29.7.1956 da yapılan bir konuşmadan zaptedilebilen notlar:
Konuşma arasında, bir aralık “Filânca ile bir barışıyoruz, bir kavga ediyoruz.” denildi. Bunun üzerine Emre şunları söyledi:
Emre – Daha ne istiyorsun? Aramaynan ele geçmez. Seni imtihan ediyor.
Şimdiki saathânenin yeri, vaktiyle bir fasulyeci dükkânı imiş… Bir kış günü, ilm-i simyâ bilen iki derviş, şehirde dolaşırlarken yolları bu dükkâna uğruyor. Aşçı dükkânının karşısında ayakta durup etrafı seyrediyorlar. Bakıyor ki dükkâna zayıf bir adam girdi. O sırada karanlık da bastırmış; yağmur da yağıyormuş; lokantada da kimseler yokmuş. Bunlar seyrediyorlar: Adam bir tabak fasulye yiyor. Karnı aç olduğu için çabucak yemiş, para vermeden dışarı çıkmış. Fasulyeci bunu yakalıyor:
– Fasulyenin parasını vermeden nereye gidiyorsun?
Adamcağız:
– Param yok.
diyor. Aşçı bunun üzerine yürüyor:
– Hay hınzır herif! Madem paran yoktu, niye yedin fasulyeyi?
Aşçı dükkânının darabasını indirip değneği eline alıyor, buna birkaç tane vuruyor:
– Verecek misin parayı?
Adamcağız:
– Yok ki vereyim, diyor… Bu cevap üzerine fasulyeci biçâreye bir de tekme indiriyor. Adam yağmurlu çamurlu suların içine düşüyor.
Bu hâli seyreden o iki adamın, biçâreye yürekleri çok acıyor. Birisi diyor ki: “Şu adama ilm-i simyâ’yı öğretelim; kendisine günde ne kadar para lâzımsa o kadar para yapsın.” Adamın yanına gidiyorlar:
“Gel sana bir mahâret öğretelim; bu öğreneceğin ilimle kendine günde ne kadar para lâzımsa o kadar para yaparsın, diyorlar. Adam: “istemem!” diyor. “Yahu yediğin dayak parasızlık yüzünden değil miydi? İşte sana para yapma usülünü öğreteceğiz. Niye istemiyorsun? diyorlar. Adam kat’i olarak: “İstemem!” diyor. İki adamdan biri, buna kızıyor; arkadaşına: “Bırak Allah’ını seversen, buna müstahak diyor. Fakat öbürü: “Bu biçâre dayaktan aklını kaybetmiş…” diyerek ilm-i simyâ’yı adama öğretmek için ısrar ediyor. Fasulyeyi ve dayağı yiyen adam, bu iyi kalbli dervişin ısrarına dayanamıyor, yerden bir taş alıyor, “Allah!” deyip taşı göğsüne vuruyor, kaldırıp atıyor ve oradan uzaklaşıyor.
Dervişler taşı alıyor, bakıyorlar ki taş parlıyor elmas gibi bir şey olmuş. Kendikendilerine: “Biz bu ilmin nihayetini bulduğumuz halde, çay taşını adamın yaptığı gibi elmas yapamadık…” diyorlar. Adama iyilik etmek için ısrarla İlm-i simyâ öğretmek isteyen derviş insaf sahibiymiş, bu hâlden ibret alıyor. Öbürü müderrismiş: “ Gidelim şundan, bunu nasıl yaptığını öğrenelim.” diyor…
Adamın önünü kesiyorlar. Çay taşının nasıl elmas yapılacağını öğrenmek istiyen, “İlle bunu bana öğret…” diye adama yapışıyor. Vicdân ve insaf sahibi olan ise: “Aman efendim, bizi affet…” diye yalvarıyor ve bu derece büyük bir mânevî kudrete sahib olduğu halde o dayağı yemesinin sebebini kendisinden soruyor. Adam diyor ki: “Oğlum, ben ne para isterim, ne de para yapmak isterim. Benim bütün derdim, nefsimi, islâh etmeğe uğraşmak. Uzun zamandan beri nefsimle savaş etmekteyim… Birgün, nefsimi tamamiyle islâh ettiğimi zannettim; “Eh, dedim, gönlümde Allah’tan başka bir şey kalmadı…”
Fakat gönlümü şöyle bir yokladım, baktım ki canım fasulye istiyor. “Yâ demek böyle? Dur ben seni islâh edecek bir adam bulayım da gör!” dedim. Yedi senedir Bağdat, Basra, Yemen dolaşıp duruyorum. Gezdiğim yerlerde, bunun kadar nefsimi islâh edecek zalim bir adam bulamadım… İşte bunun için buraya geldim. Nefsime doyasıya bir fasulye yedirdim. Arkasından da bu fasulyeyi hazmettirecek temiz bir dayak! Bu dayaktan sonra nefsimi yine şöyle bir yokladım, değil bir daha fasulye yemek, fasulye tarlasının dibinden geçmeyi bile istemiyor!..”
İşte insan bu mertebeye gelince, yâni nefsine kat’i surette hükmedince Süleyman olur.
Derler ki Süleyman peygamber kurtlara, kuşlara hükmedermiş. Süleyman, hayvanların değil, insanların peygamberiydi. Öyleyse niye hayvanlarla uğraşıp dursun? Demek ki bu söz rumûzludur… Yâni anlatmak istiyorlar ki Süleyman nefis ve ahlâk hayvanlarını hükmü altına almıştır. Süleyman, içindeki hayvanların dilinden anladığı için onlara hükmediyordu.
Süleyman böyle olduğu gibi, her insan da böyledir. Her insan mecmû-u kâinattır; nefsine hükmetmeyi arzu ederse, edebilir. O zaman tabiattaki hayvanlar da kendisine itaat eder. Cemile Hanımın gönderdiği resimdeki hâl, essahtır doğrudur. Akıl bunu kabul etmez amma, bu, tabiatın fevkine yükselmiş bir aklın ereceği bir âlemdir.
(Bu son sözler, İlâhiyat Fakültesi profesörlerinden muhterem Annemari Şimmel “Prof. Cemile Tarı’nın, Emre’ye göndermek nezaketinde bulunduğu resimli bir kartpostal dolayısıyle söylenmiştir. Karttaki izahata göre, resim, onyedinci asrın ikinci yarısında Moğol resim okuluna mensup bir ressam tarafından yapılmıştır. Bir tablonun kopyası olan bu resimde; Şah Şeref isminde bir derviş, çölde bir ağaç altında inzivâya çekilmiştir. Allah’tan başka her şeyden tecerrüd ettiği anlatılabilmek için, derviş çıplak resmedilmiştir. Karşısında bir aslanla, bir kaplan oturmuş ve ön ayaklarını uzatmış bir vaziyette dervişin yüzüne bakmaktadırlar…)
Emre – Arkadaşlardan biri bundan 20- 25 sene evvel bir müddet ortadan kayboldu… Yedi sekiz ay sonra çıkageldi. Eli yüzü kirli, saçı sakalı uzamış bir hâlde. Kimseyle konuşmaz, sorarsın, cevap vermez. Bir müddet sonra aklı başına geldi. Çalışmaya, işine gücüne gitmeye başladı. Bizden çok eski ve yaşlı bir adamdı. Birgün sordum: (Nereye gitmiştin?) Rahmet olsun, (Hep sordular, söylemedim ama, sana söyleyeyim…) dedi. (Vaktımı hep Toros’larda geçirdim. Fakat bulunduğum yerlerin Toroslar olduğunu sonradan anladım…
Birgün bir istek zuhûr etti, şehiri terkettim. Bir zaman sonra aklım başıma gelmiş, kendimi karlı dağlar arasında bir çeşme başında oturuyor buldum… Karlar erimiş, sular akıyor. Onlardan da birçok tere bitmiş. Onlara bakıp dalarken kendimi yine kaybetmişim.
Bir ara kendime geldim ki, arkamdan, birisi kulağımı kurcalıyor. Kimdir, diye döndüm ki bir geyik; yüzümün, boynumun tuzlarını yalıyor. Onun dilinin temasından çiğridim. Bu hâl tuhafıma gitti. Ben kımıldadıkça yüzüme bakıyor… Kendi kendime düşünüyorum: Yarabbi, ben ölü müyüm, diri miyim?.. Ben böyle düşünürken, baktım beş altı tane geyik de o tereleri yiyerek yayılıyor. Acebâ rüya mı görüyorum diye kendimi elledim; hayır, rüya değil. Ayağa kalktım, yürüdüm; hepsi arkamdan geliyor. Ben durunca, önüme geçip yüzüme bakıyorlar. Hep onlarla uğraşacak değilim ya, gittim bir kayanın üzerine çıktım, oraya yüzün koyu yattım; kendi tatlı âlemime daldım… Ayıktım ki, geyikler gitmiş. Güneş battığı için de kaya soğumuş. İndim bir çayırlık buldum, oraya yattım.
Mevsim sonbaharmış. Bir aralık kulağıma bir oğlak sesi geliyor. Bu keçi sesi nedir aceba? Yan tarafıma döndüm ki bir kabristan. Meğerse bir mezarlıkta yatıyormuşum. Bir keçi yavrusu bir kabire düşmüş. Göçebeler de onu bulamamışlar. Hayvancağız çok zayıflamış; çıkardım; otlamağa başladı. Amma, arkadaşlarını aramak için dolanıp duruyor. “Bunu bir köye bırakayım da canavarlar yemesin…” dedim, belimdeki yün kuşağı çıkardım, oğlağın boynuna bağladım, bir ucunu da koluma. Yine kendimden geçmişim… Ayıktım ki bir kuvvet beni sürüklemeğe çalışıyor. Bakıverdim ki bir kurd; oğlağı yemiş. Hayvancağızın ön ayaklariyle boğazı kalmış. Ay da doğmuş; süt gibi ışık. Ben kımıldayınca, kurd iki ayağını dikti, yüzüme bakıyor. Arada bir içime korku geliyor, “Sıra bize de gelmesin…” diyordum. Nihayet kuşaktan vazgeçtim. Kuşağı kolumdan çözdüm. Kurd kuşağı da alıp bir 200 metre kadar gitti. Orada oğlağı bir parça daha yedi, yine yüzüme bakıyor. Fakat benim soğuktan belim üşümeğe başladı; zaten karnım da aç. Kalbimden; “Keçiyi yedin, bari kuşağı götürme; kuşak yenmez…” diyordum. Nihayet gittim; kuşağı oğlağın boğazından çözmeğe başladım. Kurt gitti, bir taşın dibinden bana bakıyor. Etrafı dinlemeğe başladım, bir ses var mı, diye. Nerdeyse sabah olacak. Bir köpek sesi işittim. “Bu köpeğin bulunduğu yerde mutlaka insan da vardır…” diye, o tarafa doğru yürüdüm. Önüme bir dere geldi, geçemedim; dolandım, dereye indim. Baktım kurt da benimle beraber geliyor; oğlaktan vazgeçmiş. Kurdun peşimde dolaştığını görünce kendi kendime; “Bu köpek olmasın?” dedim, hayvanı kuçu! kuçu! diye çağırdım; o, bu çağırışı anlamadı. Ben durdum mu o da duruyor, iki ayağını dikip yüzüme bakıyordu. O zamana kadar böyle bir hâlin olabileceğine aklım yetmiyordu. “Ne olursa olsun…” deyip hayvanın yanına gittim ki kocaman bir kurt. Arkasını sığadım. Hadi ben gine köpek sesine doğru gitmeğe başladım; kurt da beraber geliyor. Göçebelerin çadırları görününce köpekler koku sezdiler, hücum ettiler. Kurt da ayrılmak istemiyordu amma, köpeklerin belâsından kurtulmak için etrafımı bir kere dolandı, gitti.
Köye vardık, sütlü kahve pişirdiler. Köylerde dilenci zannederlerdi; para mara verirlerdi. Almasam gönülleri kırılırdı; ben de alırdım. Fakat aldıklarımı gönlüme danışarak kimler fakir ise onlara verirdim.
O arkadaş böyle anlatmıştı… Bu gibi şeyler aklî ve ilmî değil, hâlidir. Akıl buralara yanaşamaz. Ne vakit bu cüz akıl, kendinden geçer, Akl-ı Küll’e karışırsa o zaman bu âleme ayak basabilir.
Cemile Hanım hakîkaten ehl-i hâl bir kadındır. İlmi, kendisini “hâl”e götürmüştür. Bazı âlimlerin, ilmi, kendi yollarını kesmiştir. İlim Allah’a teslim edildiyse ne güzel edilmediyse, başa belâ.
Gerçek âlimler ilimde rûsuh bulmuşlardır. Yâni onlar eski ilimleriyle tatmin olunmazlar. Lezzetin lezzet olduğunu bilirler, fakat bu lezzeti dimağlarında bulmadıkları için, onu ağızlarına, kalblerine almaya çalışırlar. İnsan işte bu hâlden sonra kurtulur.