Geçen sayıdaki konuşmanın devamı:
S. – Çiğ köfte haram mıdır?
Emre – Çiğ et haram diye, Alevîler çiğ köfte yemezler. Dedikodu etmek de bir çiğ et değil mi? O da haram. Lâkin duyduğumuz, dinlediğimiz sözü aklımızda adamakıllı döğer, çalkalar, tasfiye edersek mikrobu kalır mı? Çiğ eti de tokmakla adamakıllı döğüyorlar; mikroplar ölüyor.
Türklerde, Alevî’ler daha çok. Fakat bütün dünyada belki on tane Alevî yok. Alevî demek, sadece Alî’nin ismine mensup olmak demek değil ki… Alî’nin ahlâkı ile ahlâklanan kimse Alevîdir. Benlik damlası, Alî’nin deryâsında yok olmadan, bir insan Alevî olabilir mi? Bir insan, binbaşı elbisesi giyse, binbaşı olabilir mi?
At yarışı deyince, aklımıza bir tane at mı gelir? Hayır, birçok at olur yarışta. Alevî olmak için de bir şart kâfi değil; yâni insanın, sadece isminin Alevî olması yetmez. Alî yalan söylemezdi; Alevî de öyle olacak. Alî cesurdu, Alevî de öyle olacak. Alî Allah’ta fânîydi; Alevî de öyle olacak. Alî: (Ben görmediğim Rabba ibâdet etmem!) dedi; Alevîyim diyen kimse de böyle söyleyebiliyorsa Alevîdir. Doğru mu, değil mi?
S. – Doğru.
Emre – O halde, Alevîyiz derken, bu söz yalan olmuyor mu?
S. – Yerden göğe kadar haklısınız. Vallahi aklımın yarısı gitti.
Emre – Öbür yarısı da gider. (Küllü şey’in yerciu ilâ aslihi.) İnsanın aklı, dağılmadan çoğalmaz.
Alevîlerin muhtelif itikadları var: Kimi ay’da, kimi güneşte; kimi nûranî, kimi de zulmani der. Bu sözleri söyleyen Hasîbi, rıyâzâtla çalışmış ve Rabbini hem ay’da, hem güneşte, hem nûrda, hem de zulmette görmüş ve bu gördüklerini de ağzından kaçırmıştır. İşitenler de, kendilerine ve akıllarına lâzım olan şeylere yapışmışlar: Fil yoklayan körler gibi. Herkesin itikadı doğru ama tam değil nâkıs. Her din haktır. Yeter ki orada durmayalım, aklımızın tefekkür adımlariyle yürüyelim.
Bazı insanlar uzun müddet yemezler, içmezler, gözlerinin içine dünya eşkalini koymazlar; vaktiyle doldurduklarını da çıkarırlar. Bir yere kalben ve fikren bağlanır, onu seyrederlerken, bazılarının gözünden bir ay, bazılarının gözünden de bir güneş doğar ki, bu güneş, bu ay onun yanında hiç kalır. O güneşte, o ay’da sevdiklerini (Dost)larını görenler, Hakîkati böyle tarif etmişler; bilmeyenler de o güneşi bu gökteki güneş zannetmişlerdir.
S. – Amma, Cenâb-ı Hakk’ın ay’a, güneşe yemin ettiği, Kur’ân’da sarihtir.
Emre – Yemin, işte o güneş’e, o ay’adır.
S. – Doğru. İbrahim de öyle diyor ya: (Mâdemki bu güneş, bu ay batıyor, o halde bunlar Allah olamaz!) diyor. Çok doğru.
Emre – Akarcalı Hâfız, Develioğlu’nu her vakit evine götürürdü. Gençtik amma, anası benden kaçmazdı. Fakat Develioğlu’nu görünce kızışırdı. Ama o hiç aldırış etmezdi…
Hâfızların evleri büyüktü, tavanları yüksekti. Kışın odalar soğuk olurdu. Kadıncağız tabiat sahibiydi: Kömürün küllerini ayrı, fınduk gibi olanlarını ayrı, iri olanlarını da ayrı koyardı. Kadıncağız, biz evlerine gelmeyelim diye mangala ateşi az koyardı. Kaç- göç olduğu ve konuşulanlardan da zevk almadığı için yatıp uyurdu. O uyuyunca, Hüseyin efendiyle ben gider, mangalı tepeleme doldurur, yakar getirirdik.
Bir devir geldi ki kadını ilâhî bir ateş sardı. Dışarı çıkarım ki kapıdan dinliyor. Bir gün içeriye de girdi. Derken, hayran hayran, Develioğlu’nun yüzüne bakmaya, sözlerini dinlemeye başladı…
Rahmetlik Develioğlu, dene helvasını severdi; Behice hatun da bu helvayı iyi pişirirdi. Artık Develioğlu her geldiğinde, (Behice hatun! Hadi bir helva pişir de yiyelim!) derdi.
Bir gün işittim ki Develioğlu Tarsus’tan gelmiş, sabahlayın doğru Akarcalılara gittim. Baktım, Develioğlu, önünde mangal, bir noktaya bakıyor, âlem-i fark’ta değil. Ortada biraz hamur var açılmış; kömürler var, sönmüş. Ben Behice Hatun’a : (Ne var teyze?) dedim. Baktım, Develioğlu’nun yüzü sapsarı. Kadının benzi de sarı… Ben sorunca cesarete geldi, gördüğü harikûlade hali anlattı. Benim (Hah, gördün mü? ) diye koltuğum kabardı.
Artık hergün onlara gidiyoruz. Kadın of! of! diye yanıyor. Birgün burnuma yanmış bir kıl ve et kokusu geldi. Kadıncağızın ciğeri yanıyordu. Bir de kızı vardı yedi – sekiz yaşlarında… Küçük çocuk bakma derdi de yok. Zaten yiyip, içmiyordu da.
Birgün gittim ki oturmuş. (Gel sana bir şey danışacağım…) dedi. (Gece çalışıyordum, bir de baktım, odanın kapısına tepsi gibi bir güneş doğdu. Ben o güneşle meşgul olurken, tak! tak! diye kapı çalındı. Hâfız gelmiş meğerse. Çıkıp kapıyı açacağım; fakat ben nereye doğru gitmek istesem, güneş oraya gidip önümü kesiyor. Velhâsıl odadan çıkıp da Hâfız’a kapıyı açamadım.) Nihayet Hâfız duvardan tırmanmış da içeri girebilmiş. Hâfız gelince güneş kaybolmuş.
Sonra yatağa yatınca yine doğmuş. (İşte bunu danışacaktım. Ama acaba sana danışmayıp da Develioğlu’na mı danışsaydım? İyi mi ettim, kötü mü ettim artık bilmiyorum…) dedi. Ben de : (Teyze, o güneşten korkma. Onu doğdur, seyret…) dedim.
Emre – Çiçekler kokulariyle, hayvanlar türlü faydalariyle, beşer de ahlâkıyle ve aklıyle “insan”a doğru koşarlar.
Fakat “takvâ” yâni nefsi fena şeylerden korumak başka şeydir. Allah’ın yasak ettiği şeyleri yaparak Allah’a gitmek mümkün değildir. Bu yol, Allah’ın ahlâkıyle ahlâklanma yolu değil mi? Allah kafayı çeker mi? Allah yalan söyler mi? Fena fiilleri yapar mı?
Ahlâk yolunda ilerlerken, zaman gelir ki ibâdet dediğimiz şey, sırf sevgi olur… Amma bu sevginin içinde ufak bir menfaat veya şehvet oldu mu, o sevgi, melânet sevgisidir.
***
Emre – “Muhammed dini âşikâre!” derler. Her yaptığımızı âşikâr yapacak olsak, ahlâkımızda hiçbir fenalık kalmaz… Çünkü fenalığı âşikâr olarak yapamayız. Asıl iş, ahlâk âşikâreliğinde.
***
Emre – Duâ, âcîz mahsulüdür. Duâ ile iş bitmez. İrâdemizi kullanmamız lâzımdır. Allah’a “Fena ahlâkımı al!” dersen almaz. O fena ahlâkı biz kendimiz atacağız.
S. – Tarîkat nedir?
Emre – Neyi seviyor, neye aldanıyorsan tarîkatin o.
***
Emre – Müşkülümüz, içimizdeki (Anlayan)la dışımızı bir ettikten sonra hâllolur.
***
Emre – Akıl, zanneder ki medeniyeti kendisi yaptı; hâlbuki (Yapan) başkadır. Amma, aklî gurur ve benlik de lâzımdır. Bu gurur, bu benlik, medeniyetin nâzımıdır.
Medeniyet kasırgaya benzer. Kasırga nasıl, bir yerde durmazsa, medeniyet kasırgası da öylece dolanır durur… Şimdi medeniyet ve ilim sırası bize gelmiştir.
İhtiyarın ömrü az, küçüğünkü çoktur. Avrupa’nın medeniyet ömrü bitiyor, bizimki başlıyor.
Bu kasırgayı ve kâinatı idâre edeni görmesi zor. Şeye benzer: Türkiye Cumhurreisi kim? Celâl Bayar. Celâl Bayar’ı herkes, her vakit görebiliyor mu? Manevîyyet de aynen böyledir. Manevîyyeti idare edeni de herkes göremez. Onun için millet ve din tefrîki yoktur. Çünkü hepsi kendisinindir. İstediği yeri ihyâ, istediği yeri harâb eder… Ama ne yaparsa, hep kul eliyle yapar; “Termihim bihicâretin min siccil.”) Bu hâl, durmadan oluyor. Söylenen sözün hâli gitmemiştir. Hâl gitse, söz de gidecek. Mâdem söz mevcut, hâl de mevcut. İlk araba kağnı idi. O gitti. Şimdi ondan bahsediyor muyuz? Kağnı gitti amma, “Siccil” duruyor. Onun için ondan bahsediyoruz. “Kün feyekün!” diyorlar. “Kün” ne demek?
– “Ol!” demek.
Emre – Feyekûn ne demek?
– “Oluyor!” demek.
Emre – Hâ, bak ne güzel mânâsı! İşte Kur’ân’daki o siciller de durmadan
olup duruyor.
Hâlbuki künfeyekün olmayı “harâb olmak” mânâsında kullanırlar. Hocalar da böyle kullanırlardı.
Emre – Kur’ân olmayan, Kur’ân’ı anlayamaz.
***
Emre, evlerinin karşısındaki meyhanede güzel bir türkü çalınması üzerine şunları söyledi:
Emre – Çocukluğumdan beri yanık ilâhîleri, ateşli türküleri duydum mu vücudum câzibeye tutulmuş gibi titrer, yanardım. Çocukken, evimiz Tepebağ’daydı. Arabacıların türkülerini dinlemek için geceyarısından sonra uyanırdım. Annem, tekrar uyuyayım diye başımı kaşırdı. Başım kaşınırken hış! hış! diye çıkan sesden arabacıların türkülerini dinleyemezdim… Anamın gönlünü kırmak istemezdim: (Ana, yeter, yeter) derdim; maksadım, arabacıları dinlemek.
S. – “Allah dünyayı altı günde yarattı!” demişler de, Ferîd-üddîn-i Attâr “Her şey bi-zâtihi mevcûttur!” demiş.
Emre – Bir insan ana rahmine düştükten sonra altı günde vücud bulur. Yoksa bu dünyanın evvelinin evveli yok, âhirinin âhiri…