemizi tahriş eder. Çaresi nedir? Beklemek. Beklersek, yavaş yavaş üzüm olur. Demek ki tatlılık, ekşi olan koruğun içindedir ve ancak zamanla meydana çıkıyor. Nefis de aynen böyledir: Kâmil insanlardaki ahlâk tatlılığı, nefis ekşiliğinin içinde gizlidir. Nefis, manevîyyet lezzeti definesinin kapağıdır. Zâten nefis de, o Kudret’in eseridir ya… Amma, nefis denen bu ekşi meyvayı vaktinden evvel dalından koparırsak, tatlanmaz. Eğer tatlanmış üzümü de ateşten geçirmezsek sirke olur. Sirkeyi ne kadar kaynatırsak kaynatalım, pekmez olur mu? Olmaz. Biz de sirke olursak, bir daha geri dönemeyiz. İnsan (40) yaşından (39) a doğru gidebilir mi?

S. – O halde sirke olmayalım.

Emre – Olmayalım. Bizim içimizden sirke olanlar, mümkün değil geri dönemezler. Rumuz olarak böylelerine Şeytân demişler. Şeytân 400.000 sene meleklere hocalık etmiş. Allah’tan almış, meleklere öğretmiş. Öğrendiği ilim kendisini iblîs etmiş. İlim, hâle inkılâb etmezse iblîsiyyet zuhûr eder.

Şeytân dedikleri, doğrudan doğruya nefistir. Şeytân taşlamak da bir rumûzdur. İnsan kendi beyt-ullah’ındaki, yâni kendi kalbindeki, kendi aklındaki nefis Şeytân’ını taşlamalı; yâni onun istediklerini yapmamalı… Hakîkati anlasak, o taşları kendi başımıza vururduk.

Bir devre şimendiferde çalışırdık. Ali efendi isminde bir bekçi vardı. Tahsîli tamamdı; herhalde Hukuk mezunu idi. Amma, bekçilik ederdi. Kimse ne olduğunu bilmezdi. İri yarı bir adamdı.

Bende de o sıralar, yeni, aşk uyandı. Develioğlu’na gidiyoruz. O, çok aç kordu. Onun mânevî usülü, rejimi, itâatı, ibâdeti açlıktı; yâni riyâzâttı. Biz de bu rejime uyduk. Hakîkati anlamak için yemeyi, içmeyi kestik. Nasıl olsa, bu hayatın sonunda bir ölüm yok mu? Ölüm ihtiyarlık’ta daha zor.

Develioğlu, Tarsus’tan Adana’ya merkeple gelirdi. Yokluktan mı böyle yapardı, bir hikmeti mi vardı… Gelir, benim gibi bir âcîze, sabaha kadar söz söylerdi. Onun bu yorulması, yüreğime batardı. Bir şey de söyleyemezdim; dışarı çıkar, ağlar, ağlar gelirdim. Kâh hikâye anlatır, kâh çocuğu gibi sever, kâh bakardı.

Birgün oturuyoruz; okuma yazma bilmemek çok zoruma gitti. İç âlemler çok geçti. Dedi ki: “İsmail sen bir Yunus Emre, bir Nesimî, bir Kuddûsî, bir de Mısrî Niyazî dîvânı alacaksın.” “Peki efendim.”  Biz bunları aldık; ama okuma bilmiyorum. Fakat öyle bir heves düştü ki… Kitapların en küçüğü Niyazî dîvânı onu elime alır, paydoslarda bir tarafa çekilir, kitabın yüzüne bakardım.

Birgün bekçi Ali Efendi, elimde bu kitabı gördü:

– Çocuk! Sen bundan ne anlarsın, dedi, nedir bu?

– Mısrî Niyazî dîvânı diyorlar, dedim.

Bekçi Ali Efendi ile ahbap olduk. Ali efendi, markacılık da ederdi. Yâni
İşbaşı yapan işçilere marka verir, marka alırdı. Ben de artık işe 5-10 dakika evvel giderdim; bekçi Ali efendiyle konuşurduk.

Birgün Şeytân’ı anlatıyordu:

-Şeytân o kadar âlim ki, Kur’ân’ın bütün esrârına vâkıftır; sadece yedi âyeti bilmez, dedi.

Nasılsa, benim de ağzımdan:

– Siz biliyor musunuz efendi amca?

sözleri çıktı. Ben bunu der demez, Ali efendi kolumdan yakaladı. Ben
dedim: “Hapı yuttum!” Ben ona aşağıdan yukarı bakıyorum.

– Çocuk! Sen beni Şeytân yaptın!

– Estağfurullah efendim, ben size Şeytân demek istemedim; affedin…

– Yok evlâdım, ben Şeytân olduğumu anladım. Sende bir hâl var: Sen bu
yedi âyeti biliyorsun; bana da öğret. Ben yetmiş bilmem kaç yaşındayım; bugüne kadar birşey bilmemişim… Beni şeytânlıktan kurtar, dedi.

Ben bilmiyorum; bilsem de anlatacak kudretim yok. Sizi  bilene götüreyim, dedim ve birgün kendisini Develioğlu’na götürdüm. Sonra çok büyük bir adam oldu.

– Biz de öğrenelim öyleyse; mâdemki böyle bir bahis açıldı…

Emre – Zamanı gelmeden, birdenbire söylenirse, insana mâl olmaz. Birden inanması zordur. Emin ol ki, hiçbirimizin hâli boşa gitmez. Buradan söyleyen Kudret, mağripte olsanız, size yine söyler. Okurken filân, anlarsınız.

S. – Bizde olmaz; okumakla olmaz.

Emre – Ben o “Söyleyen Kudret”e yalvaracağım, size söyleyecek. Hepimiz “Hakîkat”e karşı birer çocuğuz demektir, mevkiimiz rütbemiz ne olursa olsun… 3 yaşındaki çocukları nikâhlarsak, evlenebilirler mi? Çocukları olur mu? Bekleyelim.

S. – Bu söz çok hâkimânedir. Çünkü Allah’ı düşününce, kendimi, kaldıramayacağım kadar ağır bir yükün altında hissediyorum. Çok doğru söylüyorsunuz.

Emre – Hazmı çok zordur. Sizin bu söylediğinizi, her adam diyemez. Bu itirafı herkes yapamaz… İnsan o Kudret’e beş dakika murâbıt olsa, dayanamaz. Zaman gelir ki fâsılasız, ilâ-nihâye onunla beraber kalır.

O Kudretle daima beraber kalamayıp dünyaya sarıldığımız da bir devlettir. Yaya giden yolcular yorulduklarında, artık yola devam edemeyeceklermiş gibi ümitsizliğe düşerler, çökerler. Fakat ne kadar otururlarsa, o oturuş kendilerine o kadar kuvvet verir. Yeter ki nefsin evinden dışarı bir adım at. O adım, binlerce kilometre olsa da, yarısını almış demektir. Çünkü o Varlık bizimle beraber adım atmaktadır; kuvveti ondan alıyoruz.

Bu nefsin arzusundan ikrâh eder etmez, Allah karşımıza çıkar. Nefsin arzusuna ne kadar imrenirsek, o davet eden Kudret’ten, o kadar iğrenmiş oluruz.

Bu hâl, dünya terakkisine ve çalışmamıza mâni değildir. Allah’a giden yol çakır çukur, tozlu topraklı olursa mı iyi? Yoksa asfalt olursa mı? Hele tayyareyle gidersek.

Çalışacağız, çabalayacağız, çok kazanacağız; fakat bu kazandıklarımızı kalbimize doldurmayacağız. Yâni dünya varlığını Allah’a tercih etmeyeceğiz. Yolun asfalt olduğu istenmez mi? Fakat yola bakıp imrenmeyeceğiz. Menzîl-i maksûdumuza gideceğiz, yolda kalmayacağız. Çünkü bütün arzular, bütün mal mülkler, velhâsıl sahip çıktığımız herşey bir yoldur; onların üstünden yürüyerek Allah’a gidiyoruz.

Malın, paran varsa, istifâde et, altında kalma. Fakirsen, yokluk seni Allah’tan ayırmasın, hoşgör. Varlıkla yokluğu bir tut.

Develioğlu bir hikâye anlatırdı:

Seyyah bir derviş, bir köye gidiyor: Köy evleri, bunu misafir kabul etmiyorlar. Seyyah bir ahıra gidiyor, bakıyor ki üç (tutma) çorba içiyor. Seyyahı buyur ediyorlar, çorba veriyorlar. Adamcağız ısınıyor da… Bu üç hizmetçi ihtiyarın hoşuna gidiyor. Hoşbeşten sonra seyyah,  kalb ipliğini Efendisinin gönül halkasına bağlayınca, gençlere: “Dileyin benden ne dilerseniz…” diyor. Gençler: “Sahi olacak mı?” diyorlar. Seyyah: “Evet olacak! Hayatta ne olmak istersiniz?” diyor. Birisi: “Ben âlim olmak isterim!” diyor. Seyyah ona: “Sen âlim ol!” diyor. Öteki de: “Ben zengin olmak isterim!” diyor; ona da: “Peki, zengin ol!” diyor. Üçüncüsü: “Sen nasılsan, ben de senin gibi olmak isterim!” diyor. Seyyah: “Bırak oğlum, ne yapacaksın benim gibi olmayı… Başka bir şey iste…” diyorsa da çocuk ısrar ediyor. “Mâdemki sen -ne dilerseniz dileyin- dedin, ben senin gibi olmak istiyorum!” diyor. Seyyah: “Peki, sen de benim gibi ol!” diyor ve ilâve ediyor: Benim hâlimi görüyorsun ya, bu sefâlete râzı mısın?” “Râzıyım!.” diyor çocuk.

Adam ertesi günü gidiyor; çoban olan üçüncü çocuk da kayboluyor.

Aradan zaman geçiyor. Bir ağanın yanında tutma olan, ikinci genç de işinden çıkıyor ve köyden ayrılıp gidiyor.

Gelelim birinci tutma’ya; bu tutma’nın ağasının bir çocuğu varmış, onu mektebe götürüp getirirken, tutma okuyup yazmaya heves ediyor. Nihayet âlim oluyor ve onu köyün medresesine müderris yapıyorlar… Müderris, bütün ilimleri öğreniyor amma, içinde ilâhî bilgi bakımından, büyük bir boşluk hissediyor ve yüreği günden güne daha çok yanıyor. Hergün medreseyi kapatırken, ffüyt! diye bir ıslık çalar, “Çoban çaldı düdüğü!” dermiş. Bu sözün mânâsını soran talebelere hiçbir şey söylemezmiş.

Talebelerden biri, medreseden mezun olduktan sonra, hayatını kazanmak için başka işler arıyor. Bir şehre gidiyor… Bir ticarethanenin kapısında durmuş. Tüccar bunun yabancı olduğunu görüyor: “Ne arıyorsun?” diye soruyor. Çocuk: “İş arıyorum” cevabını veriyor. Uzatmayalım, tüccar, çocuğu yanına alıyor. Akşam ticarethaneyi kapatırken tüccar da: “ffüyt! Çoban çaldı düdüğü!” deyince, çocuk: “Yâhu, bizim köydeki hoca da böyle derdi; esrârını sorardım, söylemezdi. Siz de böyle yapıyorsunuz; nedir bunun hikmeti?” diyor. Adam, başından geçen hâdiseyi, yâni seyyahın sözlerini anlatıyor. Ben zengin oldum; arkadaşım da mutlaka âlim olmuştur. Fakat bizim kazançlarımız bu dünyada kalacak, çobanın kazancı beraber gidecektir. Onun için, “ffüyt! Çoban çaldı düdüğü! diyorum” diyor.

Ammâ, bu kazanç burada kalacak diye, çalışmamazlık etmeyeceğiz. Hem maddîsini kazanacağız, hem mânevîsini. Kazandıklarımızı kalbimize doldurmayacağız.

S. – Zor efendim.

Emre – Bir kere kapıyı kitleyebilsek, içeriye hiçbir kimse, hiçbir şey giremez.

S. – Bir noktayı şey edelim…

Emre – Ya!

S. – Üçüncü makam nedir? diye sordu ağabeyim. Bir doğuşta da “Üçüncü makamda duran Îsâ’yım” diyorsunuz; bununla ne kasdediyorsunuz?

Emre – Ben miyim söyleyen? O söyleyen, Îsâ ile berabermiş; miş değil, beraber. Îsâ’nın hâli, ilmin nihayetidir. Yâni kendisini o Kudret’te yok etmiş; onda fânî olmuş. Ev yıkılmadan, içinden kaçmış. Fakat akıldan, arzudan kurtulamamış. Üç’üncü makamda kalmasının sebebi bu. Eğer iğneyi de atıp Yedinci makam’a çıkabilseydi, Hz. Muhammed’in gelmesine lüzum kalmazdı.

S. – İşimiz harap!

Emre – Harapsa, başka bir iş buluruz. Zaten boyuna harâb etmeye çalışıyoruz.

Mûsâ’ya gelince, görüşten görüşe fark vardır. Güvercinin gözü insanı görür mü? Görür amma, korkarak. İçini görebilir mi? Hayvan da insana âşıktır ama “celâl”iyle, “cemâl”ini birarada görür; yâni hem çok korkar, hem çok sever. Sevgisi himaye istediğinden, korkusu da, insanın şaha kalkmış olmasından, yani daima iki ayağı üzerinde durmasındandır… Birbiriyle kavga eden iki hayvandan hangisi arka ayakları üzerine kalkarsa, öteki ondan kaçar.

Mûsâ kendi gözünden geçemedi ki, Allah’ı görebilsin. Allah’a: “Bana görün!” diyor. Mûsâ’nın görme kabiliyyeti olsaydı, Allah’a: “Seni göreyim!” demezdi. Allah ona ateş şeklinde göründü; çünkü o sırada ateş arıyordu, karısı doğurmak üzereydi.