01 Mart 1956 | Sayı: 143

15 Mart 1956 | Sayı: 144
15 Şubat 1956 | Sayı: 142

Geçen sayıdaki konuşmanın devamı:

Emre – İnsanların yüzlerinde ve vücutlarındaki değişikliği muhît yapar. Çakıt’ı geç, şekiller değişir; ya çenede, ya gözde, ya yüzde bir başkalık vardır. Niğdeliler ayrı tiptedirler, Konyalılar ayrı.

Aileniz beş, altı göbek burada dursun; Adana güneşinden, Adana’nın toprağından, suyundan, havasından alınan gıdalarla bura halkına benzersiniz.

Ama bu farklı insanları tevhîd edip de onlara o gözle bakmalı.

S. – Görebilsek…

Emre – Kabuğunu soyup bakmalı: İnsan, kendi kendini soyduktan sonra kurtulur. Celâl Bey bizim dedemiz. Şimdi rahatı buldu; emekliye ayrıldı. Eskiden adı “Celâl Çalım” idi; bu bizim işimize gelmez. Biz onu “Cemâl Halîm” yaptık. Çalım malım, hamlıktandır… Meyvalar yetişince boyunlarını bükerler. Bütün varlıklar böyledir.

S. – Bizim (ezel)den haberimiz yok ve “ebed”e doğru gidiyoruz. Burada, yâni bu muvakkat âlemde bile muayyen şartlardan, birbirine benzeyen renksiz günlerimizden bıkıyoruz da, o âlemde “ebedîlik”ten bıkmayacak mıyız?

Emre – Her (şey)den bıkılır. Fakat “ebedîyyet”, her (şey)in fevkinde olduğu için ondan bıkılmaz. İnsan ölünce, “bıkmak” ve “ikrâh” da ölür. Ölü yorulur mu? Ölü bıkar mı?

Ezel ve ebed diye birşey yok, “ân” vardır… Ölüm hâdisesi vukua gelmeyince, yâni niyet olmayınca “ölüm hâli” tecellî etmez. “Sâdık olanlar ölümü temennî eder!” deniliyor Kur’ân’da.

Akıl, çıkacak bu âlemin içinden. Azap çeken, keyflenen vücud değil akıldır. Ağrı ve acı vücut fabrikasının bekçisidir. Bu fabrikayı haraç mezad edip aslına verdikten sonra, bekçinin lüzumu kalır mı? Türkmenlerin tuhaf darbımeselleri var: “Ölen eşek, nalından korkar mı?” “Kayseri yolunda eşek izi mi ararsın?” derler. Dinledin ki ibret. Evet, yanmış harmanın öşrü olmaz.

Amma zor şey ha!.. İçine girince çıkması zor… Aman kaç!

S. – Kaçamıyoruz.

Emre – Kapısını bulsak, kaçarız. Bazı insanlar varmış, etraflarına, toprak üzerinde daire şeklinde bir çizgi çizdin mi, onun içinden çıkamazlarmış; açlarından ölseler çıkamazlarmış.

Bunlar hep tılsım. Kabahat tılsımın.

Bize doğarken koydukları isim, bizi aslımızdan ayırdı. Bize isim koymasalardı, ismimizle bize söğseler kızmazdık, öğseler, koltuğumuz kabarmazdı. İşte böyle bir tılsım… Fakat yavaş yavaş bu isimden, resimden, cisimden vazgeçeceğiz.

Emre – Bir Amerikalıya; peygamberlerin bir ve aynı varlık olduklarını anlattım; iknâ olmadı. Şeye benzer dedim: Günlerden de çarşambaydı. “Güneşin üstünde Çarşamba yazıyor mu?” dedim; “hayır”dedi… Güneşi gören için de Çarşamba, Perşembe yoktur. Çarşambayı, perşembeyi biz icad ediyoruz. Peygamberler de bizim anlayışımıza göre Îsâ, Mûsâ diye tefrîk olunuyor. Hakîkat Güneşi’ni bulanlar için Îsâ, Mûsâ kalmaz. Çünkü onlar aynı varlıklar.

Sağı, solu, altı, üstü; cihetleri tâyin eden de biziz; dünyanın ciheti miheti yok. Ucu bucağı bulunmadık bir fezâdayız… Güneş, bu yuvarlak dünyanın altında mı, üstünde mi? Ne alt var ne üst…

***

Zaman gelir, hayvanat şekil değiştirir; meselâ, ayakları fazlalaşır veya eksilir; fakat insanın şekli değişmez. Çünkü “Ahsen-i Takvîm”dir.

Zaman gelir, buralar kutup olur; şimdi kutup olan yerlerdeki buzlar erir, oralar mutedil memleketler hâline gelir. Fakat biz göremeyiz, çünkü insan ömrü, Küre’nin ebedî ömrüne nazaran bir hiçtir. Dünyada 24 saat içinde doğan, büyüyen ve ölen mahlûklar vardır. Bunlar, şuurlu mahlûklar bile olsalar, bu kısa ömürleri içinde, kâinatı nasıl idrâk etsinler? İşte biz de böyleyiz. Bizim ömrümüz de kâinatın ömrüne nazaran hiçtir… Fakat herşeyi muhît olan Allah’la bir olursak, herşeyi görür, biliriz.

İnsan bir kere kendisinin vücudunu görse… Amma, göreyim diyen göremez. Nice yıldızlar, nice güneşler var bu fezâda… Öyle yıldızlar vardır ki, bir doğduktan sonra, ikinci doğuşunu görmeğe insan ömrü kâfi değildir.

Ebül’ulâ El- maarri’nin babası, bir Yahudi ile komşu imiş. Yahudi âlimmiş, Felekkiyyâta âşinâ imiş. 100 senede bir yıldız varmış ki o doğduğu zaman ana rahmine düşen çocuklar, gayet zekî olurlarmış. Yahudi karısına: (2-3 saat sonra o yıldız doğacak. Eğer o saatte cimâ edersek, çocuğumuz zekî olur…) diyor. Bunların konuşmalarını Maarri’nin babası duyuyor. Yahudi yıldızlara bakarken uyuya kalıyor. Komşusu arap; o saatte karısıyla cimâ ediyor, Ebûl’ulâ ana rahmine düşüyor.

Çocuk anasının karnında canlandıktan sonra, adam meseleyi yahudiye anlatıyor. Yahudinin çok canı sıkılıyor. Kadının çocuğunu düşürtmek için elinden geleni yapmaya niyet ediyor… Bir gün kadına zehirli bir şerbet içiriyor. Kadın rahatsızlanıyor amma, çocuk düşmüyor; artık yahudinin hiçbir şeyini almıyor. Fakat zehir çocuğa tesir ediyor. Ebûl’ulâ kör doğuyor. Ebûl’ulâ kör doğmasaydı, dünya için Ebûl’belâ olurdu.

Bütün varlıklar Küre’ye yâni insana hizmet etmektedir… Kur’ân çok güzel tarif eder; fakat bunu anlamamıza dünya ağırlıkları mâni oluyor. Küredeki mâdenler, mücevherler hep yıldızlardan geliyor. Onlar ışıkları ile bunları Küre’ye atıp duruyorlar. Yıldızlardan gelen ışıkların, insanların göz, kulak gibi a’zâlarına, hattâ lezzet duygularına bile tesirleri vardır.

Bütün hizmetler insan içindir, çünkü insan, (Ahsen-i Takvîm)dir. İncir tohumunu toprağa ekersin; o tohumdan yalnız incir çıkar. Hâlbuki insan, her şeyin tohumudur… Yâni neyi tefekkür ederse, onun tohumudur, hattâ Allah’ın bile tohumudur. O (Kudret)i düşünürken onunla beraberdir.

Her vücut bu düşünceye dayanamaz; dünya ve nefis arzularından dolayı dayanamaz. Allah düşüncesine dayanamayan bu arzulardır. Onlar yanıp mahvolunca insan Allah’la bir olur. Çünkü insanda, Şeytânlıktan Allah’lığa kadar herşey vardır. Allah hâlinden başka bütün hâller yanınca, geride sadece o kalır. Arı, insanı sokmuyor, o insandaki arılık hâlini sokuyor. Yılanı tutan insan, yılanın düşmanı değildir, onu seviyor. Yâni o insandaki yılanlık hâli, sevgi yolıyle yılana geçiyor, adamda yılanlık hâli kalmıyor. Yılan o adama bakınca onda yılanlık ahlâkını göremiyor, onun için sokmuyor. Yılanın salyası bize zehir değil mi? Hayır. Yılan sokmasıyla bizi öldüren şey; yılanın zehiri değil, bizim vücudumuzdaki tuzdur. Yılanın zehiri, sadece mayanın hamurda gördüğü vazifeyi görüyor. Bizde tuz olmasa, yılan sokmasından ölmeyiz… İşte, bizi mânen öldüren şey de nefsimizin arzularıdır.

S. – İnsanın azrâili, kendi vücudunda demek?

Emre – Azrâil çeşitlidir: Aklın azrâili, Allah’ın yasak ettiği şeylerdir. Vücudun azrâili ise yediği gıdalardır.

Kur’ân insanı ne kadar öğer. Döner, yine insanı ne kadar karalar. Bir tarafta insan için (Ahsen-i Takvîm), (Ve lekad kerremnâ benî âdeme…) derken öbür tarafta (Hayvandan da aşağı…) diyor. Biz acaba bunların hangisindeniz?

Her insan, hem iyilik, hem de kötülük menba’ıdır. Aklı neredeyse, nede ise, kendisi o. Bir mahşerden bahsediyorlar. (Hâzâ yevmünnüşûr!) diyorlar. Buradaki (hâzâ) kelimesi, bugüne, şu yaşadığımız güne işarettir.

Mahşer gününde kimse kimseyi tanımayacakmış. Şimdi hangimiz hangimizin içini görebiliyor? Mahşerde, herkes kendi derdine düşecekmiş; şimdi de herkes kendi derdine düşmemiş mi?

Bu işde Müslümanlık, Hıristiyanlık diye bir şey, bir tefrîk yoktur, olamaz; Mâdem ki Elhamdü’lillâhi Rabbil âlemin demiş. Müslüman olmadan evvel de Profesör Annemari Şimmel (Yeni ismiyle prof. Cemile Tarı) İlâhiyat fakültesinde bize Allah’ı öğretmiyor muydu? Bu hanımın hâli, aşk-ı ilâhi değil mi? Onda Allah aşkı olmasaydı, o ilim onda toplanır mıydı? Profesör Annemari evvelce hıristiyandı diye, Allah ona o büyük ilmi vermemezlik etmiş mi? Etmez, çünkü Allah iltimas bilmez.

***

S. – Bâzı kimseler pat! diye birdenbire düşüp ölüyorlar. Bunlar o ânda ne düşünüyorlarsa o hâlde kalacaklar değil mi?

Emre – O hâlde ölen bir kimse, hayatında, aklını (Emîn Belde)ye sığınmağa alıştırmışsa, gideceği yeri sonra yine bulur. Biz biliyoruz ki şu ev bizi yağmurdan korur. O hâlde, yağmur yağacak olsa, derhal oraya kaçarız… Akıl da böyle kaçacak bir yer yapmışsa, başı darda kaldı mı, oraya kaçar. Yapmamışsa, dolanır durur.

***

Emre – Aşksız bir ilmin faydası yok, zararı vardır… İlim, tencereye doğranmış ete, patlıcana benzer. Bu tencereyi aşk ateşine koyup, içindekileri pişirmezsek, mutlaka kokacaktır.

Emre – Kâmillerin, bize hakîkati birdenbire söylememeleri, onun kıymetini bildirmek içindir. Bir insan, külliyetli miktarda bir parayı üçyüz bin, beşyüz bin diye konuşabilir, hattâ sayabilir de; fakat harcayabilir mi? Parayı kendi kazanmalı ki harcayabilsin… İşte kâmiller de o “mânevî para”yı bize kazandırmaya çalışırlar. Hakîkati birdenbire söylemezler ki, biraz emek çekelim, uğraşalım, yorulalım da kazandığımız şey bizim olsun.

Emre – Din ne kadar kıymetli bir hazîne ki, nice kapakları var… Peygamberler de bu hazînenin kapaklarıdırlar. Onları da açıp kaldırmayınca hazîne meydana çıkmaz.