12 Temmuz 1954 | Sayı: 103

26 Temmuz 1954 | Sayı: 104
28 Haziran 1954 | Sayı: 102

1 / 1/ 1954 tarihinde zaptedilmiş olan konuşmalardan notlar:

S. – Dünyanın altında ruhlar var diyorlar: En altta hava, havanın üstünde deniz, denizin üstünde balık, balığın üstünde öküz, öküzün üstünde dünya. Buna ne dersiniz?

Emre – Dünyanın altında öküz varmış öyle mi? Fena öyleyse… Dünyanın altında kalırsak öküz olurmuşuz. İnsan olan, ayaklarının üstündedir; dünya insanın ayakları altındadır. Dünyadan maksat, mal-mülk, para, kadın diyorlar ama, eğer bunlar bizi mahkûm ediyorsa dünyadır; etmiyorsa, dünya değildir… Hz. Muhammed: (Malınız, evlâdınız, karınız sizin düşmanınızdır!) demiş amma, onun sözlerini anlamak için onun anlayışına yükselmek lâzımdır. O, bu sözü, malı-mülkü karısı ve çocukları, mânevî yollarına engel olan kimseler için söylemiştir. Bakın sizin hanımınız sizinle aynı fikirde. Bu mesele nedir, diye araştırıyor; böyle bir hanım düşman olur mu?

S. – Yunus’un şiirinde Allah: (Kimini kâfir yarattım, kimini mü’min) diyor; bizim ne kabahatimiz var öyleyse? Niye böyle kimini kâfir, kimini mü’min yaratmış?

Emre – O, öyle söyleyebilir ve istediğini de yapabilir; bu kendine aittir. Biz ona “niçin bunu böyle yaptın?” diye soramayız. Hikmetinden sual olunmaz demiyorlar mı? Bize hitâbederken: (Şu harâm, bu helâl) demiş, iyiyi kötüyü ayırmış. Birinci sözüne inanır, bu ikincisine inanmazsak, olur mu? Harâm, helâl, yani iyilik, kötülük yok diye inanırsak, her türlü fenalığı yapmamak için hiçbir sebeb kalmaz. Zaten akıl, daima fenalığa meyyâldır.

Sonra, herkesi mü’min yaratsa olur mu? Bütün yediklerimiz şeker olsa da diğer ekşi, tuzlu, acı gıdalar olmasa olur mu? Bâzan zehirin bile vücuda faydası vardır.

Allah, iyiyi de, kötüyü de yaratmıştır; isteyen, istediğini beğenir, alır. İstediğimizi almakta bizi serbest bırakmıştır; çünkü bize irâde vermiştir. Bir eczanede zehir de var, diğer ilâçlar da. Ne lâzımsa, gidip onu alıyoruz.

Allah bize: (Hakîkati arayın; bulmak için de nefsinizi öldürün!) diyor; boşuna mı söylüyor Allah? Demin de okudunuz, Mısrî Niyâzî, Hakîkati anlamayanlara (Hayvan) diyor. Sade Niyâzî değil, Kur’ân da öyle söylüyor. Bir âyet vardı neydi?

– Ülâike kel’en’âmi belhüm adall.

Emre – Bilenle bilmeyen bir olur mu? Hakîkati bilmeyen, hayvanmış; öyleyse hayvanlıktan kurtulmaya çalışalım. İlâhî zevk, yani ölmeden evvel ölüp tekrar dirildikten sonra tecellî eden zevk, ancak insanlar içindir, hayvanlar için değil.

Ölüp dirilme, bu âlemde ve bir (Kâmil İnsan)ın gönlünde olur.

Nefis, yani akıl (Mâdem hakîkati anlamayanlar hayvanlar gibi mahvolup gidecekmiş, öyleyse bu âlemde her fenalığı, her istediğim şeyi yapar, ondan sonra toprak olurum; ne azâb, ne bir şey…) diyerek kendini kandırmaya çalışır. Hâlbuki iş, onun istediği gibi değildir. Kur’ân’da (Bir zerre şer yapan da, hayır yapan da karşılığını görecek!) demiyor mu? Bu dünyada fenalık yapan insan, o fenalığın cezasını da beraber götürüyor… (Herkes cehennem odununu kendi götürür…) demezler mi? Fenalık yapanlar da, akıllarında götürdükleri ceza içinde ebedîyyen haşrolup azâb çekeceklerdir.

S. – Hiç kurtuluş yok mu?

Emre – Var. Bu dünyada Allah’a îmân eden ve onu, tefekkürle arayanları bu tefekkür bir bilgiye götürür; o bilgi onları yeni bir tefekküre düşürür; böyle böyle, (Hakîkat)i (Cemâlullah)ı bulurlar. Amma bu buluş, kaç yüzbin, kaç yüz milyon senede olur, orasını Allah bilir… Allah’ın ne senesi var, ne de zamanı. Onun için (mesele)yi burada halletmeli. Bu vücut, bu hayat, bize işte bu (mesele)yi halletmek için verilmiş çok kıymetli, kıymeti ölçülemeyecek kadar kıymetli bir vâsıtadır. Bu vâsıtanın kıymetini bilelim.

İnsan vücudu, Allah tohumunun kabuğudur. Çırpınıp bu nefis denilen kabuktan kurtulursak ne alâ. Yoksa kabuk olarak kalırız. Kabuğun altında ne Hıristiyan var, ne Müslüman; sadece Allah var.

(Hayvanlara dirilme yok!) diyorlar. Öldükten sonra dirilme, demin de söyledik, ilâhî bir zevkten ibârettir; hayvan zevki ne bilsin… Biz de (Kel’en’âm) olmayalım ki, öldükten sonra dirilme zevkini tadabilelim… Bunun da yegâne çaresi (Aşk)tır, bir (İnsan)ı sevmektir.

Ama yine Niyâzî’nin dediği gibi:

Her mürşîde dil verme ki, yolunu sarpa uğratır.
Mürşîdi Kâmil olanın yolu gâyet âsan imiş.

S. – Çok zor… İnsan ümitsizliğe düşüyor…

Emre – Mahrum etmez, madem istiyoruz ve aczimizi bilmeğe çalışıyoruz.

S. – (Hz. Muhammed’in gölgesi yoktu…) diyorlar; ben buna inanmıyorum.

Emre – Tabiatullahtan hariç şeylere inanma… (Muhammed) dediğimiz şey, madde değil bir (Hâl)dir; (Hâl)in gölgesi olur mu? Sizin mesleğinizin gölgesi olur mu? Ama elbetteki sizin vücudunuzun gölgesi vardır. O da öyleydi.

S. – Tespih nedir? 

Emre – Tespih kaç tanedir?

S. – 33.

Emre – Bak, insanların belkemiğinde 32 tane kemik var; bir de sondaki ufacık kemik etti 33. Yani tesbih ile aradığımız (Varlık), insanda imiş.

33 tanelik tespihi uc uca getirip bir daire şekline sokmuşlar. Bir de (İmâme)si var. Îmâme’yi bulan, oradan çıkar, kurtulur; yoksa çıkması çok zor.

S. – Buda dini çok hoşuma gitti.

Emre – Türklerin dinidir, bu din. Buda büyük bir peygamberdir… Yağmur yağdırır, Allah’ın kendisine verdiği bütün kudretleri kullanırdı; noksanlığı buydu; yani kerâmetten vazgeçmesi lâzımdı. Hâlbuki o yağmur yağsın! derdi, yağardı; bir bakışıyla insanları öldürürdü. Onun bu kerâmetlerinin hatırası bugün bile yaşamaktadır: Yazın yağmur yağmadığı zamanlar, çocuklar sokaklarda Bodi! Bodi! diye bağırarak yağmur isterler. Çocukların bilmeyerek söyledikleri bu söz Buda’nın ismidir.

Buda o zevk ve kudret âleminden beşerler arasına inemedi. Asıl büyüklük, bunu yapabilmektir.

O devirde Buda’ya Allah diye taparlardı; fakat o, kendisine Allah dedikleri zaman, derhal Allah’la birleşir, kendisi aradan çıkar, fânî olurdu.

S. – Sizden doğan (hâl)e ve doğuşların Allah tarafından verilen bir mevhibe olduğuna inanamıyorlar; çünkü tahsîliniz yok. (Tahsîlsiz bir adamdan böyle şeyler doğar mı? O, bu sözleri anlayamaz bile) diyorlar.

Emre – Bizi tahsîlsiz zannediyorlar amma, ben bu ilmi 18 yaşımdan beri tahsîl ederim. Bu ilim, medrese ilmi, mektep bilgisi değil. 22 sene (âcîz) tahsîl ettim. 13 senedir de (aşk) tahsîl ediyorum. Bundan sonra bir (âcîz) tahsîli daha var.

Allah tahsîli başka: Tahsîl edeyim derken, sen tahsîl olunup yok olacaksın.

Mektep tahsîli vakta, saata tâbi: Sabahleyin mektebe gidersin; filân saatta dönersin yahut şu kadar sene tahsîl eder, şahâdet-nâme alırsın. Hâlbuki bu ilmin şahâdet-nâme’si, mektebe başlar başlamaz verilir. Mânevî tahsîlin ne saati var ne dakikası… Yerken, içerken, uyurken, yatarken, hiç durmadan devam eder. Bu münasebetle şu doğuşu veriyoruz: I. Kitap Doğuş: 680

Bu yol sevdadan geçer,
Sevenler “lâ”dan geçer,
Âşıkların yolları,
Daim Mevlâdan geçer.

Burada koyar canı,
Arzu eden Cânânı;
Âsümandan geçerken,
Yıldız olur seyranı.

Onu görür her nücum,
Ederler ona hücum;
Geçen şamdan olmuş,
Dudakları da bir mum.

Geceyi gündüz eder,
Işığı dümdüz eder;
Uzaktan seyir eden,
Hâlimizi söz eder.

Nidem, meşrebi değil,
Âşık mezhebi değil;
Burda âşıklar okur,
Çocuk mektebi değil.

(Kürsü)de durur Rahman,
Sever, eder imtihan;
Şahadetname yazar,
Yazdığı mürekkep: kan.

Kalemi dürter cana,
Kâğıdı boyar kana;
Bu bir aşk âlemidir,
Benzemiyor irfana.

Bilinmez akıl ile
İlm ile, “nakil” ile.
Zümrüdüanka kuşu
Bağlanır mı kıl ile?..

Varma, seni parçalar,
Ateşi seni dağlar;
(Emre) eğlendirmeye,
Durmaz candan nay çalar.

8.7.1945

Ben şâir değilim. Doğuşları söylerken, ne söylediğimi bilmem. Aczimden başka birşey bilmiyorum. Aczim tamam olduktan sonra bu hâl zuhûr ediyor. Söylediklerimin bir harfi bile aklımda kalmaz. Eskiden, bizden zuhûr eden bu doğuşları zaptettikleri zaman, bunların yazıldığını istemezdim; ağzımdan çıkan sözlerden dolayı tövbe istiğfar ederdim. Sonra, kendi kendime dedim ki: (Sen misin söyleyen? Elindeyse, hadi istediğin zaman söyle! Sen bu hâlin mahkûmusun!) ondan sonra tövbeyi bıraktım.

Kurtuluş (yokluk)tadır, yani aczimizi anlayıp tam bir teslîmiyyetle teslîm olmaktadır. İnsanın (benliği) kayboldukça, sırtındaki yük hafifler. Bir insan, kendine ne kadar pâye veriyorsa, o kadar müthiş bir cehennem içinde yanıyor demektir. Çünkü kendisine kıymet vermezlerse kızar, hürmet etmezlerse canı sıkılır. Vay sözümü tutmadılar! Vay bana pâye vermediler! Al sana cehennem.

Cennet ise, insanın, kendini bu âlemde her şeyden küçük görmesidir; böyle gören insan hiç azâb bilmez. Ne kadar küçülürsek hedef o kadar küçülür. Hedef kalmadıktan sonra övme ilâ sövme bir olur. Sana sövseler, yine onlara acırsın, şefkat edersin. Tasavvuf, bütün insanları, cins, millet, din, mezhep tefrîk etmeden ve şehvetsiz olarak sevmektir.

S. – Akıl bu sözleri bazan almıyor.

Emre – Vaktiyle (ârif)in biri (Vâdî-i Cünûn)dan geçerken dellenmiş fakat tabîi muvakkat bir delilik. Sonra aklı başına gelince, doktorlar, hakîkaten aklı yerine gelmiş mi diye onu tecrübe ediyorlar. Adamı deniz kenarına götürüp:

  • Say bakalım şu dalgaları!

diyorlar. Adam boyuna:

  • Gelen gitti, gelen bir. Diyor.
  • Hani sen hep (bir)le uğraşıyorsun, saymıyorsun? deyince:
  • Zaten beni deli eden, o (Bir)di, diyor.

Bu sözler, akıllı insanların havsalasına sığmıyor. Onların ikrâh edip kötü söylemeleri bundandır. Eğer, biz bu hareketlerinden dolayı onları hor görür ve onlara kızarsak, hatâ bizdedir. Çünkü biz de bir zaman onların şimdi bulundukları yerdeydik.

Bu meseleleri konuşunca, ne güzel dinliyorlar değil mi? Mutaassıplar kızıyor, fakat münevver insanlar dinliyorlar, alâkadar oluyorlar. Dinleyen mutlaka anlar.

Bilenle bilmeyen bir olur mu? Bilmeyen: dalga, bilen: (Deniz)in kendisi. Ama yine de bu insanlar ne kadar tatlı, bir bilseniz. Ah! onları benim gözümle görseniz. Ama ben de evvelce böyle görseydim deli olurdum.

Bu dünya gaflet dünyasıdır; fakat gaflet de bir devlettir. Gaflet perdesi dedikleri şey (kan)dır. Kanın renginin kırmızılığında da bir hikmet var. Kanı bir şişeye doldursan da kaldırıp şöyle baksan, şişenin öte tarafındaki eşyayı görebilir misin? Vücuttaki kanın çokluğu da böyle, hakîkati bize göstermez, o ne kadar azalırsa, iç gözü, onun arkasındaki şeyleri o kadar görür. Onun için peygamberimiz ve büyük adamlar riyâzat yapmışlardır.

Riyâzat esnasında bazı kudretler zuhûr eder, kerâmet ferde aittir, umûma şümûlü yoktur. Dua ile kerâmetle savaş kazanamayız… Kerâmet yapan adam bir (Nokta)ya dayanıyor, kerâmet yapıyor; fakat o (Kudret) ona ne yaptırırsa onu yapabiliyor. Hoş onu da terk etmek lâzım ya… Hz. Muhammed, karnına bıçak, avurduna şiş mi soktu?

Samîmî olarak söylüyorum ki, ben daha âcîz ilmini bitiremedim; nerde kaldı tasavvuf ilmi… Amma o (Kudret) gelip beni istilâ edince, istediğini söylüyor; ben âcîzim.

Herkes, yaptığında ve söylediğinde haklıdır. Bize kötü dedikleri için onları hor görmeyiz. Değil onlara fena bir söz söylemek, hattâ tenkid etmek bile istemeyiz; çünkü olabilir ki bu tenkitten onların gönülleri incinebilir onların gönlü de Allah’ın gönlüdür, bizim gönlümüzdür; hepimizin gönlü aynı gönüldür.

Biz bu âleme kötü görmeğe, kötü dinlemeğe, kötü söylemeğe, kötülük yapmağa gelmedik… Bu âlemde birkaç günlük misafiriz, o kadar. Bir insan, bir ağanın evine misafir olsa, fakat ağanın adamlarının, çoluğunun, çocuğunun ahlâkını tenkid etse, ağanın zoruna gitmez mi? Çünkü adamlarının kabahatini görmek, ağanın kabahatini görmek demektir. (Bunların kabahatlerini ben görmüyorum da sen mi görüyorsun?) der, bize kızar. Allah da böyle kızar bize, eğer kullarına karışırsak. Onun için nemize gerek.

Hakîkatin menba’ını anlayınca, fücûrat kendiliğinden kaybolur. Bir devre gelir ki bir zevk deryâsına düşülür. Tasavvuf hâlini, tasavvuf ahlâkını yazı ve söz ifade edemez. İlim, kelâm yetişmez buna… Bu deryâya her insan düşebilir, yeter ki tefekkür etsin.

Bu ilimle meşgul olanlar kötülük yapamaz. Kötülük yapanlar, tembel olanlardır. Bütün Şark, hemen baştanbaşa uyuşuktur. Bizleri bu hâle şeyhler, hocalar getirmişlerdir. Papazlar fizik bilir, coğrafya bilir; bizim şeyhler, hocalar ne bilir? Bizi duaya, günâha, sevâba mahkûm etmişler.

Sırası geldiği için, buraya Emre’nin, bir sünnet düğününde söylemiş olduğu bir sözü ilâve ediyoruz. O düğünde bulunanlardan biri: (Herhangi bir tarîkata giren insan ağlamalı, sızlamalı…) demişti. Emre ona şu cevabı verdi:

– Bilakis tarîkatten çıkınca gülmeli. Ne tarîkat isteriz, ne de ağlamak.