18.9.1956 da yapılan bir konuşmadan zaptedilebilen notlar:

Hortlaktan bahsedilmişti. Antep’te hortlağa “kancalos” derlermiş ve bir yerde ölüleri kancalos olmasın diye beklerlermiş. Bunun üzerine Emre şunları söyledi:

Emre – Bazı insanlar “öldü” zannedilerek gömülüyor. Bu zavallılar bir müddet sonra kendilerine geliyor, eğer üstlerine atılan toprağın altından kalkabilirlerse, mezardan çıkıyorlar; fakat bu sefer de biçareleri, hortladı diye öldürürler. Bazı mezarlar sonradan açıldığı zaman, ölülerin kendilerine geldikten sonra, oradan kurtulmak için çabaladıkları; hareketlerinden anlaşılıyor. Fakat çokları, kendilerini bu halde bulunca ve çıkamayınca çıldırıyorlar; havasızlıktan da tekrar ölüyorlar.

Ölünün nesinden korkmalı… Ne canı var, ne birşey… İhtimâl, büyük adamlar: “Ölüden kaçın!” demişlerdir amma, diri ölüden; diri ahlâk ölüsünden.

Ölü zamanla kokar. Ahlâk ölüsünün kokusu da etrafına yaptığı fenalıklar ve söylediği sözlerdir.

Ölüleri, kokmasın diye derin çukurlara gömerler. Ölçü olmadığı, ölçü bilinmediği devirlerde bu çukurların derinliğini, mezarı kazanın beline kadar diyerek ölçüye vurmuşlardır. Bu ölçü erkekler içindir. Kadınlar umumiyetle daha yağlı oldukları için, onların mezarını, mezarı kazanın meme hizasına kadar diye tarif etmişlerdir. Maksat, fena kokunun ve mikropların dağılıp yayılmamasıdır.

Eee… Ahlâk ölüsünü nereye gömmeli? O daima gezer ve hastalığını aşılar. Fenâ ve sârî hastalıklara yakalanan bazı kimseler, hastalıklarını başkalarına aşılamak hastalığına da müptelâdırlar; bundan zevk duyarlar… Buna çare bulmak kolay değildir. Onun için, insanlar, konuşacakları kimseleri iyi seçmelidirler. Bir tosunu kesseler, karnını yarsalar, içine kokmuş etten bir topak koysalar, o küçücük parça, iki saat sonra bütün tosunu kokutur. Kötü ahlâk da böyledir. Öyleyse “Diri ahlâklı”yı bulup da onunla ülfet etmeli.

– Kötülüğün sirâyet kabiliyyeti iyilikten daha fazla.

Emre – Fazla ki; Neye benzer: siz doktorsunuz, daha iyi bilirsiniz ki vücuda giren tek bir hastalık mikrobu bütün vücudu istilâ ediyor. Hiç görülmüş mü ki, bir sıhhat mikrobu vücuda girsin de her tarafı istilâ etsin, hastalık mikroplarını öldürsün? Böyle bir şey yoktur… Kötülük bu kadar sârîdir.

Ahlâk bozukluğu kuduzluğa benziyor… Kuduz mutlaka etrafındakileri ısıracak. Kuduz, etrafındakileri ısırdı, onları da kuduz etti diye kendisi kuduzluktan kurtulacak mı? Yok; evvelâ kendisi ölecek. Onun için ille ahlâk, ille ahlâk.

İki kardeş bile, icabında birbirlerine zıd olabiliyorlar; iki, Allah dertlisinin birbirine zıd olduğunu gördün mü? O ister ki öbürü ihyâ olsun; öbürü de ister ki o ihyâ olsun… Onların birbirlerini sevmeleri ebedî hayat demektir.

– İç içe, karşılıklı aynalar gibi.

Emre – Karşılıklı, iç içe aynalar gibi, evet.

Şeytân diye de ayrı bir varlık yok… Şeytân, bir insanı fenalığa ve felâkete sürükleyecek kötü ahlâktır. Herkesin Şeytânı da Rahmânı da kendinden kendine.

Birşey anlatmışlardı: Vaktiyle adamın biri boyuna: “Allah!” diye bağırırmış. Fakat yanlış yerden aradığı için ne kulağı duyuyor, ne de gözü görüyor. Lâkin birgün “Şeytân!” diye bağırınca karşısına bir ihtiyar geliyor, Selâmünaleyküm! Aleykümselâm!

– Beni niye çağırdın?

– Yanlışın var; ben seni çağırmadım.

– Şeytân! Diye çağırdın ya… İşte geldim. Ne istiyorsun söyle.

– Git yâhu, sen benimle alay mı ediyorsun? Sen zavallı bir ihtiyarsın.

– Gözün görmediği için sen beni zavallı zannediyorsun. Hâlbuki bende ne kuvvetler var… Gel buraya.

Şeytânla beraber gidiyorlar. Şeytân adama:

– Şu bakkaldan bir parmak pekmez al! diyor.

– Ne çıkar bundan?

– Sen görürsün şimdi neler çıkacağını…

– Hadi bakalım aldık.

Adam, bakkalın pekmezinden bir parmak alıyor. Biraz ilerde yan yana iki dükkân varmış; biri berber, biri de kasap dükkânı. Aralarındaki duvarda bir kafes asılı imiş. Kafeste de bir keklik varmış. Şeytan, adama:

– Pekmezi şu kafesin yakınına, duvara sür.

– Ne çıkar bundan?

– Bak sen ne kanlar çıkar bu pekmezden…

Adam pekmezi kafesin yakınına sürüyor. Şeytân ona:

– Benimle beraber gel, şöyle bir kenara çekilelim ki sana bir zarar gelmesin. Şimdi pekmeze bak.

Başlıyor pekmeze sinekler konmağa. Sineklerin konduğunu görünce keklik de onları tutmağa çalışıyor. Birkaç sinek tuttuktan sonra kafası kafesin dar aralığından dışarda kalıyor, çekemiyor. O sırada kasabın kedisi, fırsattan istifâde, kekliğin kafasını koparıyor. Bunu gören berberin çırağı bir satırda kedinin kafasını koparıyor. Kedi de kasap çırağınınmış. Kedisinin öldürüldüğünü görünce satırı kaptığı gibi berber çırağının kafasını ikiye bölüyor… Berber bunu görünce, yakaladığı bir sopayla kasap çırağının kafasını patlatıyor. Kasap da berberin üzerine yürüyor, onu öldürüyor. Derken, her iki tarafın akrabaları tanıdıkları da kavgaya karışıyorlar; kırk elli kafa kopuyor. O zaman Şeytân adama dönüyor:

– Gördün yâ, diyor, ben insanım ama, ahlâkımda Şeytân mevcut. Bir daha beni çağırma!..

Herşey insanda mevcut. Bu kudret, ufacık bir damla pekmezden tonlarla kan döker. Bir de bakarsın, birkaç sözle nice bizim gibi ölüleri diriltir. Ama, dirilmek kabiliyyeti, yâni onun sözünü duymak ve dinlemek lâzım… Dinlemezsek, Şeytâna doğru gidiyoruz demektir.

Dalâlete sevk eden kuvvetle, hidâyete götüren kuvvet aynidir. “Euzû billâhimineşşeytânirracim” derken Şeytân’ın ismi Allah’ın isminin yanında söyleniyor. İnsanoğlu ayıkırsa, Rahmân sıfatının da kendisinde olduğunu anlar.