İç Kaynak Dergisi – Sayı: 9

İç Kaynak Dergisi – Sayı: 10
İç Kaynak Dergisi – Sayı: 7/8

İÇ KAYNAK DERGİSİ | Sayı: 9

EMRE’nin Konuşmaları: 9

(29.11.1957de yapılmış bir konuşmadan zaptedilebilen notlar)

S.- (İç Kaynak) mecmualarından birinde bir papazla olan konuşmanız var; onda papaza kendinizi doğrudan doğruya takdim etmiyorsunuz da, Celâl efendinin önden girmesini, papazın, onu siz zannetmesini istiyorsunuz; neden? Siz onun kudretini ölçemez miydiniz?

Emre – Beşeriz. Vasıtasız, bir şey olur mu? Hz.Muhammed: (Likülli şey’in sebeba = Her şeyin bir sebebi vardır) diyor.

İlâhi kudretle bir insanın kabiliyetlerine hükmetmek doğru olur mu? Öyle olsaydı, bu onun için mağlûbiyet sayılır mıydı? Biz oraya beşer olarak gittik.

Sonra, Celâl Efendi, bizi bu ilmin menbaına götüren büyük bir adamdı: rahmetliye çok hürmetimiz vardı. Onu, hürmeten öne aldık. Eğer Celâl Efendi papazı ikna edip susturabilseydi, biz hiç karışmayacaktık.

Papaz âlim bir adamdı. Hiç evlenmemiş, zamanını Hristiyanlık ilimine sarfetmiş. Öyle yapmasaydık onun ilmî kudretini ölçemezdik.

Onu Celâl Efendiyle konuşturup kendisini seyrettik, ne olduğunu anladık. Papazı ve ilmini çok sevdik.

S.- Celâl Efendi, insanları sevmeyi öğrenmiş miydi?

Emre – Evet.

S.- Bir arkadaşım tasavvufu kabul etmiyor?

Emre – Kimsenin kanaatına karışmamak, tasavvufun prensibidir. Tasavvuf, herkesi, inanış ve kanaatleriyle birlikte sevmektir. Esâsen, tasavvuf terki dâvâdır.

Bir Sultan Hanım bile, doğurduğu çocuğa mahkûmdur. Biz de (Hakîkat)i bilmeyenlere öylece mahkûmuz. Onun rengine uyarız. Fakat muvakkaten, onunla temas ettiğimiz müddetçe onu incitmemek için ve incitmeden onun rengine uyarız; tıpkı bir ayna gibi. O gidince, yine kendi rengimize döneriz.

Bak, (Nakşbend) diye bir adam gelmiş, etrafını uyandırmağa çalışmış. Bir kısım insanlar da güya ona uyuyorlar… O nerde, onlar nerde… Haberleri bile yok O zât, bu âlemin her nakşını olduğu gibi kabul etmiş. Kimseyi hor görmemiş, hiçbir şeyi eksik bulmamış; her şeyi yerinde görmüş. Onun için kendisine (Nakşbend) demişler.

Bu hâl büyük bir kemâlâttır. Birisi gelir, seninle alay eder, ona kızmayacaksın; fakat zorâkî olarak değil, tabiî olarak, hâl olarak. Seninle alay eden incinmesin diye ona kızmayacaksın. Tevâzu, insanın cennetidir. Ben de mütavâzı olayım, dersen, birdenbire olamazsın, tevazuu hazmetmek lâzımdır.

S.- (Birdenbire) Bu sigara kimin?

Emre – Bizim.

S.- (Bu sigara benim!) dersiniz diye, bakalım böyle söyler misiniz diye sormuştum. Demek ki mağlûb olacağım bir sual sormuşum.

(Burada aklımıza gayrihtiyarî  (…Ve yemkürûne ve yemkûrullahu; vallâhu hayrulmakirîn =Onlar sana hile yapacaklardı, Allah onlara hile yaptı; Allah hîle yapıcıların en hayırlısıdır- Enfâl 30.ayet) ile Peygamberimizin (El harb hud’atûn=Harb, bir hîleden ibarettir) hadisi (İç Kaynak) geliyor.)

Emre – Yook, biz öyle bir şey bilmeyiz. Kimsenin mağlûb olduğunu istemeyiz, incindiğini istemeyiz. Hem biz neye sahibiz ki… Ne bizimdir ki…

Her türlü incinmeye razı olmayan kimse, Hakikat’i anlayamaz. Şarklılar, ellerine, yüzlerine (Döğme) yaptırıyorlar. Baruttan yapılmış bir mürekkeple vücutlarının herhangi bir yerine, istedikleri şekli, meselâ bir çiçek resmi yaptırıyorlar. Bir araya getirilmiş toplu iğnelerle orayı, batıra batıra kanatıyorlarmış. O barut mürekkebinin rengi kana karışınca, bildiğimiz o döğmeler meydana çıkıyormuş. İğnelerin acısına tahammül etmeyen, onu sevmeyen, o nakşı yaptırır mı?

S.- Acaba o nakış, o zahmete değer mi?

Emre – Sen gel ona sor. O da bize: (Şu kıravata ne lüzum var?) dese, ona ne cevap verebiliriz? Biz medeniliği böyle anlıyorsak, o da böyle biliyor.

S.- Herkes aynı ideâlde birleşse?

Emre – Olmaz. İmkânsız, nakış bozulur. Siz kendinize benzer bir kimse daha bulabilirseniz, bu iş de olur. Yüzünüz benzemediği gibi aklınız da benzemez.

Bir devir gelir, uyuduğun zaman kendini kaybetmezsen, o rüyanın ne olduğunu bilirsen, o vakıt müşkülün hallolur. Buna (Mümkün değildir!) deme. İnsanlar, azmederlerse her şeyi yapabilirler.

S.- Rüya hakkında ne düşünürsünüz?

Emre – Rüya, (rü’yet) kelimesinden gelmiyor mu? Yani bir siz varsınız, bir de gördüğünüz, hattâ bir de görüşünüz.

Rüya, kesret âlemine âit bir hâldir. Vahdet âleminde ne rüya vardır, ne bir şey… Varlık tektir, iki değil. Onun için (Vahdeti Vücud) diyorlar ya…

Bir şeyi sevebilirsiniz; bu, aklınıza ekilir. Bir müddet sonra, meselâ birkaç gün veya birkaç sene sonra o müddet zarfında neşvünema bulan o görgü, o sevgi sizden size görülür.

S.- İnsan rüyada, sade sevdiğini görmez ki…

Emre – Kızdığını, korktuğunu da görür. Haşrolma dedikleri şey budur.

S.- Neden görüyoruz bunları?

Emre – Nakış yapıyor aklımıza. İnsan beyni kürei arzdan çok büyüktür, hattâ felekiyyâttan da büyüktür. İnsan, gözü veya kulağı vâsıtasıyle bir resim çeker beynine. Objektiften giren resmi hemen görmek nasıl mümkün değilse, beynimizin, aklımızın çektiği resimlerin rüyasını da hemen görmek mümkün değildir, objektiften giren resim, banyolardan sonra meydana çıkar. Gördüğümüz, duyduğumuz şeylerin, rüya olarak görülünceye kadar içimizde kalış müddeti de bu banyo müddetine benzer.

S.- Bâzen, olacak hâdiseleri de görüyoruz. Onları bilmiyorduk ki görmüş olalım?

Emre – İyi ki bilmiyoruz.

S. Bazen hiç tanımadığım bir insan rüyama giriyor.

Emre – Hayır. Bildiğimiz tanıdığımız bir şeyi, içimizdeki arzûlar, korkular, duygular büyütüyor, ona dal, budak saldırtıyor, karşımıza bir şekilde çıkartıyor.

S.- Siz Tanrıya yakınlıktan bahsediyorsunuz…
Emre – Siz uzak mısınız?

S.-Ama onu bulmam için bâzı şeyler yapmalıyım. Gözümü dünyadan ona çevirmem lâzım.

Emre – Hayır. Bu terakkiye mâni olur. Benim kanâatimce, bu, en büyük küfürdür. İnsan, hem beşeriyete hizmet etmeli, hem de Allah’ı aramalı.

S.- Demin, sigara için (benim) demediniz de (bizim) dediniz; yani benliksiz bir cömertlikle, onun hepimize ait olduğunu söylediniz; madem her şeyi paylaşabiliyoruz, benim suçumu da kabul eder misiniz?

Emre – Hayır. Biz suçların içinden çıkmaya çalışıyoruz. Suçu, Allah da yasak ediyor, kanun da. Suça ortak olmayız.

S.- Asıl meziyet, suça ortak olmada. Çünkü kötüyü de Tanrı yaratmıştır.

Emre – Ben, öldürmek istediğim bir adamı size öldürtmek istesem, sizi bu cinayeti yapmaya davet etsem, yapar mısınız?

S.- Belki öldürmem. Fakat o cinayette bizim hissemiz de yok mudur?

Emre – Böyle düşünürsek, ortada suç diye bir şey kalmaz. Öyleyse, herkes birbirini öldürsün…

S.- Ben birini vursam, bu bir cürümdür, evet; fakat ben, sâdece silâhı çeken adamım. Benim onu vurmamı hazırlıyan sebepleri yalnız ben yaratmadım, hepimiz yarattık. Neden, hâdisede sadece ölenle öldüreni görüyoruz? Sebeplerin sebeblerini bir silsile hâlinde aramalıyız. Ben o adamı öldürmekle sebepler barutuna Sâdece bir kibrit çakmış oluyorum.

Emre – Öyleyse, barut veya ateş olmayalım da su olalım.

S.- Ama insan bu sebepler girdabında kendini kaybediyor.

Emre – Kendini kaybetmeyenler de var ve çok. Kendini kaybetmek hamlıktır. Biz olgunlaşmaya çalışıyoruz. Olgun insan, kendine çarpan veya söğen kimseyi affeder, hâdiseyi önler. Senin asabiyetinden filân şehirdeki bir insan, kendi hâlinde yaşayan ve cemiyete karşı yapacak vazifeleri olan bir insan niçin mes’ûl olsun? Senin suçuna niçin ortak olsun?

Hamlığa ortak olmayız, fakat onu olgunlaştırmaya çalışırız. Her şeye ortak olunmaz. Sen gözünü başkasına emanet olarak verir misin? Vermezsin; çünkü sana lâzım. Herkes kendini ıslâh etmeli.

S.- Siz bir kimseye nasihat vermek istemez misiniz?

Emre – Dinlerse. Dinlemezse ne diyebilirim? Gücün yetmez ki zorla dinletesin…

S.- Demin insan için felekkiyâttan büyük dediniz. Madem bu kudreti var, gücü yeter.

Emre – Allah bize (Bir gün bana fiillerinizle geleceksiniz), diyor. Ona vücutla değil, fiille gidilir. O, bütün fiilleri kabûl etmiş, yaratmış. Bu terakki, o çeşitli ahlâk ve bilgilerin birleşmesindendir. İyilik iyilere; kötülük kötülere lâzım. Her mahlûkun gıdâsı ayrıdır. Gemisini kurtaran, kaptandır. İnsanda her ahlâk mevcut ama kaptan köşküne hangi ahlâkımız çıkmışsa, bize o hâkimdir.

S.- Biz öldükten sonra, bu sevgi nereye gidiyor?

Emre – Biz ölmeyiz. Ölen, bu vücuttur. Biz, vücut değiliz. Vücut, biz öldükten sonra, leşten başka bir şey değildir. Gören, ondan ikrah eder, şimdiden etsek olmaz mı?

Biz, ne vakit bu vücuttan başka bir şey olduğumuzu anlarsak, o zaman ölümsüzlüğe ereriz. Bu vücut, bir elbisedir. Eskiyince onu atarız.

İleriyi gören adamlara (büyük) sıfatını veriyorlar. Biz de ileriyi görmeğe çalışalım.

S.- Bakın, sigaraya (bizim) derken, bizi ona hakikaten iştirâk ettiriyorsunuz. Samimiyetinize hayranım. Ben bir arkadaşıma bile bu kadar inanamam.

Emre – Bir ahlâkın hâli tecellî etmezse, sözü yalan olur. Onun için Kur’ânda (Lâ’netullâhi alelkâzibîn) diyor. Lânet, Allahtan uzak olmaktır. Yalan zâten Allah’a yaklaşamaz.

S.- Sizinle konuşurken çekinmiyorum. Halbuki en yakın arkadaşımla konuşurken bile söyleyeceklerimi tartıyorum. Sizin sözlerinize de ben, öylece inanıyorum.

Emre – En büyük samimiyet, her şeyi hoş görmek ve affetmektir. Benim hâlimi hazmedemiyen, beni kınar. Ama Allah, daima hoşgörür, affeder. Ana, çocuğunun pisliğine kızmaz, onu yıkar, temizler. Yâni burada sevgi hâkimdir. Sevgi aşk olursa, her şey anlaşılır.

Ba’d ez vefat, türbeti mâ der zemin mecûl
Çün sinehâ-yı merdüm-i arif mezar-ı mâst.

(Öldükten sonra bizi toprakta arama! Çünkü bizim mezarımız, arif insanların gönlüdür) diyen, Mevlâna değildir. Bu sözü, Mevlânâ’nın dilinden söyliyen Mevlâ’dır. O Ebedî Kudret ise, hiç ölmez. Bu gönül, nice arzulara, nice fenalıklara mezar oluyor… O Ebedî diriliğe mezar olsa da kurtulsa…

Damlaların, birbirine değenleri birleşir, uzakta kalan onlara karışamaz; karışamayınca da kurur gider.

S.- İçkiyi hoş görmüyorsunuz?

Emre – Evet, İçme. Sarhoşluk, iki türlüdür. Biri bu, biri de mânevî sarhoşluk. Öteki sarhoşluğun, hem keseye, hem ahlâka, hem de sıhhata zararı yok mu?

S.- Var. Fakat içen, belki kendini unutmak için içiyor?

Emre – Bu bir tesellidir. Fakat seni hor görmüyorum hâ…

S.- Oluyor bâzen. Bir arkadaşa içki ikram etmemek, bazen onu o masada refüze etmek mânâsına gelebiliyor. O arkadaş, kalb muhabbetini içki kadehini tokuşturmak zannediyor.

Alkol, belki bizi aldatıyor ama bu aldanmaya rıza gösteriyoruz. İsterdim aldanmamak.

Emre – Evet, Rakı içmekten Allah incinmez, kızmaz, bizden bunun için ikrah etmez. İçkiyi, bize zararı var diye yasak ediyor.

S.- Maalesef irâdemizi kullanamıyoruz; iyi insan olamıyoruz.

Emre – En büyük devlet budur, insanın, kendi noksanını, özrünü bilmesidir. En büyük ilim de budur. Kendini kabahatsiz görenlerin gözü kördür.

S.- İnsan, kendi kabahatini ne kadar görse, yine de kendine bir hak ayırıyor.

Emre – Yunus Emre’nin bunu anlatan bir şeyi var:

Bir küt ile güreştim, elsiz, ayağım aldı,
Anı da basamadım, göyündürdü özümü.

diyor. Onunla başa çıkmak kolay değil. Bizi yere vuran nefis, elsiz, ayaksızdır ama gözünün bir imasıyla yerlere vuruyor. Bizde Allahın kuvveti varsa, onda da var.

Kur’ân’da iki defa ölmek, iki defa dirilmekden bahsediliyor, insan iki defa ölür mü? Ölümün biri, vücûdun ölümü. Öbürü, aklın ölümü. Bu ikinci ölüm, irâdemiz Allaha geçince başlar. Bu ölüm, ölümsüz bir diriliktir. Nefsin arzuları yapılmayınca, Allahın arzu ve irâdesi tecellî eder. O ölümsüz dirilik, bunun arkasındadır. Fakat bunu ne biz anlatabildik, ne de siz anlıyabildiniz. Çünkü bu hâlin kelâmı yok. Hakkın dili, halkın diline karışık. Bir (İsm-i Âzam)dan bahsederler. Bu yolda çalışırken, birgün o hâl tecellî eder. Demin bahsettiğimiz ölüm, işte bu tecellîden sonra başlar. Ölüp de dirilmek budur. Bu, ne akılla, ne tahsille, ne felsefeyle olur… Ama insan istedikten sonra mutlaka muvaffak olur. İstisnası yok, her insan muvaffak olabilir.

Bu tahsil, tefekkürle olur. İnsan, başını yastığa koyunca, birken, iki kişi olur, başlar kendi hakkında hüküm vermeğe. Kendi kendinin hâkimi olur insan, Hz. Muhammed’in dediği tefekkür budur işte, yani bu konuşulan sözlerin hazmı. Bu sözler, kimin kulağına girerse, kök atar; eğer sâdıkane istiyorsa.

Bütün ilimlerin nihayeti budur. Bütün insanlar buraya doğru yürümektedir. Bu işi Avrupalılar daha çabuk kavrıyorlar. Avrupalılar bu hâli öğrenip bize öğretecekler de ondan sonra inanacağız. Şimdiye kadar nice Mevlânâ’lar gelmiş geçmiştir. Onlara inandık mı? Hayır. Şimdi bu işi Avrupalılar ellerine aldılar. Onu büyütüp bize verecekler. Olsun da, nasıl olursa olsun.

Ama herkes bu sevgi deryasına garkolamaz. Bundan hâriç olanlar da olur elbette. Çünkü meyva, kabuksuz olmaz; derisiz mahlûk olamayacağı gibi. Kabuk, içe kuvvet verir. Karpuzun içi, kudretini, tadını çöpünden alır. Kocaman bir ağaç, içi kovuk da olsa, yine meyva verebilir; fakat kabuğu soyulursa, kurur. Kabuğun da için de ayrı ayrı vazifeleri vardır, hiçbir şey abes değildir. Kabuğu hor göremeyiz. Hor görünce, biz kabuk oluruz.

S.- Niçin onların kabuk kalmasına râzı oluyoruz?

Emre – İstemezlerse, zorla olmaz ki… İçi muhafaza etmek için mutlaka bir kabuk lâzım. Onlar olmazsa, biz olacağız. Ama yine de onları doğru yola davet etmek vazifemizdir. Allah, Kur’ân’da (Rabbül’âlemin) olduğunu söylüyor. Mürebbi, yol gösteren demektir. Mürebbî, yola gitme niyeti olana yol gösterir. Gitmek istemiyene ne yapsın… Kendi ahlâkını, kendi terbiyesini beğenene ne yapsın mürebbî? Öyle kimseler mürebbiyi göremezler, görmek de istemezler. Çünkü ahlâklarını sevmişler; o yolda emek çekmişler, emeklerinden vazgeçmiyorlar.

Adamın biri uzak bir yola giderken, yolda bir oduncuya rastlıyor. Çok da yorulmuş. Merkebi kiralamak istiyor, soruyor:

  • Odunu kaça veriyorsun?
  • 250 kuruşa.
  • Ben sana 250 kuruşu vereyim, odunları yık, beni bindir, olmaz mı?

          Adam, önce (peki) diyor, odunu yıkıyor, fakat yolcu merkebe bineceği zaman:

  • Peki, benim bu odunlarım ne olacak? diyor.
  • Canım, ben sana bu odunların parasını verdim ya… İstersen daha fazla vereyim, beni bindir.

          Oduncu:

  • Olmaz, odunumdan vazgeçemem; ben ona emek çektim, diyor.

Biz de sevdiğimiz ahlâk odununun yola yıkılmasına kolay kolay razı olamayız. Odun göz önünde kaldıkça, ondan vazgeçmesi zor. İyisi mi, oduna bir kibrit verip yakmalı; ahlâk odununu aşk ateşiyle yakmalı.


S.- Tasavvuf kitaplarında (Fena fişşeyh) (Fena firresûl), (Fena fillâh) gibi tabirlere rastlıyoruz, bunları izah eder misiniz?

Emre – Develioğlu bunları anlatırken, ben fakir dinliyemezdim ya… Şöyle anlatabilir miyiz bakalım;

Bir mürid, mürebbîsinin her yaptığına cânı gönülden râzı olursa, tekdirine gönlü kırılmazsa, onu canından fazla severse, bu hâl, (Fenâ fişşeyh)dir, yâni mürebbî’de yok olmak.

Sonra bakar ki, mürebbîsinin söyledikleri, aynen Hz.Muhammed’in söyledikleridir, o vakit, mürebbîsinin kalıbını bir tarafa bırakarak: (Hz. Muhammed, benim mürebbîmin ağzından söylüyor, bu O, O da budur) derse, mürebbîsini o gözle görürse oldu (Fenâ firresûl)

Peygamberimiz Allahın sözlerini söylemiyor muydu? Aynı sözlerin mürebbisinden de söylendiğini görünce, (O Kudret, buradan söylüyor; bu O, O da budur) deyince bu hâl de (Fenâ fillâh)tır.


Emre – Son ilim, ışıktır, ziyâdır. Ziyâ ile birçok hastalıkları tedavi edecekler. Eczâneler kalkacak. Yıldızların her birinin ışığı bir hastalığa iyi gelir. Zaman gelecek, yıldızların ışığını teker teker ayırıp alacak âletler icâd edilecek. Şimdi kaç renk var? Yüz mü? Bunu üçbine, beşbine çıkardıktan sonra yıldızların ışıklarının mâhiyeti ve faydaları anlaşılır. Bu, önümüzde bir dalgadır, bize doğru geliyor.

İnsan, filân şeyi icâd edeyim diyemez. Bir şeyi ararken ötekini bulur. Bunlara Küre hâmiledir. Zamanı gelince bir âlimin, bir mucidin eline doğar, ondan doğar. Fakat bir câhilden doğmaz, o işle uğraşan bir âlimden doğar. İlim adamı, gördüğü şeyi değerlendirebilir, ondan bir netice çıkarabilir; câhil çıkaramaz.

Allah, Müslüman, Hristiyan tefriki yapmaz. Kimle beraber değildir ki… Hattâ ilmi, tekniği yüksek olanla daha çok berâberdir.

Bu sözleri bir âlimle konuşabiliriz; fakat bir hamsofu ile konuşabilir miyiz? Âlim, çalışmaya alışık. Öteki almış eline bir tesbih, her şeyi Allah’tan bekliyor. Böyle bir adama ekmek veren, âdil değildir.

Hz.Muhammed’in bâzı sözleri var ki kîmya gibi; fakat bize zehir olmuş. (Akşamı ye, sabahı düşünme!) demiş ama kime demiş? Niçin demiş? Biz bunları anlamadan, dinlemeden, işi miskinliğe, tembelliğe vurmuşuz.

Halbuki o sözü, (Yarın ne olacak, acaba? Kazanabilecek miyim, kazanamayacak mıyım?) telâşı ve azâbı huzûrumuzu bozmasın diye söylemiştir. Belki de bunu bir fakire veyâ çalışamayacak durumda olan birine söylemiştir; onu geçim azâbından kurtarıp teselli etmek ve Allah’a teslim olmasını öğretmek için söylemiştir. Bir kişiye söylenmiş hûsûsi bir sözü umûma teşmil etmek doğru mudur? Peki, madem böyle de, niçin (Elkâsibü habîbullah = Çalışan, Allahın dostudur!) demiş? Biz bu sözü duysaydık, öbür hadîsi geri bir anlayışla tefsir etmezdik, çalışmayı bırakıp duâya sarılmazdık.

Bir dinî mecmua, vâizlere şöyle nasîhat ediyordu: (Sakın halka, Salâten Tuncînâ duâsını her vakit okumalarını tavsiye etmeyin, sonra bu duanın hassâsiyeti kaçar; ihtiyaç zamanında bu sefer faydası olmaz. Bu dua düşmanların memleketimize girmemesi için okunur. Almanlar bu duâ sayesinde hudutlarımızdan içeri giremediler.) Hadi bakalım… İşte bizi böyle anlayışlar geri bıraktı.

Duâ, iyi bir şeydir, insanı Allah’a yaklaştırır ama çalışmadan kuru kuruya duâ eder de Allahtan ekmek istersek, bu duâ, aczin mahsûlü olmuş olur.

Hz. Muhammed hiç duâ etmemiş, sâdece esbaba tevessül etmiştir. (Silâhınız, düşmanın silâhından keskin olsun!) demiştir; silâh yerine duâ kılıcını çekmemiştir. Halbuki biz seferberlikte câmilerde hep Salâten Tüncînâ okuduk ama, harp vâsıtalarımız mükemmel olmadığı için cephelerde mağlûp oluyorduk. Duâ edelim, etmeyelim değil; fakat çalışalım da.

Şurayı İhsan Bey yaptırdı. Nedir burası? Hastahâne. Bura duâhâne olur mu? Yani duâ ile ameliyat olur mu? Hastaneyi yapalım, âletlerimiz, ilâçlarımız, her şey hazır olsun, ondan sonra da Allah’a yalvaralım, bize yardım etsin. İşte doğru olan, güzel olan, budur.

(Muhterem okuyucularımıza Emre’nin, bu mevzu ile alâkalı olan şu doğuşunu takdim ediyoruz):

Doğuş

Beni söyletiyor bu mecburiyet:
Lûtufun yerine, olur eziyet;
Neyleyim, dünyâya geldik, ne çâre…
Hiç elde değildir, etmedik niyet.

Tabiata bağlı bütün zuhurat,
Kararı Mevlâ’dan; böyle tabiat,
Yakayı almazsan sen pençesinden,
Gönül! Bu başına kopuyor afat.

Çalışmakla olur daim terakki;
Gönül! Hiçbir şeyler değildir baki;
Razı olmaz isen sen cümlesine,
Doldurup da vermez sana o Sâki.

İçirip içirip eylemez mahmur,
Sonra benim! dersin, yakalar gurur;
Gözlerini kapar, bir şey göremenğ,
(Manevî Göz)lerden, O eyler mazur.

Aman geri kalma, bak sen ileri,
Mürtecî* olursun, kalırsın geri;
Yarına göredir bütün terbiye,
Bu söylenen sözler, (Mahmud) eseri.

Bak, neye benziyor sakalla bıyık?*
Nur gibi yüzleri eder mi ışık?
Hareket etmeyen, zamana göre,
Daima uyuyor, değildir ayık.

İlim öğrenmezsen, kalırsın çıplak;
Din tefrik eyleyen, ne kadar ahmak…
(Allemenî harfen, sayyerenî abd).
Yerindedir, işit, kime demiş Hak?

Her hâl büyür ise, benzer dışına;
Her bilginin, yürü, ulaş başına;
Ne eylesin (Emre)? Doğru söylerse,
Geri kalanların gitmez hoşuna.

Bize, cahil olmak ne kadar ayıp…
Biz neler bilirdik, eyledik kayıp,
Bütün dünya aştı ilim dağını,
Bizler şaşıp kaldık, yerinde sayıp.

Avrupa’dan doğdu ilim güneşi
Bizi bırakmadı cehalet leşi;
Taasup elinden kurtulamadık,
Kalbleri kemirdi gerilik dişi.

Kimi kurtarmıştır sade ibadet?
Zâtı (Bir) olana sayılmaz aded;
(Emre)! Hakikati anlamayanlar,
İşitir işitmez ederler hiddet,

Hiç kimseye, olmaz ilimler mâni,
Çalış, uğraş, öğren, sen kalma geri,
(Elkâsibü habîbullah) demiştir
Her varı anlatan (Dost’un Dilberi).

6.12.1952 saat:13.40
Zapteden: Vasfiye Değirmenci.   

*Bu doğuş; Turhan Selçuk’un (Yeni İstanbul) gazetesinde çıkmış bir karikatürü vesilesiyle doğmuştur. O karikatürde irtica, kara sakallı, şalvarlı bir insan kılığında temsil edilmişti.
**Hz. Ali’nin (Bana bir harf öğretenin kölesi olurum) mealinde bir sözü.


EMRE’den Nükteler, Vecîzeler, Enstantane Cevaplar:

*İnsanların kabahatlerini görürsek, yâni onları bu kabahatlerinden dolayı kınarsak, o kabahatlere ortak olur, asıl büyük suçu biz işlemiş oluruz.

*Allah’a yakın olanların fücûrattan sakınıp, takvâ yolunu tutmaları mutlaka şarttır. Uzakta bulunan bir pisliğin kokusu burnumuza gelmez, sâdece sözü kulağımıza gelir. Halbuki yanımızda bulunan pislik, bizi, kokusuyla rahatsız eder.

*Güneş bir ama tecellîsi cisme göredir.

*Büyüklük, seni büyük görenin karşısında küçülmektir. Bâzı kimseler, hürmet gördükçe, daha beter şişerler. Halbuki için kan, dışın göndür, iki dakika sonra başına ne geleceğini bilemezsin; hani, nerde kaldı büyüklük?

*Hiçbir kimse, tesellîsiz yaşayamaz; fakat tesellîyi unutmayan da (Hakîkat)i anlayamaz.

*Allah’la aramızda bulunduğundan bahsettikleri hicap, herkesin kendi ahlâkı, kendi tabîatleri, kendi aklı, kendi bilgisi, kendi inanışıdır.

*Akıl, o âlemde yürüyemez. Baksana Hz. Muhammed’in aklı bile (Sidre-i Müntehâ)ya kadar gidip, orada duruyor. Ondan öteye ancak (Aşk) gidebilir.

*Anamızın karnında hareket ederdik ama yürüyemezdik. Şimdi de aklımızın karnındayız; şimdi de yürüyemiyoruz. Zaman gelecek, doğacağız, büyüyeceğiz, yürüyeceğiz.

*S.- Şu nefsin kuyruğunu bir koparsak…

Emre – Sen onunla aklın arasındaki bağı kopar, o, kuyruğuyla bıraksın gitsin.

*Zenginlik bakımından senden yukarda olanlara bakarsan, azâba düşersin; senden aşağı durumda olanlara bakarsan rahat edersin. Yukarıya, terakkî etmek için bak.


Nasreddin Hoca Fıkralarının Tasavvufi İzahı

Ay Eskiyince

Nasreddin Hoca’ya sorarlar:

—Ay eskiyince ne yaparlar?

Hoca hiç düşünmeden cevap verir:

—Kırpar, kırpar, yıldız yaparlar.

EMRE’nin Tefsiri:

Yıldız deyince, gökteki yıldızları zannediyorlar, insanların tâlihini, hayatını gökteki yıldızlara bağlamaya çalışıyorlar. Halbuki yıldız, insanların gözleridir. (Yıldızı söndü ) derler, bir insanın öldüğünü anlatmak isterler. Gûyâ insanın gökteki yıldızı sönüp düşünce, o adam ölürmüş. Ölümün üfleyip söndürdüğü yıldızlar, gözlerimizdir, ölen bir insanın gözlerinin feri nasıl söner…

Nasreddin Hoca, bir (Kâmil)in, nazarıyla, halkettiği insanlarda fânî olduğunu, kendini onlarda, onların gözlerinde seyrettiğini, kendindeki (Hakikat) güneşinin, yönünü kendisine dönenlerin yüzlerine, gözlerine vurduğunu, bu hâlin onlarda ve onlarla çoğaldığını anlatmak istiyor. Kendi muhitleşip, parçalanıp kendine bakanlarda fânî; onlar da kendinde fânî.

Nasreddin Hoca, (Tevhîd)i anlatmak istiyor.