Bir sohbet esnasında bir arkadaş, tasavvufî konuşmaların verdiği inşirâh hazziyle gülüyordu. Bay Emre, gülen arkadaşı söyletmek için bizlere dönüp sordu:
– Bu arkadaş niye gülüyor acaba?
– Gülen arkadaş cevap verdi:
– Bayram da onun için.
– Arefesiz bayram olur mu?
– Vardı amma geride kaldı.
Evet, bayram gelince arefe geride kalır; yani arefenin, kıymeti
kalmaz. “İrfâniyyet” de arefeye benzer. Kelime ve mânâ bakımından da her iki kelime aynı kökten gelir. Hakikat bayramını yapamadıktan sonra irfâniyyet’in ne kıymeti var… “Arefe günü yalan söyleyenin bayramda yüzü kara olur” derler. Bayramda böyle bir şey yoktur. Yol irfâniyet’ten geçer amma irfâniyyette kalmamalı. Bayram, insanda, insanları incitecek fena tabiatlar mahvolunca başlar. Onların yerine sevgi ve şefkat doğar. Bayramda herkes birbirini neden tebrik edip koklaşıyor? Sevdiklerinden. Hakikat bayramı da böyledir amma “Men lem yezük lem ya’rif”: Tatmayan bilmez.
Yine o arkadaş, oturmak üzere yer ararken:
– Yer var mı?
diye sormuştu. Bay Emre şu cevabı verdi:
Her taraf yer. Yemeyen hiçbir şey görmedik. Bu dünyanın adı: Yer. Biz
yenmemeye gayret edelim.
Bir sohbette Ziya Paşa’nın:
Erişir menzili maksûduna âheste giden
Tiz- reftâr olanın pâyına dâmen dolaşır.
beyti okunmuştu. Paşanın bu beytine, bir şairin şu mealde bir cevap
verdiğinden bahsedildi: (Terziler şimdi etekleri kısa kesiyorlar; onun için eteklerin ayaklara dolaşma tehlikesi kalmadı. Çabuk yürümeyenler yolda kalıyor; baksana yelkovan akrebi saatte bir çiğneyip çiğneyip geçiyor.)
Bay Emre meseleyi şöyle izah etti:
– Ziya Paşa sözünde, ona cevap veren şair de görüşünde haklıdır.
Ziya Paşa’nın sözü, zamanın tehlikesine ve sür’at telâkkisine uymaz gibi görünüyor. O şair de Ziya Paşa’nın sözünü bunun için anlayamamıştır. Ziya Paşa’nın sözü hakikat meclisine gelip de çabucak bir şey öğrenip, kapıp kaçmak isteyenler içindir.
Hakikat meclisinden bir şey öğrenmeye gelenler aldanıyorlar. Onlar öğreneceğiz zannediyorlar; hâlbuki öğrendiklerini unutacaklardır.
Sohbette birisinin yaptığı fenalıktan bahsedildi. Bay İsmail Emre bu sözü mütebessim bir muhalefetle kesmeye çalıştı.
– Oh ne güzel yapıyormuş.
– Söz sahibi itiraz etti:
– Öyle olur mu?
– Nasıl olmaz… Sen onun yaptığını yapabilir miydin?
– Hayır.
Öyleyse mesele yok. Onun yaptığı iş, mutlaka yapılacak; yapıl
mazsa nizam-ı âlem bozulur. Bak şuna, bizim âhengimizi bozacak… O da işe memur edilmiş ne yapsın…
Bir gün dükkânda otururken birisi selâm verip oturdu. Ve söze şu sualle başladı:
– Allah bir âyette “Biz emaneti dağlara gösterdik; onlar kabul etmediler de insan kabul etti; çünkü insan zâlim ve câhildi” diyor. Bu âyetteki “emanet” ten maksat nedir?
Bay Emre şu cevabı verdi:
– Buradaki emanet “Benliktir.”
Suali soran itirazda bulundu:
– Benlik demek nefis demektir. Nefis hayvanda da vardır. Hani Allah
bu emaneti yalnız insana vermişti?
– Benlik başka, nefis başkadır. Nefis sahibi olduğunu iddia ettiğiniz hayvanı “edepsiz, terbiyesiz.” diyerek tahkir etsek, hayvan bize kızar mı? Nefis akılla beraber olursa ona benlik denir, “emanet” dediği de budur. Bu benliği hiçbir kimse kabul etmemiş, insan kabul etmiş; çünkü insan câhil ve zâlimmiş.
– Bazı müfessirler “emanet”i “namaz” olarak tefsir ediyorlar?
– İnsanlar câhil ve zâlim oldukları için mi namaz kılıyorlar? Namaz câhilliğin ve zâlimliğin bir icâbı mıdır? Böyle şey olur mu? Müfessirlerin akıl şişesi baş aşağı çevrilince, içinde ne varsa o dökülüyor, onu söylüyorlar.