İç Kaynak Dergisi – Sayı: 10

İç Kaynak Dergisi – Sayı: 11
İç Kaynak Dergisi – Sayı: 9

İÇ KAYNAK DERGİSİ | Sayı: 10

EMRE’nin Konuşmaları: 10

Emre – İncilde ve Kur’ânda adı geçen dağlar, bildiğimiz taştan, topraktan ibaret dağlar değildir; o dağlar nurdandır; insana benzer. Her sözün bir de iç mânâsı vardır. Onun için bu ilme (İlmi Ledün) diyorlar ya… Bunları anlayabilmek için bir bilene bitişmek lâzımdır. Aklımızın iç gözü o zaman açılır. Bu anlama kudreti herkeste vardır da, bir menbâdan mânevî gıdâ almazsa büyüyemez, olduğu gibi kalır.

S. – Cennet, cehennem de böyle midir?

Emre – Onlar da bildiğimiz gibi değil. Biz, cennet deyince, hûrili, gılmanlı bir şeyler tasarlıyoruz. Allah bize “nefsinizi öldürün!” diyor, bizse, nefsimizi hûriler, gılmanlarla beslemeğe, büyütmeye çalışıyoruz.

Hakîkî cennet, bilgi, görgü cennetidir. Mısrî Niyâzi, bu cenneti anlatabilmek için:

Bugünkü cenneti irfâna dâhil olsalar uşşak,
Yarınki vâdolan hûri veyâ gılmânı neylerler…

diyor. Hz. Muhammed de bir hadîsinde: (Cennet ehlinin ekserîsi eblehtir!) diyerek gayesi şehvet olan cennet anlayışını reddetmektedir.

Gerçek cenneti bilenler de birdenbire gösteremezler. Anadan doğanlar, zamanla büyürler. Mâneviyat da böyledir. Bizi mânen doğuranlar da gıdâmızı azar azar verirler. Birdenbire ve fazla verirlerse, hazmedemeyiz. Mâmâfih, Hakîkat sözleri her ağızdan, her kitaptan söylenip duruyor. Fakat dinleyenin kulağı, söyleyenin kalbine yapışmayınca anlaşılmaz.

S. – Milletimiz bu mevzûlarda düşündürülmemiş. Îzah da çok güç oluyor.

Emre – Demin de söyledik ya. Anlamak istiyen, kendi aklıyla anlıyamaz. Biz anlıyamıyanlara hak veririz. Onlar, inanmazlar, kızabilirler, biz bunları hoş göreceğiz, çünkü biz de o yoldan geldik.

S. – Bunu bulabilmek bir tesâdüfe mi bağlıdır?

Emre – O tesâdüf dediğiniz şey, bizi bekleyip duruyor, insanlar, içlerindeki cevheri başka yerlere sarf ederler de onun için o (tesâdüfü) göremezler.

S.- Ama (Hayat, tesâdüflerin mecmûudur.) derler?

Emre – Hayatâ tesâdüfler değil, çalışma hâkim olmalıdır. Hayâtı tesâdüflere bırakınca, insanlar, işte bizim şarklılar gibi olurlar.

S. – İsâ, (kötü bir şey yoktur) diyor.

Emre – Hazreti İsâ’nın görüşü, güneşin yıldızları görmesine benzer. Güneş için karanlık var mıdır?

Hz. Muhammed böyle görmemiştir. O, her şeyi yerli yerince görmüştür. İyi ve kötü ahlâkları tefrik etmiştir. Kötüyü kötü görmeliyiz ki, iyiyi arayabilelim. Her şeyi iyi görürsek tuzağa düşeriz, İsâ onun için çarmıha gerilmiştir.

S. – İnsan, fizîkî yapı ve ruh diye iki kısımdan mürekkeb. Kendimi fizîkî tesâdüflere terk edersem, netîce fenâ olur. Fakat ruhun tesâdüfleri olduğuna inanmak istiyorum. Bu tesâdüflere varabilmek için, bedeni hangi yoldan öldürmeli?

Emre – Bedenin ne kabâhati var? Bedenle ruh aynı değil ki…

S. – Ama ölünce ayrılıyor?

Emre – Ölene kadar berâber. Şu lambanın ışığı fabrikanın cereyânından ayrı mı ki? Ama zaman gelecek, ayrılacaklar.

S. – Sonra?

Emre – Allah bize önce (ruh!=git!) demiş… Sesini işitebilirsek, şimdi de (taâl = gel!) diyor. O âleme, ölmeden evvel, hayatlarında gidip gidip gelenler de var.

Biz ne kadar akıllı ve âlim olursak olalım, (Hakîkate nazaran çocuk sayılırız. Çocuğun neye aklı erer? Ama Hakîkat, konuşa konuşa anlaşılır. Bu âlemde tesâdüfün işi yoktur.
S. – Sizi dün gece nurlar içinde gördüm. O rüya ve bu geceki buluşmamız bir tesâdüf değil midir?

Emre – Hayır, o rüyayı sizin aklınızla beraber gördük. Buluşmamız bir tesâdüf değildir. O kudret, sizi beklemiyor muydu sanıyorsunuz?

Velhâsıl, tesâdüfü bırakıp, bilgiye, çalışmaya doğru yürümeli. Biz islâmiyeti, ona hocaların, mutaasıpların gözüyle baktığımız için göremiyoruz, gözün, kendisini göremediği gibi. Ama şimdi artık islâmiyet, münevver insanların eline geçti, düşünen insanların eline.

Şuraya, hepimiz aynı kafada olduğumuz için toplandık. Bir yola gitmek için ilk atılan adım, yolun yarısı demektir.

S. – Ama müşküllerimiz var…

Emre – Zâten hep müşkil içindeyiz.

S. – Bizim anladığımız mânâda ibâdet, lâzım mıdır, değil midir?

Emre – (İbâdet) kelimesinin mânâsı (kulluk)tur. Siz, ibâdet sözünden neyi kasdediyorsunuz? Namazı, orucu vesâireyi mi?

S. – Evet.

Emre – Bunlardan namazı ele alalım. Namazın dış tarafı, bedenin sağlığı, iç tarafı da aklın ve vicdanın selâmeti içindir.

Bir damla kanda dünyâdaki her şey vardır. Vücudu tâmir eden, boya yapan, büyüten varlıklar vardır. Biz uyuyunca, bunlar da uyur. Bazı varlıklar da, biz uyuduktan sonra, kervan tüccarları, seyyahlar gibi, gezerler, uykusuz kalır, yorulurlar. Uyuyan varlıklar, sabahleyin bizimle berâber uyanırlar. Onlar yarı uyur, yarı uyanıkken biz de mahmurluk çekeriz. Sabahleyin alınan abdest ve kılınan namaz, bilhassa eğilmeler, kalkmalar, kanın çalkalanmasına, kandaki faydalı mikropların faâliyete geçmesine tesir eder. Eller kavuşturulunca, vücuttaki elektrik, devre kapandığı için, sol el ucundan karın boşluğuna verilir. Bunun apandisite bile faydası vardır. Namazdaki bu hareketler, meselâ rükûdaki eğilme, 3 defa (Süphâne Rabbiyel’azîm) söyleyecek kadar bir zaman ölçüsüyle ayarlanmıştır. Eğilme fazla devam ederse, belki zararı dokunabilir.

Namaz kılan insanların birçoğu sıhhatlidir. Hattâ yorgun bir adam namaz kılsa, yorgunluğu gider. Çünki namaz, aklı cüz’ün tertip ettiği bir idman, bir jimnastik değil, elzem olan her hareketin yapıldığı bir ilâhi jimnastiktir. Böyle bir şey, lâzım olmaz olur mu?
Sonra, namazda okunan âyetler, bize (Hakîkat)i anlatmak içindir. Bu, namazın mânâsıdır. Namaz sûreleri okunmadan yapılan namaz hareketleri, eğilmeler, kalkmalar, namaz sayılmaz. Demek ki namazın esâsı, şekli bir hareket değilmiş. Gerçek namaz, Allah’a kalben bağlanmakmış. Bu yolda bir yere geliniyor ki, orada akıl ve ibâdetin şekli değişiyor. Kulla Tanrı arasında mesâfe kalmıyor. Biraz daha yürüyünce ortada kul da kalmıyor, tek başına Allah kalıyor. O zaman bakıyorsun ki her gözden gören, O. Allah o âlemde Hz.Muhammed’in idrâk seviyesine (Va’bûd Rabbeke hattâ ye’tiyekel-yâkîn ) diyor, herkese değil.

İşte bu gibi sözleri, âyetleri anlamamız için Hz. Muhammed: (Bir saatlik tefekkür, 60 yıllık ibâdetten hayırlıdır!) demiştir. Bilerek yapılan şeyler, kırılıp dökülmek kazâsından masundur.

S. – Yabancı ideolojiler, bilhassa komünistlik, kuvvetli bir devletin propagandasıyla bir tehdit haline gelmiştir. Buna karşı halkın dinî inançlarının ve ibâdet zevkinin bir müdâfaa silahı olduğuna inanıyor musunuz?

Emre – Elbette. Komünizmi öldürecek iki kuvvet vardır; İmân ve millî kuvvet, bilgili kuvvet.

Komünizm ölüyor. Şimdiye kadar, böyle nice rejimler doğmuş, ölmüştür… Küre, zulmü çabuk yutar. Komünizm, (Hakîkat)i meydana çıkarmak için bir kamçıdır. Vazifesini yaptıktan, dünyâyı uyandırdıktan sonra ölecektir, hem de evvelâ içinden yıkılarak.

Dinsiz milletler vicdansızdır, fertler birbirinden korkar. Vahşî hayvanlar da birbirlerinden korkarlar. Cemiyet hâlinde yaşayan hayvanlar nasıl birbirlerini incitmezlerse, vicdan ışığı etrafında toplanan cemiyetlerin fertleri de birbirlerini incitmezler, severler.

(Bu mevzu ile ilgili bir doğuşu, sohbetin tatlı seyrini kesmemek için konuşma sonunda takdim ediyoruz.)

Burada husûsî olarak konuştuğumuz mevzû, tasavvufun meseleleridir. Bunlar umûma teşmil edilemez. Bunun içindir ki bunlara (Hakîkat Sırları) diyorlar. Hz. Muhammed de bu mevzûda; (Kellimünnâse âlâ kaderi ukulihim = Herkese anlayacağı kadar söyleyiniz.) demiştir. Ama öbür tarafta dinin esâsını anlamak istiyenler de var. Bilen, onlara söylemeğe mecburdur. Dinin, imanın ne olduğunu bilsek, görsek daha iyi değil mi? Görmek mümkünmüş ki Hz.Muhammed; (Eşhedü en lâ ilâhe İllâllah…) demiştir. Çünkü (eşhedü) (Ben şahâdet ederim, yâni ben şâhidim) demektir. Şahâdet ancak gözle olur, kulakla olmaz. Hz. Muhammed, (Ben şâhidim ki ilâh yoktur, ille Allah vardır!) diyor. (İlle) kelimesini kullanabilmek için görgüye ve kat’î bilgiye ihtiyaç vardır.

Taassup ne kadar ayak direrse diresin, (Hakîkat)e doğru hiç durmadan gidiliyor. Onların itirazları bile bu yolda atılan bir adımdır.

Bu meseleyle Avrupa bizden daha çok uğraşıyor. Birçokları Müslüman oluyorlar. Fakat onlar bizim gibi mutaassıp Müslüman değiller. Biz Kur’ân’dan korkuyoruz, onlar korkmuyorlar, âyetleri oldukları gibi tercüme ediyor ve istifâde ediyorlar. Kur’ân’ın kutsiyeti, mânâsındadır, kâğıdında, satırlarında değil. Ondan niçin korkalım? (Elhâinü hâif) diye bir hadis var: Korkan, hâinmiş. Allah’ın ne olduğunu bilirsek ondan korkmayız, bilâkis onu severiz. Biz Hükümetten korkar mıyız? Ama bir suçlu mutlaka korkar.

Din nedir? Bir ilim midir? Bir kitap mıdır? Din, Allah’a giden bir yoldur. Mâdem yoldur, o hâlde bir başlangıcı ve bir sonu vardır. Öyleyse, olduğumuz yerde kalmamalı, tefekkür adımlarıyla yolun sonuna kadar gitmeliyiz.

İş, yalnız ibâdetle olmaz; çalışmak da lâzımdır. Siz, kaleminizi, ben çekicimi ellerimize alınca, vicdânımız da tamamsa, yâni Allah’ı gönlümüzde taşıyorsak, bu da bir ibâdettir. Bizim çalışmamızda başkalarının da istifâdesi vardır. Sırf ibâdet ise, nefis içindir.

S.- Haklısınız. Hz. Ömer bir câmiye ne zaman gitse, orada bir adamı ibâdetle meşgul bir halde görürmüş. Bir gün soruyor: (Sen ne iş yaparsın? Ne yer, ne içersin?) Adam, (Kardeşim çalışır, benim yiyeceğimi getirir, ben de ibâdetle meşgul olur, ona dua ederim.) diyor. Ömer: (Vallahi billahi, onun çalışması, senin ibâdetinden üstündür!) diyor.

S. – Sigorta hakkında fikriniz?

Emre – Medenîyetin doğurduğu her şey iyidir. Bu, bize yeni geliyor.

Hz. Muhammed’e (Arabiyyûn, Medenîyyûn ) derler. Onun medenîliği sıçramış, Avrupa’ya gitmiş, biz açıkta kalmışız.

Hz. Muhammed, şimdi zamana göre elbise giyerek meydana çıktı. Medenî Muhammed, her devirde öndedir. Suriyeliler, Mısırlılar, Hz. Muhammed’in dilini konuştukları halde onun sözlerindeki mânâları anlıyorlar mı? Anlasalardı, komünistlere teslim olurlar mıydı? Biz, ne yapar yaparız, ölürüz, öldürürüz, yine teslim olmayız. Onlar: (Kurt gel, beni de ye, çocuklarımı da…) diyorlar.

S. – İmânın şeklî ibâdetten ibaret olmadığı kanaatindeyim. Bir hoca, imân bir çekirdektir ki, tecessûm ederse ondan bir cenneti hususiye çıkar derdi.

Emre – İmân’ın mânâsı (emniyette olmak)tır. İnsan, bilmeyince emniyette olabilir mi? (Küfr) örtmek demektir, küfrün kapağını açmalıyız ki imânı görebilelim. İslâmiyet neden bahsediyorsa, onun mânâ kapağını açmaya çalışırsak, din yolunda yürüyoruz demektir. Bu yolda tefekkürle gidilir. İnsan kendi kendine, bir noktaya kadar gidebilir. Gayeye varmak için mutlaka bir kâmilin gönlüne girmek lâzımdır. Câhil bir çoban olan Yunus Emre, mürebbîsinin gönlünde yok olunca, nerelere vardı… Mevlânâ: (Hangi mânevî makama vardımsa, orada Türkmen kocası Yunus’u gördüm..) diyor. Ama Allah, şimdi ortaya (Mevlânâ) diye bir ışık attı, bütün milletler onun etrâfında toplanıyorlar.

İnsan, azmederse, bu gayeye mutlaka ulaşır.

S. – Mevlânâ’yı put hâline getirmişler. Eşiklere yüz sürüp maddi dileklerde bulunuyorlar. Fikrine, özüne yaklaşmıyorlar da…

Emre – Elifbâdan başlamayınca olmaz. Herkes, (Beni toprakta yâni türbede aramayın, ârif insanların gönlünde arayın!) sözünü duysaydı, Yeşil Kubbe’yi ziyarete kimse gitmezdi. Halbuki birçok insanlar, Mevlânâ’yı orada zannederek, o türbeden ateşlenip yanmaya başlıyorlar.

(Küllü men aleyhâ fân) âleminde ne sen varsın, ne ben, ne de Mevlânâ. Mevlânâlar, Yunuslar, Ahmedler, Mehmedler kesret âleminin isimleridir. Vâhdet âlemindeki isim sâdece (Âdem)dir. Herkes (Âdem)i bilse, kimse konuşamaz. Bırakalım, onlar şimdilik (Mevlânâ) desinler. Mevlânâ diye diye, bir gün (Mevlâ ne?) diye düşünmeğe başlarlar.

Mevlânâ’yı anlamak kolay mı? 682. ölüm yıldönümündeki ihtifâle Ankara’dan gitmiştik. Merâsimde konuşanlar içinde Sofi Hûrî ile Profesör Schimmel’den başka kimsenin, Mevlânâ’nın mâneviyatından haberi yoktu.

S. – Mevlâ kelimesi Allah mânâsına gelmiyor mu?

Emre – (Efendi) mânâsına da geliyormuş. Allah’ın birçok ismi vardır. Efendi de onun ismidir, Müfsid de. Bu isimler birer ahlâktır. Tesbihi çeke çeke usansınlar da (Bunlar nedir?) diye tefekkür etsinler, sorsunlar diye çektirirlermiş. Allah yoluna bilgiyle, irfâniyetle gidilir. En kesdirimi aşk yoludur. Yunus gibi bir çobanda aşk tecellî edince, âlimler onun yanında âciz kalıyor. Bir insanda, nasıl dünyadaki bütün mâdenler varsa, bütün ilimler, dolayısıyla (Ledün İlmi) de mevcuttur. Hangi ilim, hangi ahlâk işletilirse o inkişâf eder.

S. – Ruh hakkında ne düşünüyorsunuz?

Emre – Ruh, kesret âlemine ait bir şeydir. Kur’ân, (Küllü men aleyhâ fân ) diye bir âlemden bahsediyor. Her şey fâni olunca ruh mu kalır? Bir devir gelir ki siz kendi rûhunuzu hazmedersiniz. Ruh bu yolda bir oyuncaktır. Akıl da bir çocuk. Çocuk, oyuncaklardan başka bir şey istemez. Halbuki gaye, rûhu değil, Allah’ı anlamak, bulmaktır. Onun için Hz. Muhammed, rûha dair sorulan suâli (Rabbın bir emridir!) diye cevaplandırarak kısa kesmiş, kapatmak istemiştir. Halbuki kapatmak isterken açmış. Rabbimizi, bulup onun emrine itâat etsek, rûhun ne olduğu meydana çıkacak.

Söyleyenle dinleyen bir can olmayınca sözler anlaşılmaz.

S. – (Mürşid)i, bizi mânen rızıklandıran insan diye kabul ediyorum.

Emre – Çok doğru. (Ve nefahtü fihi min ruhî) diyor. Bu, bir rızk değil midir?
Allah, bize kendi sıfatlarını (cüz) hâlinde taksim etmiş. Biz bu cüzleri, hattâ kendimizi de ona versek, (İnnâlillâh ve innâ ileyhi râciûn.) sırrına ersek onunla bir olmaz mıyız? Ama vermezsek, ayrıyız. Zaman gelir veririz.

S. – Bâyezidi Bistâmi: (Perdeler kalkınca, kendimi gördüm.) diyor.

Emre – O kadar perdeyi kaldıracağına, kendini kaldırsaydı daha iyiydi. Aşk kibriti bütün perdeleri yakar. Bu iş, ilimle zor halledilir. Yunus Emre onun için hepsinden büyüktür. Mesele, insanın kendisini aradan çıkarabilmesinde. Bakıp da kendimizi gördük mü, arkasında feryad, figan hazır.

Köylünün biri, vaktiyle, şehre gitmiş. Sokaklarda dolaşırken büyük bir konaktan yüksek sesler, gürültüler işitiyor. Meğerse bir karı-koca kavga ederlermiş. Bir ara, Hanımefendi kızıyor, endam aynasını kaldırıp sokağa atıyor. Ayna parça parça oluyor. O zamanlar da, aynanın yeni icâd edildiği devirmiş. Köylü şaşırıyor. Bu ne? Yanaşıyor, bakıyor ki parlak parlak parçalar… Birini alıyor, bakıyor, içinde kendini görünce hoşuna gidiyor, ayna parçasını gizlice hemen iç cebine indiriyor. Tenha yerlerde aynayı çıkarıp kendini seyredermiş. Nihayet köye geliyor. Yorgunluktan aynayı filân unutmuş, ceketini çıkarıp asıyor. Genç bir karısı varmış adamın. Kocası şehirden gelince, (Kocam bana kaynanamdan gizli acaba ne getirdi?) diye adamın ceplerini karıştırırmış. Yine kocasının ceplerini karıştırınca iç cepte eline sert bir şey geliyor. Bakıyor ki parlak bir şey. Kadıncağız da o zamana kadar ayna görmemiş, aynayı evirip çevirirken, içinde kendini görünce başlıyor ağlamaya, zannediyor ki kocası kendisinin üzerine genç bir kadın almış. Gelinin fesadına kaynanası geliyor: (N’oldu kız? Ne var?) diyor. (Gördün mü şu oğlunun ettiği işi… Şehirden üstüme bir kuma getirmiş…) (Hani nerde?) Gelin ayna parçasını kaynanasına veriyor, (İşte şunun içinde!) diyor. İhtiyar kadın aynaya bakınca, (Aman anam! İlâhi gözü kör olasıca oğlan, karının üstüne başka bir kadın getirecektin, bâri genç bir kadın getireydin. Gitmiş de bir kocakarı getirmiş.) diyor. O da ağlamaya başlıyor, ikisinin feryâdına kaynata koşuyor, (N’oluyorsunuz? Ne var?) Kayınvalide, aynayı kocasının eline veriyor; (Bak şu oğlunun mârifetine; gitmiş şehirden karısının üstüne bir karı getirmiş. Budala, getirecektin, bâri bir genç kadın olaydı… Yetmiş yaşında bir karı almış gelmiş.) İhtiyar adam: (Hani, hani?) diye, aynaya bakınca ne görsün, ihtiyar sakallı bir adam. (Vay!) diyor, başlıyor o da ağlamaya.

Ledünni kelâmı anlayışımız da buna benzer. Ayna sahibi gibi görebilsek iş tamam olacak ama…

S. – (Vâhdeti Vücud) nedir?

Emre – Bir devre gelir ki, bu yolda yürüyenlerin hâlleri değişir; insan bir bakar ki kendi kaybolmuş; Allah’dan başka bir varlık kalmamış. Bu devrede hiçbir kimseyi kabâhatli göremez, çünkü görür ki yapan da, eden de Allah’tır. (Kul küllün min indillâh = Yâ Muhammed; de ki; her şey Allah’tandır.) âyetinin sırrını anlar. Tatlı bir âlem…

Muhiddinî Arabî’nin târif ettiği (Vâhdeti Vücud) budur. İnsanın kendisi yok olunca, ortada yalnız Allah’ın varlığı kalır ki Vâhdeti Vücud budur. Fakat bu âleme gelenler, orada çok kalmazlar, döner, yine bizim aramıza girerler, eskisi gibi her şeyi, herkesi ayrı görmeğe başlarlar. Çünki bizi de alıp götürebilmek için bizim dilimizi konuşmaya mecburdurlar.

Vâhdeti Vücud âlemi, (Makamı Ulâ) , (Makamı Vâhdet) tir. Ora bir ateş âlemidir, insanı yakar. O makamda olan kimse, Allah’ın (Rab) dediği, kimsedir. Onu o âlemde iken görsek de ufak bir hüsnü nazarına nâil olsak, ihyâ olduk demektir; bizi kurtarır. Ama onun o âlemde olduğunu nasıl bileceğiz? İşte bunun için de onunla her vakıt berâber olmalıyız, bayramda da berâber, seyranda da berâber.

S. – Tanrı: (Beni sık sık zikredin ki ben de sizi zikredeyim.) diyor. Biz Tanrı’yı sevdik; peki, onun bizi sevdiğini nasıl bilelim? Tarikatçılar bunu bilmiyorlar, (Tanrı bizi sevmese, mal, mülk vermezdi.) diyorlar. Allah bunları kâfirlere de veriyor. Fir’avna en uzun ömür ve en bol rızk verilmişti.

Emre – Tanrı’yı, mal, mülk, ömür için sevenler boşuna seviyorlar demektir. Mal, mülk kazanmak için Allah sana el, kol, akıl vermiştir, onları kullan, malı, mülkü kazan. Allah’ı menfaatsiz bir sevgi ile sevmek lâzımdır.

Allah’ın (Beni zikredin,) demesi, (Beni hatırlayın, beni sevin.) demektir; yoksa (tesbih çekin,) demek değildir. Kur’ân’ın âyetlerini üflemek için değil, anlamak için okumalıdır. Kur’ân’ın gerçek mânâsını anlamaya (irfâniyet) diyorlar. İrfâniyet, insanı taassubun içinden çeker, çıkarır. Yunus Emre, bunu anlatabilmek için:

Sağlığında âyet, hadîs nesine…
Son deminde mûhtac olur (Yâsin)e.

diyor. Demek istiyor ki sağlığında Kur’ân’ın lezzetini almayan, yâni mânâsını anlamayan bir kimseye, can derdine düştüğü bir zamanda (Yâsin)in mânâsını anlatmak mümkün müdür? Halbuki Allah, bize, (Ben size Kur’ân’ı anlayasınız diye gönderdim.) diyor. Kur’ân’ın hiçbir yerinde: (Âyetleri okuyup da üfleyin ) diye bir şey yoktur. Taassup bizi nerelerde bırakmıştır…

Evet, (Yâsin)i ölülere okumalı ama, can çekişen ölülere değil, bizim gibi gezip dolaşan ölülere okumak lâzım. Hz.Muhammed’e Kur’ân’da: “Sen de ölüsün, onlar da ölüdür.” deniliyor. Kur’ân’ı gezen ölülere anlatacaksın; o da, anlamak, dinlemek isterse.

S. – Demek Kur’ân, diriler için, öyle mi?

Emre – Tabii… Ben küçükken, gerek namazdan sonra, gerek mezarlıklar yanından geçerken üç Kulhûvallahu ile bir Elham okur, evvelâ Hz. Muhammed’in, sonra peygamberlerin, evliyâların, daha sonra da anamın, babamın ruhuna bağışlardım. Düşünemezdim ki benim gibi âciz bir adamın Hz.Muhammed’in ruhuna Fâtiha okuması bir dilencinin (Kârun)a sadaka vermesine benzer. Ben Hazreti Muhammed gibi koca bir (Deryâyı Ahâdîyyet)e Kur’ân’ın mânâsını mı anlatacaktım? Ki, ben o deryânın bir damlası bile değildim.

İşte biz, Hz.Muhammed’i ölü zannettiğimiz için ona Fâtiha, Yâsin okumak istiyoruz. Halbuki o ebedî diridir; asıl ölü biziz.

Biz bu meseleleri böyle açıklayınca, mutaassıplar, bize hücum ediyorlar, bize kâfir diyorlar. Küfr, bir şeyi bilmemektir. İnsan, bilmediği şeyin kâfiridir; Allah’ın değil.

S. – Cumhûriyet devrinde bana türbedarlık vazifesi verildi. Ak Şemseddin, Osman, Orhan türbelerinde bulunuyordum. Her sabah abdest alır, onlara Fâtiha okurdum. Bir gün bize de (sen Fâtiha’yı kendine oku!) denildi.

Emre – Yâni (mânâsını anla!) demişler.

S. – Ak Şemseddin türbesine girmeğe korkarlardı.

Emre – Kör, daima korkaktır. Değneğin ucu ile göz aynı görüşe mi sahipdirler? Korku daima bu hayâtın bekçisidir. Câhillerin, âlimlerin, Allah adamlarının korkuları ayrı ayrıdır.

Vaktiyle ben de korkardım, çok da mutaassıptım. Onun için korkanları da, mutaassıpları da çok severim. Ayak olmasa, baş yerde gezer, yerlerde yuvarlanır. Onlar bizim parçalarımızdır.
S.- Hayrânı olduğumuz şey, müsâmahanızdır. Biz de bunları tabii görmeliyiz ama göremiyoruz. Her tarafta eserinizi ve ahlâki meziyetlerinizi konuşuyorlar. Bilhassa müsâmahanız, hoşgörürlüğünüz hayranlık uyandırıyor.

Emre – (Olgun bir tevâzu ifâdesiyle hafifçe boynunu eğerek…)

(Besteyle bir doğuş okunduktan sonra)

Akıl, aç kalınca mutlaka aşk ister. Besteyle şiir okunması da bunun içindir. (Mûsikî, ruhun gıdasıdır) diyorlar. Maksat, ruhu doyurmak. Ruh da bizim gibidir, onun içinde de bir ruh vardır. O aslını arar, Kerem’in Aslı’yı değil, aslını aradığı gibi.

Ruhun dış tarafı ise, nefsani zevkleri arar. Onun aradığı şeyler, şehvet türküleri, uçkur havalarıdır. Mânevî gıda alan ruh, her şeyi hoş görür. O türküleri ilâhi bir zevkle, âdetâ kendi diline tercüme ederek dinler.

S. – Arıların her şeyden, hattâ pisliklerden bile bal yapması gibi, değil mi?

Emre – Evet. Arı, hakikaten kâazuurâta bile konar, onun tatlısını, şekerini, azotunu alır. Balda hiçbir asit ve pislik bulunmaz. En zehirli çiçeklerden bal, petek aldığı hâlde, baldan kimse zehirlenmez. Çünkü aldığı her şeyi tasfiye eder. Biz de duyduğumuzu, gördüğümüzü öylece tasfiye etmeliyiz.

Birçok kâmiller, düşmüş insanları kurtarmak için meyhanelere umumhanelere girmişler. Fakat kendilerine hiçbir kir bulaşmamıştır. Onların düşündüğü şey, sadece iyiliktir. Allah yoluna giden insanlar, kötülüğü, kendilerine kötülük edenleri ve bir de kendilerinin başkalarına yapmış oldukları iyilikleri unuturlar. Unutamayacakları da şunlardır; kendine yapılan iyiliği ve kendisinin başkalarına yapmış olduğu fenâlığı. Bu hal, yokuşun tepesidir. Akıl orada bir yorgunluk alır, ondan sonra yol alabilir.

Gözümüzü iyi görmeğe ve iyiyi görmeğe alıştırmalıyız. Kulağımızı da iyi dinlemeğe ve iyiyi dinlemeğe.

Kötü gördüğümüz insanlar içinden, bizden daha yüksekleri yetişebilir, ve biz onların arkasına düşmeğe mecbur oluruz. O da, eğer onu görmek ve anlamak kabiliyetimiz varsa…

Velhâsıl, şöyle kabûl etmeli ki, Allah’ın celâli de, cemâli de bir aradadır. Kiminden celâl, kiminden cemâl, kiminden ilim, kiminden cehil tecellî eder. Bunların hepsini derler toplarsak o Büyük Varlık meydana çıkar. İşte eksiksiz (Vâhdeti Vücud) böyle olur.

S. – Ne mutlu bizlere ki, sohbetimiz şu kadar devam ettiği hâlde, büyük ve mânevî hazlar içinde Allah’tan, peygamberden başka bir laf etmedik, dedikodu yapmadık…

Zapteden: Şevket Kutkan

Konuşma ile alâkalı doğuş:

Ne kadar zor imiş eylemek ihsan…
Nerden geldiğini bilmez her insan;
Şefkat ağacının meyvalarını
Toplar da, yedirir kuluna, Rahmân.

    Her dâim muhtaçtır, bilemez âzâ,
    Ne lezzet verilmiş yiyen ağza…
    Zahmet çekiyorsa, tadını alır,
    Hizmeti bedene; tad: değil ceza.

Durmadan çalışır vücûda dişler,
Halk eyleyen Hakk’ın emrini işler,
Sırrı ilâhidir, idrâki çok zor,
Beden bir nakıştır, durmadan işler.

    Nice görünmedik san’atkârı var…
    Kimi mâden yapar, kimisi duvar;
    Altundan, gümüşten, kandan, kireçten,
    Nûru İlâhiden içini sıvar.

Dışından görünür küçücük, vücut;
Dünyâda bulunan her şeyler mevcut;
Çok ibâdethâne, nice meyhâne…
Kimi sarhoş olur, kimisi sücût.

    Kimi mühendistir, kimi yol yapar,
    Kimi atar tutar, kimisi kapar;
    Kimi tenvir etmiş her tarafını,
      Gece, gündüz yoktur, ediyor par par.

Kimi düşünüyor dâima hile,
Yürümez oluyor bir doğru yola,
Kiminin arzusu dâima şefkat,
Öyle takdir etmiş Yaradan Mevlâ.

    Melâike derler, şimdi de (mikrop),
    Mekân kurmuşlardır, var birçok gurup,
    Kimi hizmetçidir, kimisi usta,
    Durmaz yol gösterir, berâberdir Rab.

Bak nasıl terakki eyledi dünyâ;
Çıkmak istiyorlar (Merih)e, (Ay)a:
Toprakta bilgi yok; ettiren insan;
Uyan ey sevdiğim, ne anlar kaya?

    Ne kuvvet vermiştir seyreden (göz)e..
    İlim hazinesi, söyleyen (söz)e..
    Kendinde olanı taksim eylemiş,
    Lûtfu inâyetle vermiştir bize.

(Emre)! Sen geriden ileriye dön,
Mürebbî öndedir; dâim eder ün;
Her ilim durmadan terakkî eder,
Zamâneye göre değişir her gün.

24.12.1952 saat: 09.40
Zapteden: F.Emre

EMRE’den Nükteler, Vecizeler, Enstantane

Cevaplar:

*Beşeriyet hâli, bizim elbisemizdir. Yâni hayâtımızı kazanmak için, icâbında bağıracağız, çağıracağız, müteessir olacağız, hakkımızı istiyeceğiz, fakat yine de hoş göreceğiz. Böyle yapmazsak, çıplak kalırız.

*

*  S.- İlim adamları çok alçak gönüllü oluyorlar.

*  Emre – İlim büyüdükçe insan küçülür. Ateşin yandığı yerde ot bitmez, gurur, kibir otları bitmez.

*

*  Kemâlât, tarikatın bittiği yerde başlar. Tarikat, yol demektir. Yol da inkâr edilmez ama, gideceğimiz yere varmazsak, yolda kaldık demektir. İstanbul buraya 1.050 kilometredir. Bin kilometre gittin, 50 kilometre kaldı, sen de orada kaldın, neye yaradı bu?

*

* Tekkeler kapanmasaydı, tasavvuf meydana çıkmazdı.

*

* Şu saatin içinde ne kadar parçalar vardır… Bunlardan bir tanesini çıkarsan, saat işlemez. Tasavvuf yolu da böyledir. Takva ister, cesaret ister, sebat ister.

*

* Karın boşalırsa, kafaya ilim dolar, kafa boşalırsa oraya Allah dolar.

*

* Kabuğu soyulmadan evvel, tasavvuf fenâ görülüyordu. Çünki onun kabuğu, şeyhlik, tarikat, teşbih vesâireydi. Şimdi kabuk soyuldu, iç meydana çıktı. Bu (İç), gençliğin malıdır, onu gençlik ilerletecektir.

*

 *S. – Şu Amerikalılar çok pratik insanlar. Büyük yemek dağıtma kaşıklarının içine çorba kaşığı, kahve kaşığı ölçüleri de yapmışlar.

  *Emre – Ölçü çok iyi bir şeydir. (Hakikat)te de ölçü vardır. Hakikatin ölçüsü ilim değil, ahlâktır. Ahlâk tekâmül ettikten sonra, ilim kendiliğinden gelir.

Hoca şu cevâbı vermiş:

Bunu bilmeyecek ne var? Kuyuların içini dışına çevirirler, oldu sana bir minâre.

Tefsiri:

Bu fıkradaki kuyu, insan vücûduna benzetilemez mi? Nitekim bir (Doğuş)ta da:

Ben o (Yusuf)u yarattım,
(Ken’an) kuyusuna attım,
Çıkardım, (Kervan)a sattım.
Sevmek için ben (Güzel)i.

Kuyu, bendeki bu (beden),
(Yusuf), gözümden seyreden,
Beni görür can terk eden;
Mutlak canından bezmeli.

Denilerek, kuyunun insan vücûdu olduğuna işaret edilmektedir. İnsanın akıl ve ahlâk kuyusu içinde yıllanmış, pis sular ve balçıklar olabilir. O kuyu, bir kuyucuya, yâni kâmil bir insana müracaat ederek (Beni temizle,) derse, kuyucu onu, içini dışına çevirmek sûretiyle temizler, yerin dibine batmışken, onu yükseltir, bir minâre haline getirir, başlar o adam (Hakikat) ezanını okumaya, ilân etmeğe.