01 Aralık 1952 | Sayı: 61

15 Aralık 1952 | Sayı: 62
17 Kasım 1952 | Sayı: 60

Emre – İnsanların aklı kaypaktır; mutasavvıfların aklı kaymaz; çünkü korkuları yok. Onlar korku denen şeyin boş olduğunu anlamışlardır. Kur’ân’da onlar için (…lâ havfün aleyhim ve lâ hüm yahzenûn) deniliyor. Mânâsı: (Onlar ne korkarlar, ne de hüzün duyarlar). Mansur’u asarlarken bile o hâlâ (Enel Hak) diyordu. Korksa, der miydi? Neden korkmuyordu? Çünkü Mansur biliyordu ki bu maddî vücudumuz, içimizdeki hakiki varlığın gölgesidir. İçimizdeki varlık ise Allah’tan ayrı değildir.

Mutasavvıflar (Yevme lâ yenfau malün ve lâ benûn) âyetindeki “gün”ün, bugünkü gün olduğunu bilirler. O “gün”, gaflet uykusundan uyandığımız veya uyanacağımız gündür. Âhret dediğimiz şey, herhangi bir şeyin sonu, âhiridir. Anlamadığımız şeyin âhreti: anlamaktır. Âyetin sonu, (illâ men etallahe bi kalbin selîm)dir. Malın ve evlâdın fayda etmeyeceği günde ancak “kalb-i selîm” ile gelenler kurtulur, deniliyor. Kalb, anlamadan, mutmain olmadan “selîm” olamaz. Kalbin selîm olması için o insanın kendini bilmesi, tanıması ve dolayısıyla aczini anlaması lâzımdır. Kürede ve kâinatta ne varsa, onlar bizim vücudumuzda da var. Bunları biliyor muyuz, görüyor muyuz? Kandaki mikroplar mâdem ki canlıdırlar, o halde bunların da kendilerine göre gözleri, kulakları, hatta ârzûları vardır. Ancak mikroskopla görebildiğimiz mikropların, mikroskopla bile görülemeyen canlı gıdaları vardır. Onların da kendilerine göre gözleri, kulakları ve ârzûları vardır. Biz bunların hangisinin gözünden görüp kulağından işitebiliyoruz? Bunları anladıkça aczimizi kabul ederiz…

Kâinattaki her şey bizde amma, biz aradan çıktıktan sonra, yani aczimizi kabul edip o (Büyük Kudret)e teslim olduktan sonra, onları görüp anlayabiliriz. Kur’ân’da (merecelbahreyni yeltekıyân) dediği budur. Aklı cüz’ün aklı küll’e karışmasıdır.

İlim adamları bize çok yakındır, bilhassa doktorlar. Çünkü onlar insan vücudunu tetkik ediyorlar. Fakat onların da göremediği şeyler vardır. Meselâ insan vücudunda nice bin güneşler var… Gökdeki bu güneş, içimizdeki güneşlerin aksi, gölgesi kadar ehemmiyetsizdir. Akıl bu söze inanır mı? İçimizde, gerçekten, bu kâinattaki her şey vardır. Bütün sanatlar insandan doğmuyor mu? Demek o sanatlar, insanın içinde mevcutmuş. Hâlbuki dışarıya çıkabilen şeyler, içerdekinin bir zerresidir. “Cüz” dışarı çıkıyor “Küll” içerde kalıyor. Böyle olduğu halde biz kendimizi tanımıyor ve kıymetimizi bilmiyoruz. Lâkin az kaldı, insanların çoğu kendilerini idrâk edecekler; dünya uzun müddet rahat yaşayacak. Allah, her bildiğini bize bildirse bunun bize zararı olur. Ben 20 sene evvel bu âleme gelseydim deli olurdum.

Bütün insanlar bir noktaya doğru, bir din birleşmesine doğru gidiyorlar. Varılacak nokta (Muhammed sevgisi)dir. (Muhammed’i sevmeyen mahrumdur) derler. Yani onu sevmeyen, onun hâlinden istifade edemez. Hakiki lezzet, isimden, cisimden vazgeçtikten sonra alınabilir. O (Büyük Kudret)in ne ismi vardır, ne de cismi. Kimi Ali der, kimi Abdülkadîr, kimi Rufaî, kimi Mevlâna der. Hâlbuki (İsimsiz Cevher)i bulmak lâzımdır. Sabahtan akşama kadar “elma” desek, elmanın tadını alabilir miyiz? “Elma, elma” demeden, elmayı soyup yesek daha iyi olmaz mı? Çünkü lezzeti ancak bu suretle alabiliriz. İsimde lezzet yoktur. İslâmiyet’in dışı inkâr edilemez. Meselâ (Kâbe)ye, Allah’ın evi diyoruz; hâlbuki orayı İbrahim yaptı, Allah’ın yaptığı ev ise insan vücududur. Allah taşta, toprakta değil, bir (İnsan)ın gönlündedir.

Prof. – (Vahdet-i Vücûd) nazariyesini aklen kabul etsek bile, (şuhud-u aynî)ye varamayız. Allah’ı görüş ancak bînnazarîyedir.

Emre – Zaten (Ben gördüm) diyen görmemiştir. Allah kendi kendini görür. O âlemden bu âleme gelirken, o görüş orada kalır. Âlemi farka gelirken aklında o hâlin lezzeti kalır. Âlemi farka gelmesinin sebebi, bizi oraya götürmektir. O doyulmaz ve anlatılmaz zevki, sırf bize hizmet etmek için bırakır. Birçokları o âlemin zevkini bırakamamışlar, meczûb bir halde veya bir tarafa çekilerek yaşamışlar daha doğrusu, o âleme göçecekleri zamanı beklemişlerdir. Fakat bu hâl, nâkıstır. Her iki âlemi de idare edebilmeliyiz ki insanlara gerek maddî, gerek manevî faydamız dokunsun. Deryâ-yı Ahâdiyyet’de “Tecellî” nûruna gark olan insan, bizimle konuşmak, bizi alıp o âleme götürmek için âlemi fark’a gelir. Bizimle konuşurken, söylediği sözü kendi kulağı duyuyorsa, o söze kendisinin aklı karışıktır. Binaenaleyh, o aklî söz, âleme ait değildir. Çünkü akıl (Sidre)ye kadar gider. Söyleyeceği söz de ancak oraya ait olacaktır. Eğer söylediği sözü kendi kulağı duymuyorsa, o sözler Allah’ın kelâmıdır. Hz. Muhammed, ağzından çıkan âyetleri bilmiyor ve işitmiyordu. Sonra, o âyetleri tekrar ettikleri zaman onlardan kendisi de istifade ediyordu. Bâyezid’in ve Mansur’un sözleri de böyledir. Demek ki o sözler kendilerinin değil, doğrudan doğruya Allah’ın zâtına aittir. Söyleyenin ağzı, dili ve aklı vardır amma, bunları (Aklı Küll)e teslim etmiştir. (Aklı Cüz) (Aklı Küll)e düşünce (Aklı Küll) söylemeğe başlar. Ben ne şiir bilirdim, ne de şiire miire heves ettim. Orada yok olunca başladı “O” söylemeğe. Ben bu “hâl”in hâkimi değil mahkûmuyum. Yunus da aynı şeyi söylüyor:

Yunus değil bunu diyen,
(Kudret) dilidir söyliyen;
Kâfir olur inanmayan,
Evvel, Âhir heman benim.

diyor. Hakikaten de bunu söyleyen, Yunus değildir. Aklı başındayken, Yunus böyle bir şey söyleyebilir mi?

Din, Allah’a giden bir yol olduğuna göre, hepsinin gayesi birdir. Onun için mutasavvıflar hiçbir dini hor görmezler. Fakat Muhammed dini bütün dinlerin üstündedir, en mütekâmilidir. Yani hakiki bir Müslüman’ın Hıristiyan olması irticadır, bir geri dönüştür. Geriye dönen, Muhammed dinini anlamamış ve onun tadını alamamış demektir. Selâmet, İslâmiyet’tedir; zaten “İslâm” kelimesi selâmetten gelmektedir. Hıristiyanlıkta “aşk” yoktur. Aşk, İbrahim’de tecellî etmiş, fakat onda batmış, sonra Hz. Muhammed’den yine zuhûr etmiştir. Asıl din, bu aşk dini, yani Muhammed dinidir. Allah’a giden yol mutlaka Muhammed dininden geçer. Fakat Kur’ân’ın tasavvufî ve manevî kısımlarını anlayıp “aşk”la gidebilmeli. Kur’ân her şeyi câmidir amma hulâsa ve öz olarak. Tasavvuf da oraya dayanır. Bize hakikati anlatmayan din, din değildir. Hakiki din, “akl-ı selîm”in kabul ettiği dindir. “Mutmaine” kapısını bulup ilâhî bir zevke ulaşmalıyız ki aklımız rahat etsin yani “selîm” olsun. Eğer hakiki mânâsına nüfuz edebilirsek, Muhammed dini işte böyle bir dindir. Muhammed 1368 sene geride değil, hem kalbimizde, hem de rehberimiz olarak önümüzdedir. O, o kadar büyüktür ki her şeyi muhîttir. Biz kalbimizi O’na bağlayınca, gözümüzden O görür, sözümüzü O söyler, dinliyen de O’dur. “Âdem” hâli, büyüye büyüye “Muhammed” olmuştur. Muhammed bedenen kayboldu amma, hâli gittikçe büyüyor. Bir şişedeki esansı o şişeyi kırıp boşaltırsak, koku her tarafı almaz mı? Hz. Muhammed’in hâli de ölümünden sonra, böylece muhîtleşmiştir. Mısrî Niyâzî; “Her kabirde bin Muhammed, her birisi yüzbiner. Boş olup gitti önünce (Zalike yevmünnüşûr)” diyor. Anlamayanlar, “Muhammed bin tane olur mu? diye itiraz ediyorlar. Niyâzî’nin “kabir” dediği bu vücuttur. Biz bu vücut kabrinden ancak dirildikten sonra çıkabiliriz. Kalbimizdeki Muhammed’i diriltmezsek, o, önümüze düşer yol gösterir mi? “Yevmünnüşür” dedikleri gün de işte bugünkü günmüş. Niyâzî; “Muhammed, kendisine âşık olanların gönlündedir” demek istiyor, amma bu lezzeti, tatmayan bilemez. Hz. Muhammed bunun için (Men lem yezuk lem ya’rif) diyor.