22.4.1956 da yapılan bir konuşmadan zaptedilebilen notlar:

Konuşma sırasında söz İbrahim Edhem’e gelince, Bayan Kadriye Darendeli 1. Doğuş Kitabının 1011 numarasında yayınlanan ilgili Doğuşu okudu:

İyi seyret aşk ehline,
Hep dönmüşler bâtın güne;
Ayla güneş secde eder,
Âşıklara döne döne.

Âşıkı tesbih ederler,
Edip yerine giderler;
Âşıkları eder tavaf,
Hakikatta olan erler.

Duyun İbrahim Edhem’i;
Dostundan aldı merhemi,
Tacı, tahtı terkeyledi,
Eylemedi hiç sitemi.

Dostu ederdi imtihan,
Sabrederdi o her zaman;
Tacı, tahtı unutunca
Oldu o manevi sultan.

Gönlüne bakardı daim,
Görürdü Hak orda kaim;
Zâhirde sultan olmuşken,
Görenler sanırdı yetim.

Boynu durur dâim eğri,
Onun için sever pîri;
Daima tekdîr duyardı.
Yüzünü dönmezdi geri.

Görsem, derdi, doya doya…
Pîri göndermişti suya;
Birine etti tenbihi:
Boyanmış mı bizim huya?

Aldı, gitti destisini;
Der: incit, görmesin seni,
Arkasından bir taş attı,
Atan duymadı sesini.

Bir taş aldı, attı tekrar,
Dokundu, etmedi zarar;
Tekrar bir dahi atınca,
Acıttı, etmedi inkâr.

Ayağı kana boyandı,
Acıyı duydu, uyandı;
Kendisine gelen taşı,
Başka yerden geldi sandı.

Gördü ki: bir arkadaşı…
Tekrar ele almış taşı;
Dedi: gayri hâlim yoktur,
Vursan, ben etmem savaşı.

Bu hallerden eli yudum, (1)
Dostumdan sabır okudum;
Ben Dost için tacı, tahtı,
Geldim, Belh şehrinde kodum.

Geri döndü duyar duymaz,
Dedi: eyledi itiraz,
Mâdem gönlü kirli imiş,
Edhem bize hiç yaramaz.

Kapıya geldi o yorgun;
Dedi şeyhi: onu kovun!
Dedi: içeriye girme!
Giremezsin, girdiğin: son.

Feryad etti birdenbire,
Dedi: ne eyledim (Pîr)e?
Dedi: gönlünde saray var,
Her yanı boyanmış kire.

Kirli gönül, olmaz kabul,
Böyledir, bozulmaz usul;
Bir varlığa sahip olmaz,
Dosta doğru yürüyen kul.

Edhem döndü ağlayarak,
Dedi: takdîr eyledi Hak.
Dönüp özür dileyince,
Derler: emir aldık, yasak!

Ağlayarak kapı bekler,
N’oldu, der, bizim emekler?
İbrahimin feryadına,
Ağlaştı bütün melekler.

Bu âşıkın haline bak,
Feryad eder ağlayarak;
Bir yandan, ben giderim, der,
Bir yandan yürümez ayak.

Döndü ulaştı şehire,
Diledi içine gire,
Kimseler vermedi kıymet,
Neylesin, geldi bir kerre.

Bakarak sarayı gezer,
Gördükleri, Dosta benzer;
Orda tecelli eden hâl,
Edhem’in kalbini ezer.

Dedi: acep bana noldu?
Dosttan gayri renkler soldu?..
Âlemi fark arar iken,
Her yerde Dostunu buldu.

Saray ona oldu zindan,
Her yer Dosta olmuş mekân…
Dedi: geçeyim saraydan,
Varayım, eylesin ihsan.

Hâl, kendine etti tesir,
Bulamadı başka tedbir;
Geçti viran sarayından,
Der: olayım orda esir.

Görünce yüreği yandı,
Tatlı canından usandı;
Gece gündüz yürüyünce,
Yolu kapıya dayandı.

Dostu der: kapıyı açın,
İbrahime nimet saçın!
Âşık, Maşukunu buldu,
Sizler aramızdan kaçın.

(Emre), sen söyledin, sen duy,
Dosttan başka besleme huy;
Her kim bu hâli severse,
Ayağına başını koy.

26.3.1948 Saat: 13.30
Zapteden: Vasfiye Değirmenci

(1)El yumak: el yıkamak; vazgeçmek, ümit kesmek.

Bu doğuş okunduktan sonra Emre, mânevî bir vukuf ve müşahede eseri olarak şunları söyledi:

Emre – İsim ve kemâlât varlıkları, bir merdivenin basamaklarına benzerler. Sonsuz kemâlâta doğru giden insanlarda İbrahim Edhemlerin, Yunusların, Mevlânaların hâlleri tecellî eder… Kendisinde bu hâller tecellî eden kimse, sözlerini o büyük adamların ağızlarından söyler:

İbrahim Edhem’in yetiştiği tekke, bir tepenin üstünde. Aşağıda bir çeşme var. İbrahim’in mürşîdi, elmacık kemikleri çıkık, avurdları çökük bir adam.

Eskiden tekkelerde, bütün işleri idare eden kimseye meydancı derlermiş. İbrahim’in bağlı olduğu tekkenin meydancısı da ince dalyan bir şey; Tekkenin ilerisinde medrese gibi bir yer var. Yan taraflarda da, sıraynan medrese hücreleri. Antakya taraflarında bir yer, tekkenin bulunduğu yer.

İbrahim, tâcı, tahtı terkedip seyahate çıkıyor. Herkes şaşıyor bu hâle. Hele annesi çok üzülüyor. Edhem’den uzun zaman haber alamıyorlar.

Nihayet birgün, birisi Edhem’in annesine: (Oğlun filân yerde deniz kenarında elbisesini yamıyor…) diyor. Kadıncağız kalkıp, oraya gidiyor ki hakikaten Edhem perişan bir kıyafetle, deniz kenarında elbisesini yamalamakta. Ağlıyor, sızlıyor: (Yavrum, nedir bu hâlin? Niçin tacını tahtını terk ettin? Senin bir zamanlar ne kadar çok hizmetçilerin vardı… Şimdi sen mi üstünü başını yamalıyorsun?) diyor. Annesi böyle söyleyince, Edhem: (Şimdi hizmetçiler daha çok anne…) diyor ve elindeki iğneyi denize atıyor. Denizdeki balıklardan birine: (Yâ balık! İğneyi getir!) diyor. Balık iğneyi ağzıyla getirip Edhem’e veriyor. O zaman annesine: (İşte bak, diyor, ben hizmetten vazgeçince, bütün mahlûkat bana hizmetçi oldu…)

Nihayet hakîkati anlayıp sarayına döndükten sonra, karşısına oğlunu getiriyorlar: “Bak, oğlun ne güzel bir delikanlı oldu diyorlar. Çocuğa kanı kaynıyor. Fakat bakıyor ki, İsmail’in sevgisi İbrahim peygamberi Allah’tan nasıl ayırdıysa kendi oğlu da kendisini üstâdından ayıracak, ellerini kaldırıyor: (Ya bunun canını al, ya benimkini…) der demez, çocuk pat! diye düşüp ölüyor. Anası feryad ediyor; (Ne yaptın be oğlum?..) diyor. Edhem: (Eğer o ölmeseydi, benim manevîyyetimi öldürecekti!) diyor.

İbrahim Edhem’i uyandıran da bir câriye: İbrahim Edhem’in yatağını, her gün bir başka câriye düzeltirmiş. Birgün bir câriye, yatağı düzeltirken imreniyor, şurada ben de bir parça yatayım, diyor ve yatağa giriyor. Lâkin nasılsa uyuyuvermiş… O sırada İbrahim Edhem geliyor; câriyeyi kendi yatağında uyuyor görünce kızıyor, câriyeye kırbaçla yaklaşıyor. Câriyeceğiz neye uğradığını bilemiyor, birden bire fırlıyor. Edhem mütemâdiyen vururken, câriye de gülermiş. Edhem buna hayret ediyor, câriyeye soruyor: (Seni döğdüğüm halde niçin gülüyorsun?) diyor. Câriye: (Nasıl gülmeyeyim, ben şu yatakta ancak yarım saat kadar yattım, şu kadar kamçı yedim; sen şu kadar zamandan beri bu yatakta yatıyorsun, acaba sen kaç kamçı yiyeceksin?) deyince, alıyor Edhem’i bir düşünce. İşte bu tefekkür Edhem’i bu hâle getiriyor.

Doğuşta da denildiği gibi Edhem, tâcı, tahtı terkettikten sonra o tekkede hizmet edermiş.

Birgün mürşîdi, Edhem’i imtihan etmek için meydancıya diyor ki: (Ne yap yap. Edhem’i incit, kızdır ve o ne söylerse gel bana haber ver.) Meydancı, (Peki, efendim.) diyor, gidip Edhem’e aşağıdaki çeşmeden su getirmesini söylüyor. Edhem (başüstüne!) deyip testiyi alıyor, tepeden aşağı iniyor. Fakat gönlü hep mürşîdinde; ondan hiç ayrılmıyor. Meydancı eline bir taş alıyor, Edhem’in arkasından savuruyor. Taş Edhem’in sırtına değiyor, fakat o kadar acıtmadığı için kendisini daldığı âlemden ayıramıyor; yine yoluna devam ediyor. Meydancı bir taş daha alıp atıyor. Bu seferki taş Edhem’in topuk kemiğine dokunuyor, adamakıllı acıtıyor ve kanatıyor. Edhem bu acı ile âlem-i fark’a gelince bakıyor ki taşı atan, yabancı bir kimse değil de kendi arkadaşı: Ona: (Bre kardeşim ben kavga, mücadele hâllerini çoktan terkettim… Dostum bana sabır ilmini okuttu. Benim bundan başka bir hâlim yoktur. Ben her hâlimi, hattâ tahtımı, tacımı Belh şehrinde bıraktım da geldim…) diyor. Meydancı bu sözleri işitir işitmez, gelip Mürşîdine söylüyor. O da: (Yâ… Demek gönlünde hâlâ saraylar, tahtlar, taçlar var öyle mi… Böyle adam bize yaramaz; gelirse koğun!) diyor. Edhem suyu getiriyor, tekkeden içeri gireceği zaman: (Yasak! Artık bu günden itibaren bu tekkede işin yok; istediğin yere gidebilirsin…) diyorlar. Edhem ağlıyor, feryad ediyor soruyor: (Ben ne yaptım ki beni koğuyorsunuz?), (Mürşîd böyle emretti: Gönlün kirli imiş; içinde saraylar, taht ve taç varmış; onun için kabul etmiyor seni!) diyorlar. Edhem tekrar feryad ediyor, memleketine dönüyor amma, ayakları bir türlü gitmiyor.

Belh’e gelince kendini tanıtmak istiyor; fakat herkes Edhem’i kendini hükümdar zanneden bir deli gibi görerek alay ediyorlar. Saraya gidiyor, ordan koğuyorlar. Nihayet çok mey’us bir hâlde bir tarafa çekiliyor, derin bir tefekküre daldığı bir sırada, bir köpek Edhem’i taş zannederek ayağını kaldırıp Edhem’in yüzüne siyiyor. Köpeğin siymesi, Edhem’i daldığı âlemden uyandırıyor. Fakat bir de bakıyor ki her gördüğü, Mürşîdi! Nereye bakarsa onu görüyor! Tecellî eden bu hâl, Edhem’i oralarda durdurmaz ediyor. Mürşîdine bir ân evvel kavuşmak için yola çıkıyor. Günlerden sonra üstâdının bulunduğu şehre yaklaşınca, Mürşîd, yanındakilere: (İbrahim Edhem geliyor; çabuk kapıyı açın!) diyor. İbrahim, Efendisinin boynuna atılıyor, hasretini ağlaya ağlaya dindiriyor.