İç Kaynak Dergisi – Sayı: 15

İç Kaynak Dergisi – Sayı: 16
İç Kaynak Dergisi – Sayı: 14

İÇ KAYNAK DERGİSİ | Sayı: 15

EMRE’nin Konuşmaları: 15

(10.11.1956’da yapılmış bir konuşmadan notlar):

S. – Benlik nedir?

Emre – Benlik şeye benzer: Bir meyva ağacının, yaprağından evvel çiçeği çıkar. Çiçek hafif bir koku neşreder. Ağzımıza alsak ne ekşilik vardır, ne de tatlılık. Fakat zehiri de, panzehiri de içindedir, gizlidir. Zehir olan şey, asiddir, yâni ekşilik. Meyvayı hamken, ekşiyken çok yersek bizi zehirler, hasta eder, öldürür. Meyva tekâmül edinceye kadar asidi bâkidir. Bu zaman zarfında ağaç da meyvasını bize vermek istemez. Koparacak olsak, zor kopar. Bu da bir lûtf-u ilâhidir. Meyvayı elle; eline hemen düşüyorsa, olmuştur. Ağacın, meyvasını olmadan bize vermek istemeyişi, ham meyvanın bize zararlı oluşundandır.

Çocukların benliği, ağacın çiçek açmış hâline benzer. Meyvanın ekşi hali, çocukluk çağını geçmiş insanların benliğine, hamlığına benzer. Olgunluksa, gerek meyva için, gerek insan için ne tatlıdır…

Bâzı insanlar, olmadan gelir, olmadan gider. Daima benim! derler, daima çocukturlar.

Bu benliğin altında bir olgunluk, bir hakikat olduğunu anlayan insanlar, o olgunluğa doğru yürüyorlar demektir.

Ne var şu benlikte, bir kerre düşünelim. Ben! derken elimizde ne gibi bir kudret var? Bir an sonra başımıza ne gelecek, bilmiyoruz. Daima nefsimize mahkûmuz. Öyleyse, benim! demekteki iddiâ neye yaradı?

Ama insan, benlik iddiâsından vazgeçip de, nasıl olacak? diye derdine çare aramaya başladı mı, kendi benliğinden kurtulup daha büyük bir benliğe, Allahın benliğine, ebedî benliğe katılıyor demektir. Bu benlik, azapsız, rahat, ölümsüz, bir benliktir. Günsüz, saatsiz bir varlık.

Aklın bu ölümsüzlüğe aklı ermez, ölüm yok da, annem, babam dedelerim nereye gitti? Mâdem onlar öldü, bende öleceğim, der. Bu vücut, içimizdeki varlığın elbisesidir. Elbise eskiyince atılacaktır.

Biz, kendimizden vazgeçip kendimizi Allah’a teslim etmedikçe biz değiliz. Böyle olmadıkça da, bu vücutla mukayyed olmaktan kurtulamayız. Kendimizi nefsimizin ârzularında değil de, Allah’ın varlığında yok edersek, bizim zannettiğimiz benliğin Allah’a ait olduğunu anlarız.

Kur’ân’da (Uktûlû enfüseküm!) emri var. Belki anlamazlar diye bu sefer de (mûtû kable en temûtû) demiş.

(Emettenesneteyn, ahyeytenesneteyn = Bizi iki sefer öldürdün, iki sefer dirilttin.) diyor. Bir başka zaman (El-mû’minûn lâyemûtûn = mü’minler ölmez!) demiş. Akıl, tekâmül etmedikçe bu sözleri anlayamaz.

Bizim yokluğumuz mutlaka lâzım. Zâten, istesek de, istemesek de bir yokluğa doğru hiç durmadan gidiyoruz. Hz. Ali: (Ey insanoğlu! Sen kendini küçük bir cisim zannediyorsun; halbuki bu büyük âlem, dürülü bükülü bir hâlde senin içindedir.) diyor. İşte bu içimizde dürülü bükülü olarak mevcud olan her şeyi atıp, yalnız Allah’ı bırakmalı. Çünkü Hz.Ali bu sözü hepimize söylemiş. Bu sözler hepimizin mânevî gıdasıdır. Kur’ân’daki (Ve nefahtü fîhi min ruhî = İnsana ruhumdan nefhettim, üfürdüm!) âyeti de bunu anlatıyor, işte şimdi de mânevî rızk olarak üfürüyor. Bir kısmımızdan da dinliyor. Tabii, eğer dinliyorsak. Ölü koku alır mı? Çünkü Kur’ân hepimize birden (ölü) diyor. Hakikatin kokusunu almayı arzu eden herkes dirilmeye başladı demektir. Bu âlem, içinde her şey mevcut olan bir pazardır. Şuna şu lâzım, buna bu lâzım, bize de Sevgilimiz. Bu bedenin içinde yaşarken her şeyi öldürürsek, öbür âleme Allah’la beraber gideriz, yoksa, arzularımızın dalları budakları bizi burada bırakır. Bu dünyadan sonra bir başka hayatımız daha olmasaydı, bu kadar peygamberler emek çekerler miydi? Hayatları pahasına bize anlatacakları bir şey olmasa, evliyalar kendilerini astırır, derilerini yüzdürürler miydi?

Bu dolabın nasıl döndüğünü görebilmek için, dolaptan inip geriden seyretmek lâzım. Yoksa, bu meseleyi her akıl kendine göre anlar.

S. – İşitiyoruz ki birçok şeyhler, kendilerinden mânevî yardım istemek üzere gelenlerden para sızdırıyorlarmış. Allah yoluna giden ve delîl olduğunu iddiâ eden bir kimseye bu yakışır mı?

Emre – Mevlânâ, böylelerine Şeytan, yezit, merkep sıfatlarını veriyor. Kur’ân: (Sizden ücret, hatta teşekkür bile istemeyenlere tâbi olunuz.) diyor.

Ne yapacaksın. Bu yolun da böyle tuzakları var. İnsanın kafası münevver olur da işlerse bu tuzaklara düşmekten kurtulur.

Vaktiyle dervişin biri seyahat edermiş. Seneler süren bu seyahatta dilenerek karnını doyuruyormuş. Bir gün hiçbir şey vermiyorlar. Karnı da acıkmış. Gidiyor, ırmak kenarından bir parça kum alıyor. Bunları küçük kâğıtlara paket yapıyor, başlıyor Pire otu! Pire otu! diye satmaya. Alanlar da oluyor. Soruyorlar:

—Kaç para?

—İki mangır.

—Peki, ver bir paket.

Adam kazandığı paralarla karnını doyuruyor. En son elinde bir paket kalmış. Birisi geliyor onu almaya, soruyor:

—Nedir bu?

—Pire otu.

Müşteri paketi açıyor, bakıyor ki kum taneleri. Soruyor:

—Nasıl kullanılacak bunlar?

—Pireyi yakalayacaksın.

—E?

—Pirenin gözü bir tanedir; bu kum tanelerinden birini gözüne koyacaksın;
gözü kör olur seni göremez.

—Be adam, ben pireyi yakaladıktan sonra, onu öldürürüm; bu ne sahtekârlık?

Derviş:

—Sen ârifmişsin; bu ilâç sana göre değil, diyor.

Vücudu sağlam olduğu hâlde el açanlar hırsızdır. Vücuttan düşenler için olabilir ama, yine de sahtekârlıkla olmaz.
Tekkelerin, zâviyelerin kapanması işte bunun içindir ve Allah’tandır. Bu sahtekârlar arasında iyiler de vardı ama, böyle lâzımdı.

Adana’ya vaktiyle, (Dördüncü Ordu)dan, her taraftan çalışmak için insanlar gelirdi. Yazın çalışırlar, sonbaharda sılaya giderlerdi. Gücü yetenler tek başına bir merkep alır; gücü yetmiyenler de, üçü dördü birleşerek bir merkep alırlardı. İşte böyle, iki kişi bir merkep alıyorlar, yola çıkıyorlar. Kâh biniyorlar merkebe, kâh acıyıp yaya yürüyorlar. Merkep dişiymiş; memleketlerine varınca, merkep doğuruyor. Şimdi nasıl taksim etsinler? Birisi diyor ki: (Merkebin fiyatı ne ediyorsa, yarıdan fazlasını sana vereyim; sıpayı da al, merkebi bana bırak.) Öteki de razı oluyor. Biri merkebi alıyor, biri de sıpa ile parayı; ayrılıyorlar, her biri bir tarafa gidiyor.

Az bir zaman sonra merkep hastalanıp ölüyor.

Adamcağız çok müteessir oluyor. (Bâri şu yolun kenarına bir çukur eşeyim de gömeyim.) diyor. Merkebi gömüyor, başlıyor ağlamağa. O sırada yoldan bir atlı geçiyormuş, soruyor.

—Niye ağlıyorsun?

Adamın aklına hemen bir sahtekârlık geliyor:

—Burada bir ziyâret varmış: dün gece rüyâmda gördüm. Şimdi bu evliya ayak altında kalmasın diye yerini düzeltiyorum. Atlı, buna, merkebi satın aldıkları paraya yakın bir para veriyor. Adam bakıyor ki bu iş kârlı bir iş, ağlayıp sızlanmaya ve her geçene uydurma hikâyeyi tekrar etmeye devam ediyor. Merkebin parası çıktıktan bâşka, oranın etrafını çevirip bir türbe yapacak kadar para da kazanıyor, oluyor bir türbedar.

—Bu dedenin adı ne?

—Kulaklı dede!

diyor. Adam da Kulaklı Dede Şeyhî diye tanınıyor. Kazandığı parayı evine gönderiyor.

İşi ilerletince muska yazmaya da başlıyor. Meğer arkadaşının da başına aynı iş gelmiş. Birbirlerinden ayrıldıktan sonra, sıpa ölüyor. O da öyle bir yalanla sıpaya bir türbe yapıyor. Beriki bunun da kendisi gibi yaptığını işitince, kendisine haberi getirenlere:

—Siz ona inanmayın; o bizim Kulaklı Dede’nin sıpasıdır, diyor.

İşte böyle adamlar zındıktır.
Allah’ta fâni olmuş bir kâmil hüf! dese, ölüyü bile diriltir ama; Allah’ın işine karışmaz. Onların büyüklüğü de, ölüyü diriltecek bir kudrete sahip oldukları halde bu kudreti kullanmayıp, hazmetmelerinden anlaşılır.

Kendilerindeki bu kudreti, ilmi herkese vermek isterler; fakat bir emek mukabîlî; Allah yolunda bir emek mukabîlî vermek isterler. Çünkü insan, emeksiz kazandığı bir şeyin kıymetini bilemez.

Sultan Mahmut tebdil gezerken, bakıyor ki bir fırının önünde bir dilenci; fakat hâlinden, tavrından gün görmüş ve çalışamayacak bir durumda olduğu da belli. Yüreği acıyor bu kör dilenciye; kulağına eğiliyor:

—Sana bir kaz göndereyim de karnını doyur, diyor. Adam (Eyvallah) diyor. Sultan Mahmut saraya geliyor, aşçılara bir kaz doldurtuyor. Sonra içine bir iki avuç da altın koyuyor, sâdık bendesiyle fakire gönderiyor. Kazı getiren adam, köre: (Bir hayır sahibi sana bir kaz kızartması gönderdi.) deyip kazı bırakıyor, gidiyor. Sarayın kurnaz bendelerinden biri bunları taslarmış; padişahın adamı gittikten sonra körün yanına yanaşıyor:

—Nedir bu?

—Bir hayır sahibi kaz göndermiş.

—E…Sen bunun hepsini yiyebilir misin?

—Hayır, yiyemem.

Eh öyleyse, ben sana bu kazın iki misli para vereyim, kaz kızartmasını bize ver; biz kalabalığız.

—Peki, diyor, razı oluyor adam.

Aldığı para kendisini birkaç gün geçindirecek kadar olduğu için, adam birkaç gün dilenmiyor. Padişah da memnun oluyor. Fakat birkaç gün sonra adamı yine aynı yerde tekrar görünce demek aç gözlü bir adammış diyerek soruyor:

—Sana bir kaz kızartması göndermiştim, almadın mı? Aldım ama bir adam geldi: (Sen bu kazın hepsini yiyemezsin; sana bunun iki üç misli para vereyim, dedi, parayı verdi, kazı aldı, gitti.)

Padişah anlıyor ki kısmetten fazlası olmuyor; fakat bir kerre daha tecrübe etmek için:

—Bu sefer de sana bir karpuz göndereyim; fakat ye, diyor.

Saraya gidince karpuzun içini altınla doldurtuyor. Gine o sadık adamı ile karpuzu dilenciye gönderiyor. O kurnaz herif bunları yine gözetlermiş, adam uzaklaşınca, dilenciye yanaşıyor:

—Ne yapacaksın bu kadar büyük karpuzu… Sana daha küçük bir karpuz alayım, üstelik para da vereyim, bu büyük karpuzu bize ver, çoluk çocuk yiyelim, diyor, adam yine razı oluyor.

Ertesi gün padişah bakıyor ki adam yine dileniyor, merakla görüyor:

—Gönderdiğim karpuzu almadın mı?

—Aldım, sağ ol; fakat karpuz çok büyüktü, üste para alarak küçük bir karpuzla değiştim.

Padişah kör dilenciyi saraya götürüyor, orada kendini dilenciye tanıtıyor. Onu hazineye götürüyor; eline bir kürek veriyor:

—Hadi bu kürekle alabildiğin kadar altın al! diyor.

Dilenci altınların sesini işitince şaşırmış; şaşkınlığından küreği ters tutmuş, daldırıp kaldırınca, küreğin üzerinden altınlar dökülmüş, yalnız bir altın alabilmiş koca hazineden. O zaman Sultan Mahmut:

—Vermezse Mâbud, ne yapsın Mahmut…
demiş. Bir şeyi elde edebilmek için mutlaka emek çekmek lâzım.

Konuşma ile ilgili doğuş

Kimler mahsûl almış bider ekmeden?
Devlete erilmez emek çekmeden;
Secde, rahman olmaz dizler çökmeden,
Emeksiz kazancın kıymeti olmaz.

Daim cevlân eder semada melek,
Her kullara nasip olur mu görmek?
Görmek için, lâzım, çekmeli emek,
Emeksiz kazancın kıymeti olmaz.

Ehli için sekiz cennet kurulmuş,
Kazanmadan, sözü geliyor çok hoş;
Söz ile varılmaz, eğer olsan kuş,
Emeksiz kazancın kıymeti olmaz.

Hûri ile gılman kapıda bekler,
Her yana ekilmiş türlü çiçekler;
Boşa gitmez ona olan emekler,
Emeksiz kazancın kıymeti olmaz.

Yedi yerlerinden akıyor ırmak,
Aksın diye emir eylemiş Hallak,
Dosta doğru akar gayetle berrak
Emeksiz kazancın kıymeti olmaz.

Sıratı Müstakîm cennetin yolu,
Azmedip yürüyor sevgili kulu,
O yollar boş değil, deliller dolu;
Emeksiz kazancın kıymeti olmaz.

Kapısından girer, yürüyen, takvâ
Emek çekmek lâzım; değil bedâvâ;
(Emre)! mücrim sensin, eyleme dâvâ;
Emeksiz kazancın kıymeti olmaz.

15.06.1948


13.10.1956’daki bir konuşmadan notlar:

S. – (Kul küllün min indillâh – Her şey Allah’tan) diye bir âyet var; demek, biz kötü isek, bizi kötü yapan Allah’tır.

Emre – Bu sözü Allah Hz.Muhammed’e söylüyor. Onun gibi olsak da böyle söylesek…

Allah’ın sözlerini herkes kendi aklına göre, kendi ârzularına göre anlar. Türkçe’de bâzı sözler vardır ki bir çok mânâlara gelir. Meselâ (çalmak)dan bir (çal!) emri var: yüze çalmak, yâni yüze sürmek, yere çalmak, hırsızlık etmek, bir müzik âleti çalmak, yere vurmak, yere çarpmak mânâlarına gelir. Umûmi bir (çal!) emri verilince, herkes, aklında ne varsa onu yapar: Birine kızan, onu yere çalar; yoğurt yapmak istiyen, yoğurt çalar, yoğurt mayalar; keman çalacak olan, keman çalar; hırsız, ekmek çalar, süs yapmak istiyen yüzüne düzgün çalar. Bu bir söz, fiille, düşünceye göre mânâ alır.

Biz de Allah’ın sözlerini kendi aklımıza göre anlarız, onun için Hz.Muhammed; (Kur’ânı kendi fikrine göre tefsîr eden kâfirdir.) demiş.

Hiçbir peygamber: (Yaptığımız kötülükler Allah’tandır; öyleyse her fenâlığı yapalım.) dememiştir. Bütün dinler ve kitaplar, insanları, insanlığı iyi yola sevk etmeğe çalışmaktadır.

Zevk, günahlar, kötülükler bittikten sonra başlar. Onun için bu kalıptan çıkıncaya kadar bir ilim, bir aşk terbiyesi lâzımdır. Aklımızı başı boş bırakırsak, işine gelen tarafa gider.

Nefsin fiillerini Allah’a yükletme. Allah yük kabûl etmez. Allah (İrade-i Küll)dür, biz irade-i cüz’üz. Oraya varıp da muhabbette fâni olunca, bütün bu konuşmalar, itirazlar biter… Henüz ondan ayrı bir varlığımız var ki konuşuyoruz. Ondan ayrı olunca da onun sözünü anlayamayız.

S. – Tıbda bir alkolizm var. Çok alkol alanlar arasında münevver insanlar da var. Bunun vücutlarına zararlı olduğunu bildikleri halde iradelerini kullanamıyorlar. Morfinmanlar da böyle. Gelip bir eczacının ayaklarına kapanıyorlar, morfin versin, diye. Hatta namussuzluğu irtikâb edenler bile var. Burada da cüz’i irâdenin te’siri yok.

Emre – Siz niçin onlar gibi yapmıyorsunuz? Siz niye alkol veya morfin almıyorsunuz?

S. –

Emre – Demek ki siz irâdei cüz’iyenizi kullanıyor, onları almıyorsunuz. Onlar cüz irâdelerini sarf etmiş bitirmişler. Onlar, Allah’ın verdiği bu iradeyi ilâhi ilme sarfetselerdi, iradeleri bitmez bilakis daha artardı. Keza, iradelerini alkolü almamağa sarfetselerdi alışmazlardı.

Doktor, morfini, vücuttaki ağrı hissini gidermek için verir. Ağrı vücudun bekçisidir. Başımız ağrır; bu ağrı, bir tehlike işaretidir; vücutta bir rahatsızlık var demektir. Bekçiler de yangın, hırsızlık gibi tehlikeleri haber vermezler mi? Bekçiyi kim uzaklaştırmak ister? Hırsız. Demek onlar, vücudun bekçisini uyutmak koğmak istiyen birer hırsızdır. Hırsızın cezası yok mudur? İşte onların cezası da eczacının ayaklarına kapanmaktadır.

(Her şey Allah’tandır) dersek, Allah’ın nârını, nûrunu inkâr etmiş oluruz.

Allah kullarını, (Küllü mevlûdin yûledü ala fıtratil islâm.) hadisindeki gibi iltimassız, tertemiz yaratır. Allah, yarattıktan sonra, yarattığından ayrılır, ona irâdesini rehber olarak verir. Bak, birbirimizden biraz sonra bedenen ayrılacağız ama aklen ayrılamazsınız; ölene kadar bu meseleyi konuşursunuz.

Fakat böyle söyleme; kabahati Allah’a yükleme. Hazreti Ali: (Bana bir harf öğretenin kölesi olurum!) diyerek kendisine manevî ilim öğreten kimsenin ayaklarına kapanıyor, alkolik ise alkole kurban olduktan sonra gidip eczacının ayaklarını öpüyor. Ama söyliyebiliriz ki, bu hâle gelmiş bir adam bile, kurtulmak ister ve iradesini kullanırsa, Allah ona yardım eder.

Fakat (Her şey gibi, iradesizlik de Allah’tan ) diyen bir kimse kurtulamaz; böylece kendini mahkûm eder, kendi kendini mahveder.

Muhiddînî Arabî, (Her şey Allah’tan) diyenlere zındık diyor.

S. – Nedir zındık?

Emre – Zındık haramı, helâli bir sayan, her şeyi Allah’a isnad eden kimsedir. Bâzı kimseler, kendi can düşmanlarının bile ihyâ olduğunu ister; bâzı kimselerin ise hiç affı yoktur, herkesin mahvolduğunu isterler. Bâzı hocalar da (Her şey Allah’tan ) diyerek bizi feci bir tevekküle düşürerek uyuşturmuşlar, tenbelliğe sevk etmişlerdir.

Avrupa böyle dedi mi? İnsan bir kerre çalışmaya yönünü döndü mü kapılar kendi kendine açılır.

Şu gördüğümüz yeni silahların, maharet ve sanat ustası, sebebi biziz. Onlara bunları biz öğrettik. Nasıl öğrettik? Onları kılıçla kovalayınca bizden korktular. Bu korku onlara kılıçtan daha müthiş olan mavzeri, martini buldurdu. Derken, bunları tekâmül ettirdiler; şimdi göklerde uçuyorlar. Biz de onlara yerden bakıyoruz.

Allah: (Leyse lil’insâni illâ mâ saâ) diyor. Bu bir kanundur.

Çalışan insanın kimseye zararı dokunmadıktan başka, ondan hem milleti, hem de beşeriyet istifâde eder. Çalışkan insan daima dürüst olur. Avrupa’nın bir çok yerlerinde hırsızlık, yalan, haram kalmamış. Neden? Çünkü tembellik bitmiş. Tembellik her fenâlığın anasıdır.

S. – Avrupa’da insanlardan kuşlar bile kaçmıyormuş.

Emre – Meşhur Râbia Adviye var ya… Hasan Basri bir gün onu arıyor. Evde yokmuş; kocasına soruyor. Kocası: (Şu tarafa doğru gitti.) diyor. Hasan Basri de o tarafa doğru gidiyor. Bakıyor ki Râbia bir ağacın altına oturmuş, üstünde, başında, omzunda, her tarafında kuşlar var, Hasan Basri gidince kuşlar kaçıyor. Hasan Basri soruyor:

—Kuşlar niçin senden kaçmıyorlar da benden kaçıyorlar? Râbia da ona soruyor:

—Sen ne zaman et yedin?

—Biraz evvel kebap yedim.

—Ben doksan gün oldu et yemeyeli. Benden onun için kaçmıyorlar…

Kuşlar, bizde hâinlik ve can alıcılık sıfatları ve fiilleri bittikten sonra, bizden de kaçmazlar. Hayvanat bizden daha âriftir.

Bizim bilmediğimizi onlar bilirler; içimizi görürler. Onların, sırrı ilâhiyî ifşâ edecek vâsıtaları, yâni lisânları olmadığı için bilir ve görürler.

S. – Bu yolun bütün çalışması tefekkür mü?

Emre – Evet, talebenin dersini aldıktan sonra, eve gelip tefekkür etmesi gibi. Ama dersi severek dinleme var, kızarak dinleme var. Severek dinlersek, dinlediklerimiz, zaman gelir, ağzımızdan, gözümüzden çıkar.

Mektepte okuyanlara talebe diyoruz; yâni talep eden. İyice isteyip dinleyen talebe sınıfı geçer. Ben biliyorum! Diyen, imkânı yok öğrenemez. Bu bilgi, kendisini ancak kendisine götürür. Ben bilmiyorum diyen ise, elini mürebbîsine teslim etmiş, Allah’a doğru gidiyor demektir. Böyle olunca her âzamız, elimiz, kulağımız, Allah’ın hükmüne geçer; o da bunları istediği gibi kullanır. Elden geldiği kadar her varımızı Allah’a teslim edelim; ama temizlendikten sonra teslim edelim.

İşte geldik, işte gidiyoruz. İş, şu dünya gailesinden kurtulmada. Boşa gitmez; siz baciyle iyi konuşun; başkasiyle konuşmanıza hiç lüzum yok.


19.03.1956’daki bir konuşmadan notlar:

Bâzı şeyhler inâbe verir, tesbih verirler. Müritler bu tesbihi çekerken çok haller zuhûr eder. Fakat şeyh, kendisini muhit olan varlıkta fâni olmadığı için, müridinin başını mânen bekleyemez müritde bir çok korkunç hâller zuhûr eder, zavallı delirir. Müridin bir ucu da şeyhe bağlı olduğu için, şeyh de delirir.  Böyle yarım şeyhlerin elinde delirenler çoktur. Padişahlar câmi yaptırınca, yanına bir de tımarhane yaptırırlardı; dedin ya demin; onlar bilirlerdi bu hali.

Her türlü tekâmül, üç türlü olur: Birisi naklen; yâni kulaktan; dinleye dinleye. Birisi aklî. Bu da nakilsiz olmaz, yâni mürşitsiz olmaz. Birisi de devr ile tekâmül: Hz.Muhammed’in ki gibi. Bu çok zor. Çatır çatır yanarsın, gözün dünyâyı görmez. Oturduğu yerde bizim gibi bir insan görünür ama her şeyle, her şeydir. Güneşle güneş, su ile su. Bütün hâlleri devreder. Bu devri geçirmeyen, inâbe veremez. Ama belki aşka temas eder, o başka. Böyle olunca, o devri geçirmek de şart değil. Ben O’yum! dedin mi, tamam. Aşkta ayrılık, gayrılık yoktur.

Aşktan sonra bir irfâniyet doğar ki, esas irfâniyet budur. Bu irfâniyet, ağızdan dolma irfâniyet değildir. Ham irfâniyetçilerden bâzıları (Ben Allah’ım!) derler. Ne büyük gaflet… Kul, Allah olur mu? Ama Allah, sevdiği kulunu istilâ ederek kul olur.

Efendi (Develioğlu), zaman zaman anlatırdı. Fakat insanın kulağı zor duyuyor. İnsan, kulağı ona vermezse duyamaz.

Sık sık:

  • Oğlum, sen kendini bana sat!

derdi, düşünürdüm: Nasıl satayım?

Bu sözleri söylerken rengi sararırdı. Benim anlamadığımı görünce:

—Satıldın, satıldın, ama satıldığını bilmiyorsun, derdi. Yine anlamaz, sıkılırdım. O zaman:

— Benim ağzımdan söyleyen, gözümden gören, Develioğlu Hâfız Halil! de,
derdi. Aylarla düşünürdüm, bir şey anlamazdım. Bir zaman geldi, baktım ki ellerim onun elleri gibi olmuş! Yüzüm onun yüzü gibi! Her tarafım O! Ha! O zaman anlaşıldı ki biz ona satılmışız…

Riyâzât yolu sür’atli ama ille aşk, ille aşk!

Bir adım senden, senliğinden çık, ikinci adım: Allah.

Suyu biz tüm görüyoruz ya, su da zerrelerden ibaret. Bak, biz de yan yana insan zerreleriyiz, suyun akıp gittiği gibi, biz de bir yokluğa doğru akıp gidiyoruz. Nehrin sularını zemin çeker, topraklar emer, güneş kurutur, iş, ortayı bulup deryaya akmada.

Şu teneffüs ettiğimiz hava, ne kadar insanların, ne kadar hayvanların ağzına girip çıkmıştır… Şu su, ne kadar ağızları dolaşmıştır… Dünyayı sevip de dünya ile haşr olanlar için Hz.Ali: (Dünyâ bir cifedir; onu isteyen de köpek!) diyor. Ahret de bir dünyadır; ona da (öbür dünya) demiyorlar mı? O da bir dünya olduğu için, bu sözün şümûlü içine girer. Zâten bir hadis var: (Dünyâ, ahret ehline haram; ahret de dünya ehline haram; aşıklara her ikisi de haram.) demiş Peygamberimiz. İnsanı ancak âşk kurtarır, ilmin ne derece kurtaracağı işte meydanda! Şeytan, melekleri dört yüz bin sene okuttuğu hâlde ne hâle geldi…

İlim yolundan da gidilir ama o ilmi sahibine teslim etmek şartıyla. İşte Niyazî, işte Mevlânâ, işte Muhiddinî Arabî. Bunlar da sonunda aşka düşmüşlerdir. Onun için aşk başka şey vesselâm!

Bakarsın, bir âlim, kendi ilminin, gururuna gittikçe gömülür de öbür taraftan bir çoban, haydî! Varlık dağlarını aşar, gider.

İmdat senden; yâ Hazreti Aşk, yetiş!

Zapteden: Şevket Kutkan


EMRE’den Nükteler, Vecîzeler, İrticâlî Cevaplar:

*Emre – Herkesin yönü Allah’a dönüktür. Herkes, kendi kanaatinin, kendi inancının adımlarıyla Allah’a doğru yürümektedir.

Herkes her şeyi söylemekte haklıdır; söğebilirler, kızabilirler. Ne tarafa doğru yürüseler, yönleri bize doğrudur; söğseler, söğme adımlarıyla, kızsalar, kızma adımlariyle bize geliyorlar.

*Emre – İnsanlar gençlikte hayâlle, yaşlanınca mâzî ile uğraşırlar; ne yazık…

*S – Tarikata giren ağlamalı imiş…

*Emre – Giren ağlasın; çıkanlar da gülsün, oynasın.

*Emre – Dünya harpsiz yaşamamış. Ateşsiz olmaz. Vücut bile hararetsiz yaşıyabiliyor mu?

*Emre – Tapmak, insanın kendisini unutmasıdır. Allah için insan ateşe tapsa, boşa gitmez. Fakat kâfi değil. Ama yine de dünyâya, mala, paraya tapmaktan iyidir. Bu, hiç olmazsa bir yoldur. Para, mal ise çıkmaz sokaktır.

*Emre – Allah, bir kâmilden (Ben!) der ama, benliksiz, isimsiz (Ben!) der. Onu böyle Allah’ta fâni olduğu zaman, kalbimize alabilir, ona murâbıt olabilirsek kurtuluruz.

Mansur (Enelhak!) der ama, (Ben Mansûrum!) diyemez, derse, iblisiyettir.

*Emre – Aşkın gömleği ilim, ahlâk ve dindir. Aşk bunların ötesindedir.


 Nasreddin Hoca Fıkralarının Tasavvufî Îzâhı

Oğlumun Babası Öldü de…

Bir gün Hoca, baştan başa siyahlar giyerek dışarı çıkmış, gezermiş. Hoca’nın hâlinde bir acayiplik olduğunu görenler sormuşlar:

—Hocam, niye böyle baştan başa karalar giymişsin? Hoca, ciddiyetle cevap vermiş:

—Oğlumun babası öldü de onun yasını tutuyorum.

EMRE’nin Tefsîri:

Hoca insanların bir maddi bir de manevî varlıkları olduğunu anlatmak istemiş. Kendisinin maddî varlığı, oğlunun babası olan etten, kandan ibaret vücudu. Mânevî varlığı ise, Allah’ta fâni olmuş. Hoca (ölmeden evvel ölme) sırrına mazhar olup, maddî vücudun geçici bir varlık olduğunu anlayarak nefsinin arzularını öldürdüğünü halka anlatmak istiyor bu sözüyle. Fakat öğünmek için değil, onları uyandırmak için.

(Allah varken, benim varlığımın ne kıymeti olabilir? İşte o da öldü, gitti.) demek istiyor. Siyah elbise giymesi, (yas tutuyorum) demesi, onlara bu işi anlatabilmek içindir.