3.11.1955 de yapılan konuşmadan zaptedilebilen notlar:
S. – Fizikte ışık dalgaları var. İnsan gözü, ışığın 16- 20 dalgaları arasını görüyor, diğerlerini görmüyor. Işık mevcut, fakat biz görmüyoruz. Ses de böyle; muayyen ses titreşimlerini işitiyoruz, diğerlerini işitmiyoruz. Aklın da bir anlama hududu var.
Emre – Hayat var mı, akıl da var… Gözün görüşü akla göredir. Kedinin aklı ile köpeğin aklı bir değil; gözleri de ona göre ayarlı. İnsanlar da böyle. Bazı muhit var ki; orada ışığa ihtiyaç yok. Gece, gözü parlayan hayvanlar için gece ile gündüz bir… Gece yayılan hayvanların gözlerinin, ışığa ihtiyaçları yok. Onların gözleri insan gözünden daha kuvvetli! Niçin kuvvetli? Çünkü gördüğünü tanıyıp tetkik edemiyor. Şuûr insanlaştıkça, görgü azalır. Nitekim çocuğun görüşü de kuvvetlidir.
İnsanlık seviyesine gelmiş olanlar için, insanlık içinde de bir insanlık var. Beşeriyetin arka tarafında bir (Akl-ı Küll) var ki, o, herşeyi bilir. Orada “benim aklım!” diyemezsin. Böyle demeyip o (Varlık)ta fânî olanlar herşeyi görür, her şeyi bilir. Onlar gözlerini yumdular mı, görmedikleri hiçbir şey kalmaz. Onlar için hudut yoktur. Hudut, “Akl-ı cüz” içindir. Çünkü ağzı var: söylerler; benliği var: beni tanısınlar diye konuşur, bilgiçlik taslar. İnsan, benliği ölmeden sırra âgâh olamaz… İnsan, kendi kendinden vazgeçince sır âşikâr olur. Çünkü sır, kendisidir. Kendi dağılıp bozulduktan sonra bütün sırlar bozulur, çözülür. İnsanın “anlayım” dediği şey anlayışına perdedir. Elhâsıl, kendi külliyen fânî olmadan, sır âşikâr olmaz. Ondan sonra zaten ne Hıristiyan kalır ne Müslüman, ne şu, ne bu. Yok böyle şeyler zaten ya… Gördüğü de kendinden ayrı değil, konuştuğu da. İnsan, nasıl, aynaya bakarken kendini görürse, onlar da öyledirler.
Birgün, otururken bu şeyleri tefekkür ediyormuşum ki, (Fakat kendi aklımla değil, Mürebbîmin aklıyla tefekkür ederken) kulağıma “hadi gel gidelim!” diye bir ses geldi. Baktım ki Mürebbîm gidiyor. Bende arkasından gittim… Tarifi mümkün olmayan âlemleri gezdirdikten sonra, kendimi bir deniz kenarında buldum… Mürebbîm kayboldu. Vücudum var amma, yok gibi; yok ama var gibi. Deniz kenarındaki kumların herbiri yakut ve zümrütten daha parlak, daha güzel. Arkama döndüm ki birisi var. Ağzımdan bir ses çıkıyor; Sen kimsin? O da aynı suali soruyor: Sen kimsin? Söz de bir, ağız da bir. Bir dakika sonra, o benim sualime verdiği cevap benim ağzımdan da çıkıyor.
Sonra bakıverdim ki önümde bir kayık; fakat gondol gibi bir kayık… Gondolun başı, mürebbîmin başı. Denizde üç dört adım yürüdüm; ayağım ıslanmadı. Kayığın içine bindiğimi biliyorum. Kayık öyle bir gidiyor ki, ne tepkili uçak öyle gidebilir, ne birşey. Gittiğimiz yere baktım, su değil; hava da değil. Etrafta yıldızlardan çok kayık var. Bütün kayıkların yönü bize doğru, biz ne tarafa gidersek, kayıkların yönleri bize doğru dönüyor. Arada bir, kayıklardan biri muvazenesini kaybediyor, yıldızların akması gibi zerrât hâlinde dağılıyor, mahvoluyor; dağılan zerreler öbür kayıklara yapışıyor.
Bu gidiş ne kadar sürdüyse, kulağıma yine bir ses geldi: Zirve-i Hîçî! Ne kayık kaldı, ne ben; hiçbir varlık kalmadı. Sade bir hissiyyet var, ama bütün varlıklarla bitişik olan bir hissiyyet. Gözümü açıverdim ki oturduğum yerdeyim. Bunu nasıl tarif etsinler? Ettik mi ki şimdi?
Bunları anlamak, bilmek, görmek arzusunun zerresi kalsa bir insanda, o adam fânî olamaz. En güzeli Mehmed Emmi’nin dediği gibi:
Elin elimde olsun,
Kapı kapı dilenek.
Vaktiyle bizim evde bir bekçibaşı otururdu… Doksan yaşında, fakat sağlam! Biçareyi tekaüd ettiler, kederinden dili tutuldu. O sıralar da “doğuş”ların sık sık doğduğu devreler… Birgün Mehmed Emmi, çekilip geldi. “Hadi Mehmed Emmi, sen de bir türkü söyle!” deyince, dili tutulan bekçibaşı bir türkü söylemeğe başladı:
Harput’un altı bostan,
Şen olsun Arabistan;
Deyyus, teresin kızı!
Dillere ettin destan.
Harput’un altı kelek,
Harput’a gidek, gelek;
Elin elimde olsun.
Kapı kapı dilenek.
Türkü bittikten sonra, dili gine harp! kapandı… Bu (Elin elimde olsun-Kapı kapı dilenek) hâli tecellî etmedikten sonra kurtuluş yok.
Ağız bu sözü söylerken kalbde ne arzular var… Öyleyse yalan. Niyazî’nin söylediği gibi:
Sâlikin mürşîdine hizmeti şâhâne gerek:
Koya başın eşiğine, diye “Şâhâ! ne gerek?”
Bu hâl zuhûr etmedikten sonra insan için kurtuluş yoktur. Onun için hep Aşk! Aşk! diye bağırıyorlar. Ateş nasıl herşeyi yakarsa, aşk da bütün kötü huylarımızı yakar; çünkü o da bir mâneviyyet ateşidir. (Mevlid)de “Yanar isem, ben yanayım yâ Halil!” diye bir söz var; neresindedir bilmem; bu söz de aşkı anlatmak istiyor.
Âşık mütevâzı’dır, iddia sahibi değildir. “Ben bileceğim! Ben olacağım!” demez. Ne bileceksin! Ne olacaksın! Birinci Noter Hamdi Bey çok güzel birşey anlatmıştı: Bursa’da padişahın yakınlarından biri, padişaha: “Sen Süleyman Çelebi’den daha büyüksün!” diyor da, padişah: (Hâşâ, ben “Âmine Hatun, Muhammed ânesi” diyemedim. O benden çok büyüktür!” diyor.
***
Birgün birisinin, içtiği için görüşmeye gelemediğini, utandığını söylediler. Bunun üzerine Emre şunları söyledi:
Emre – Onun utanmasından, asıl ben utanıyorum. Biz onu, içiyor diye kınıyorsak asıl suçlu biziz… Bu âlemde suçlu olarak bir kimse görüyorsak, daha bize çok emek lâzım!
***
Yeni yapılan cezaevi vesilesiyle:
Emre – Medeniyet büyümeden hapsâne küçülmez.
***
Emre – Vaktiyle uyansaydık, Ermenileri sevseydik, bize ısınırlardı; onları kaybetmezdik. Zaman gelir, bu “Arab Uşak’lık- Türklük” davası da kaybolur, kaybolması da lâzımdır.
***
Emre – Bazı kimseler, bazı milletler kadını aşağı görürler. Hâlbuki aklın dişisi, erkeği olur mu? Erkeklik- Kadınlık olmasaydı, biz dünyaya gelemezdik. Merdlik, ilim ve fazîlet gibi şeyler beynelmileldir. Bunları öğrenmek kadınların da hakkıdır.
Bazı kadınlar gayet merttir. Tohumunu al bak ki; ekserisi erkek. Bazı erkeklerinki de dişi. Dişi – erkek diye görünen dıştır… Yoksa hakîkatte böyle bir şey yok.
Biz kadınları hor gördüğümüzden geri kalmışız. İster eğrisine, ister doğrusuna, kadının daima emir altında olduğunu istemişiz. Hâlbuki erkek ne biliyorsa, kadın da onu bilmelidir. Çünkü o da insandır.
Kadınları ayaklar altında olan milletler geri kalmışlardır. Çünkü, çocuğu terbiye eden kadındır; erkek terbiye edemez… Çocuğu terbiye etme hakkını kadına teslim etmeli amma, kadını adamakıllı terbiye etmeli de ondan sonra. Fakat git bir de taassuba sor bakalım, buna râzı mı? Elini gösterme! Yüzünü ört! Başını açma! Açarsan eve melâike girmez! Bir sürü kayıt kuyud.
Bizim kabîle de çok mutaassıptı. Fakat babam öyle değildi. Boyuna tasavvuf kitaplariyle uğraşır, çok düşünürdü. En fazla (Muhammediyye)nin (Dilârâ)sını okur, kitabı yüzüne tutar, ağlardı. Gözünün yaşları kitaptan döşüne cor cor akardı.
Bir gün bizim kabîleden bir kadın, gece düğün alayı geçerken kafasını demir parmaklıktan dışarı çıkarmış sonra da geri çekememiş kafası, parmaklığa sıkışmış kalmış! Geliyorlar “gördün mü; sokağa baktı, çalgıya düğüne baktı; öldürmek, boğmak lâzım!” diyorlar. Babam işitiyor: “Nolur sokağa bakarsa? Bak kızım bak!” diyor. “Kafası pencerenin parmaklığına sıkışmış, çıkmıyor…” diyorlar. Babam şakaynan: “Öyleyse başını kesin” diyor. Elinde bir kitap, okuyormuş; o kitapla beraber geliyor. Kadıncağızın başına biraz çöküyor. Parmaklığın alt tarafı genişçeymiş, kafası çıkıyor.
Babamın bu sözünü, yâni “Kadın pencereden dışarı bakarsa ne olur ki.” Dediğini hocalar kınayarak söylerlerdi.
Bizim ev ırmaktan taraftaydı. Babam hep pencerenin önünde okurdu. Eli kulağa atar, okur, aşka gelirdi. Evin bir musandarası (1) vardı; orada da bir deblek vardı. Ev Tepebağ’ın en yüksek yerinde olduğu için çok rüzgâr eserdi. Esen rüzgâr debleğin içine girince, vuun! vuun! Diye bir ses çıkıyor. Kaldırdı, attı… “Niçin attın?” “İçine cin girmiş” “Hani sen cin yok derdin?” “Debleğin ağzı rüzgârın estiği tarafa dönmüş, vuun! vuun! diye bir ses çıkarıp, kitap okurken beni meşgul ediyor. Bu da cin demektir; onun için attım…”
Cin de iki türlüdür, herşey gibi… Dış tarafı mikrop, iç tarafı ahlâk. İnsan cini kendi yaratıyor, kendi tapıyor.
Çocukken cini görmeyi çok merak ederdim. Musaballıların köşkünün altına giderdim, göremezdim. Köşede bir fener vardı. Oradan bir kedi çıktı; kuyruğu uzuyor. “Hah, öyleyse cin budur!” dedim. Bir taraftan kaçmayı düşünüyorum, bir taraftan da cine bakmaya çalışıyorum… Fazla korkmayışım, hızlı koşmama güvendiğimdendi. Sonra, annem bizi kat’iyyen korkutmazdı; korkutanlara da “korkutmayın!” diye tenbih ederdi.
(1) Musandara: Büyük raf.