08 Eylül 1952 | Sayı: 55

22 Eylül 1952 | Sayı: 56
25 Ağustos 1952 | Sayı: 54

Bir gün Emre’ye şöyle bir sual soruldu:

— Mevlâna ile bir arkadaşı, kendileri Konya’da oldukları halde sabah namazlarını Mekke’de veya Medîne’de kılarlarmış. Böyle bir şey olabilir mi?

Emre şu cevabı verdi:

— Böyle şeylerin aslı yoktur. İslâmiyet’i, bu türlü hurafeler anlaşılmaz hale getirmiş, bizi de asırlarca uyuşturmuştur. Tasavvuf, İslâmiyet’i hurafeden kurtarıp hakiki çehresiyle bize tanıtmağa çalışır. İslâmiyet’te böyle şeyler yoktur. İslâmiyet demek Hz. Muhammed demektir. Hz. Muhammed Mekke’den Medîne’ye uçarak mı gitmiştir? O büyük zât, Allah’ın bütün kudret ve kuvvetlerine sahip ve mâlik olduğu halde “ben de sizin gibi bir beşerim” demiş ve Allah’ın kuvvet ve kudretini kötü yolda kullanmamıştır. Hz. Muhammed isteseydi düşmanların hepsini bir anda mahvedebilirdi. Buna rağmen o, bizim hayat şartlarımız içinde kalarak dînî telkin etti; bu uğurda hakaretlere ve taarruzlara uğradı; üstün düşmanlar karşısında hicret etmek mecburiyetinde kaldı; hatta bir savaşta bir okla dişleri bile kırıldı. Hz. Muhammed’in bu hareketleri, İslâmiyet’in hurafeye ve keramete katiyyen yer vermediğini açıkça gösterir. Tabiat kanunları, Allah’ın kanunlarıdır. İnsanlar tayyareye binmeden havada uçabilirler mi?

– Hayır, uçamazlar.

– Öyleyse Mevlâna ile arkadaşının da uçarak Medîne’ye gidip Peygamberimizin ravzasında namaz kıldığına inanmayınız. Bu gibi hurafeleri, bu türlü hikâyeleri, İslâmiyet’in ve Allah’ın hakikatini bilmeyen insanlar uyduruyorlar. Maksatları da güya Mevlâna’yı halkın nazarında büyütmektir. Hâlbuki onu büyütelim derken küçültüyorlar. Mevlâna gibi, Allah’ın muhît olduğunu bilen ve onu daima gönlünde taşıyan bir insan, gönlündeki Allah’a kılacağı namazı gider de Medîne’de mi kılar? Allah, Mevlâna’nın gönlünde olduğu gibi, Muhammed de Mevlâna’nın gönlündedir. Mevlâna, gönlünde olan Muhammed’i bir avuç toprak içinde arar mı? Ahmed, Mahmûd, Muhammed, Mustafâ kelimeleri aşağı yukarı hep (öğülmüş, tasfiye edilmiş, seçilmiş) mânâlarına geliyormuş, öyle değil mi?

— Evet.

— İşte Hz. Muhammed bir vücut değil bir “mânâ” ve “hâl”dir. “Hâl” ölmez, ebedîdir. Ebedî olan bir şey ise kabire ve mezara sığar mı? Kabre girip de çoktan çürüyen şey, Hz. Muhammed’in vücudu idi. Hâli ve mânâsı ise Mevlâna gibi insanların gönlünde yaşamaktadır. Hz. Muhammed için ölüm yoktur; çünkü o, ezelî ve ebedîdir. Mevlâna, gönlündeki Muhammed’i dışarıda arar mı?

Bir şey daha var: Muhammed dînî aşikâr değil midir? Yani Muhammed dînînde gizli kapaklı bir şey olamaz değil mi?

— Evet.

— Eğer Konya’dan veya herhangi bir yerden uçup Mekke’ye, Medîne’ye giderek orada namaz kılmak, aşikâr olan Muhammed dînînin icaplarından ise, niçin bu işi gizli yapıyorlar? Madem Muhammed dînî aşikâreymiş, uçtuklarını biz de görelim. Fakat tabiat kanunlarına göre böyle bir şey olamaz. Gözümüzle görmediğimiz bir şeye inanmayalım. Birçok defalar anlattık; sırası gelmişken bir kerre daha söyleyelim. Hani, Hz. Muhammed’e bir kutu bal getiriyorlar. O da Ebubekir’e, Ömer’e, Osman’a soruyor. “Bu nedir?” diyor. Onlar da “bal, efendim” diyorlar. Peygamberimiz: “bilemediniz” diyor. Sıra Ali’ye geliyor. Ona da soruyor. Ali, “Bilmiyorum efendim; bakayım da söyleyeyim” diyor. Kutuyu açıyor, baldan bir parmak alıyor, ondan sonra: “balmış, efendim” diyor. İşte böyle olmalı; yani Hz. Ali gibi olmalı. Bu hurafeler tekkelerin mahsulü idi. Kanun ve medeniyet tekkeleri kapattığı için oraların mahsulü olan hurafelerin de ilim ışığı altında, geçmez akça olduğu anlaşıldı artık. Artık kimse, böyle şeylere inanmıyor ve inanmamalıdır da. Hurafeler, milletlerin terakkisine mâni olur. Gerçek tasavvuf kitaplarında böyle şeyler yoktur.

Gelelim anlattığımız hikâyenin iç mânâsına: Hz. Muhammed (Enne Medînetül’ilm ve Ali babuha) demiş. Namazı, asıl işte bu Medîne’de kılmalı; hem de sabah namazını. Mevlâna, sabah namazlarını (Şems-i Tebrîzî)nin gönlünde kılardı. Buradaki sabahtan maksat da “akıl sabahı” dır. Bazı insanların akılları, gece gibi karanlık olarak gelir, karanlık olarak gider. Bazı insanların akılları da ebedî bir sabah içindedir. Akıl sabahına ulaşanlar, bu hikâyelerin, mecâzi mânâda söylenmiş olduklarını bilirler. Bu hikâyedeki Medîne’den maksat da Hz. Muhammed’in ve dolayısıyla büyük adamların gönlüdür. Ehli tasavvuflar için Allah’ın evi, yani Kâbe Allah’ın kendi eliyle yaptığı bir (Kâmil İnsan) ın gönlüdür. Kâbe  ise İbrahim’in yaptığı bir binadır. Mevlâna’nın bunu anlatan bir sözü olacak; neydi o?

— Kâbe, bünyâd-ı Halil-i Azerest
Dil, nazargâh-ı Celil-i Ekberest

— Ne diyor, yani? Türkçeye çevirelim hele?

—Kâbe, Azer oğlu Halil’in yaptığı bir binadır. İnsan gönlü ise Allah’ın nazar ettiği, baktığı bir yerdir) diyor.

— E, böyle diyen Mevlâna, gönlündeki Allah’ı dışarıda arar mı?

Bir şey söylerlerdi: (Gönülü gönüle katayım dersen) diye bir şey okurlardı. Aklın sabahına ulaşmak için ille (Gönül)ü bir (Gönül)e katmak lâzım. Çünkü mayasız hamurdan ekmek pişirmiyorlar. O (Gönül)ün mayası bir topak tasavvuftur. Tasavvuf mayası katılmayan hamurlar pişmez, çiğ kalır.