İç Kaynak Dergisi – Sayı: 2

İç Kaynak Dergisi – Sayı: 3
İç Kaynak Dergisi – Sayı: 1

İÇ KAYNAK DERGİSİ | Sayı: 2

EMRE’nin Konuşmaları: 2

9.3.1957 de yapılan bir konuşmadan zaptedilebilen notlar.

S.- (Elmukadder lâyugayyer) gibi sözler, kadere boyun eğmenin bir mecburiyet olduğunu anlatıyor, bâzı sözler de irâdeye kıymet veriyor bunların hangisi doğrudur?

Emre- İkisinin de yeri var. İrâdemizi kullanıp bir şeyi talep etmezsek bulamayız. Mukadderin yeri ayrı.

S.- Âcizane şöyle düşünüyorum: İrademiz dışında olan hâdiseleri (Elmukadder lâyugayyer)e terk ediyoruz. Cüz’î irademizin gücü yeten hâdiselerde ise bizim çalışmamız lâzım.

Bazı kimseler her türlü menhiyatı işlerler; kendilerine (Niçin böyle yapıyorsun?) deyince, (İrâde Allah’ın. Yap! desin yapayım; yapma! desin, yaptırmasın.) derler.

Emre- Bunlar acizlerinin denizinde boğulmuşlar. Bunlar Kur’ânı inkâr ediyorlar. Eğer her şey Allah’tan olsaydı, bizlere (Şunları yapın! Şunları yapmayın!) diyen Kur’ânı gönderir miydi? O zaman insanların birer kukladan ne farkı kalırdı? Kur’ândaki emirler, nehiyler, insan iradesine verilen büyük kıymeti gösterir. Hırsızın, katilin işlediği suçu Hükümet mi yaptırıyor ki, bizim işlediğimiz kötü fiiller Allah’tan olsun? Hükümet kanunlarına uymayan bir iş yap, bak sana ne yapıyorlar… Allah’ın kanunu da Kur’ândır. Hükümet kanunları da, Kur’ân gibi, kötülükleri yasak ederler. Onlar da Allah’ın kanunları demektir.

S.- İnsanların kâmil bir kimse olabilmeleri için nefsin ölmesi lâzım, değil mi?

Emre- Nefis ölmez; ıslâh edilmesi lâzım.

S.- Bu ne ile mümkündür?

Emre- Muhabbetle. Nefsi öldürmek için Muhabbet kılıcını kullanmak lâzım. Kâmil bir insana muhabbet.

S.- Bulunduğumuz cemiyetlerin muhabbetleri böyle değil. Onlara bu sevgiden bahsedince, rahatsız oluyorlar, bizden uzaklaşıyorlar.

Emre- Öyleyse karışmamalı. Bu hâle yakın olanlarla konuşabilirsin; olmayanlarla konuşamazsın. Yunus Emre bunu anlatabilmek için:

Karga ile bülbülü bir kafese koysalar,
Birbiri sohbetinden daim melûl değil mi?

diyor. Karanlıkla ışık birbirine karışmaz. Küllü şey’in zevceyn. Amma biz aşkı, onların ikrahından öğreneceğiz. Her şey öyle değil mi? İyiliği, kötülük yapan insanların yaptığı fenâlıktan ikrah ederek öğreniriz. Sâdi de öyle demiyor mu?

S.- Sizin indinizde, Allah’a en yakın kimse kimdir?

Emre- Daima Allah’ı düşünen insan.

S.- Ve aynı zamanda?

Emre- Vicdanı temiz olan, bu insanları seven, onları incitmeyen, onları affeden kimsedir.

S.- Kötülükleri affetmek en güç iş.

Emre- Biz kemâlâttan bahsediyoruz. Olgunlukta kötülük olmaz. Hangi meyvanın hamı asitsizdir ki…

S.- Hiçbirinin.

Emre- Ama olduktan sonra?

S.- Tatlı, şeker gibi.

Emre- Meyva kemâle erince o asitler şeker oldu, vitamin oldu.

S.- İşte o asitleri şeker yapmasını öğrenmek lâzım.

Emre- Beklemek lâzım. Meyva olunca, insan onu görür, alır, yer. Meyva, insan tarafından yenip, ona vuslat edince (Ben insanım!) diyebilir ve demekte de hakkı vardır. Ama meyva, olacağı yerde ularsa yani çürürse, bir asit meydana gelir ki, artık onun tatlanmasına imkân yoktur. (Her şey Allah’tan) diyenler, işte böyle ulumuş meyvalara benzerler. Bunlar her fiili yapar, haramı, helâli birbirine karıştırırlar. Bunların geri dönmeleri çok zordur.

S.- Allah korusun. Zekât hakkında ne düşünüyorsunuz?

Emre- Vallahi… Hazreti Muhammed’in bir hadisi var: (Zamanın tebeddüliyle ahkâm değişir) diye: Şimdi zekâtı Hükümete veriyoruz. Daha doğrusu da budur. Çünkü Hükümet bizim verdiklerimizi, nereye lâzımsa oraya dağıtıyor, lüzumu olan şeyler için sarf ediyor. Eskiden fakirler daha çoktu. Şimdi hükümet, imkân nispetinde fakir fukaraya sâhip oluyor, onları şahısların merhametine bırakmamaya çalışıyor, dârülâcezeler açıyor. Her şey tevhide, kemâlâta doğru gidiyor. En güzeli, Hükümete, ülül’emre itaat etmektir.

S.- Hükümetin istediğini tam olarak vermeyenler de olabilir. Hakiki gelirlerini göstermeyerek kaçamak yollar arayabilirler. Bunların bu hareketleri, gerek dine gerek millete, zarar değil mi?

Emre- Zarar bilseler, yapmazlar, (…zalûmen cehûlâ) diye bir ayet var! Câhil daima zâlimdir. Aklı yetse, zalimlik eder mi? Baş büyümezse, vücut büyümez.

S.- Güzel! Baş büyümezse, vücut büyümez. Vücut ancak baş sayesinde itibar kazanır.

Şevket beye şu yatırı sordum: Bulut Dede hakkında malûmatınız var mı? dedim; (Hayır, evliyanın dirisine rastgelince ölüsüyle uğraşmağa vakit bulamadım) dedi?

Emre- Şimdi biz Bulut Dede’nin kabrine gitsek de bir müşkülümüzü sorsak, Dede cevap verebilir mi? Bir eseri var mı?

S.- Bilmiyoruz.

Emre- Bıraksa, meydana çıkardı.

S.- Cami filân yaptırmış mı bilmiyoruz.

Emre- En büyük eser, insanları uyandırmaktır.

S.- (Ahmet Rüfaî) adlı bir kitap geçti elime; bunu yazan, Kenan Rifâî 1950 de İstanbul’da ölmüş. Diyor ki: Ahmet Rufâî, Zeynel Abidin’in soyundanmış, Peygamberimizden 600 sene kadar sonra gelmiş. Doksan bin kişiyle Kâbe’yi, sonra da Hz. Muhammed’in kabrini ziyaret etmiş. Esselâmünaleyküm ya Ceddi! demiş. O da: Aleykümselâm yâ Hafîdî! diye cevap vermiş. Bunun üzerine Ahmet Rufâî: (Yâ Resûlallah, senin ziyaretine geldim; ver elini, öpeyim) diyor, kabir yarılıyor, Peygamberimiz elini uzatıyor; o da öpüyor. Buna ne dersiniz?

Emre- Bu, mânen olan bir şeydir. Kendinden kendine olan bir şeydir.

S.- Bu hadise mânevî olsaydı, bunu başkalarının görmemesi lâzımdı.

Emre- Kendisine mânen tecelli eden bu hadiseyi etrafındakilere söylemiştir; onlardan da, ağızdan ağza intikal ede ede, bu manevî hâl, maddi bir hadise gibi kabul edilmiştir.

Hz. Muhammed’in kabri, asıl insanlardır, sensin. Mevlânâ da öyle söylemiyor mu?

 Ne diyordu?

(Öldükten sonra bizim türbemizi toprakta arama; çünkü bizim mezarımız, arif insanların gönülleridir.)

S.- Allah’ın evi neresi?

Emre- Mü’minin kalbi. Yani onu sevenin kalbidir. Hz. Muhammed’in kabri de, onu sevenlerin kalbleridir. O anlattığınız vaka, o sesler, o sorup cevap almalar kendinden kendine, mânen olmuştur. Miraç da kalbden kalbedir, anlayış, idrâk miracıdır. Bu devrin insanı binek üzerindeki Mirâca nasıl inanır…

S.-Hatırıma geldi miraç deyince: Rüyamda yüksek bir yerde, bir dağdasınız; ziyaretinize gelmişim. Size (Yedi kat gök nedir?) diye sordum. Siz de tam cevap vereceğiniz sırada yeni bir kafile geldi; cevap vermediniz?

Emre- Rüyada cevap veremediyse, şimdi veriyor işte; (İnsân-ı Kâmil)i anlatabilmek için neler söylememişlerdir ki… Göklerde öyle katlar, matlar yoktur. İnsan vücudunun göğü, yani en yüksek yeri başıdır. Başta da yedi delik vardır; iki göz, iki burun deliği, iki kulak, etti altı; bir de ağzı, etti yedi. Bütün maksat, kâmil insanın başını tarif etmek. Yedi kat göğü kâmil insanın yüzünde seyretmek lâzım. Onu da her göz göremez, âşıkların gözü görür.

(Bu münasebetle muhterem okuyucularımıza Emre’nin 27.12.1944’de doğmuş şu doğuşunu veriyoruz):

Âdem’de olan damar,
Muhitdurur sana Yar.
Kim sana âşık olur,
Seninle bile arar.

Âdem’de bulunan et,
Bize gösterir ibret;
Seni gözden saklayan:
Kendinden doğan heybet.

Âdemdeki olan saç:
Kâbe’de edilen Hac;
Sana varmak isteyen,
Âdem yüzüne muhtaç.

Damarımda gezen kan,
Seni arıyor her an;
Sana âşık olanlar,
Âdemden alır ihsan.

Âdemdeki olan diş,
Birbirine bitişmiş;
Canan! Seni arayan,
Âdem ile bilişmiş.

Âdemde olan boğaz,
Birleşmiştir kışla yaz;
Ayrı olan (Çift Deniz),
Mümkün değil ayrılmaz…

Âdemdeki çift dudak,
Daim zikir eder: Hak!
Eğer Hakk’a âşıksan,
Ordan çıkan söze bak.

(Emre)! Âşık ol öğren;
Kamile muhtaçsın sen,
Sözün, özün Hak’tandır;
Kurtulur seni gören.


Şu doğuş da aynı neşveyle söylenmiştir:

Bendeki bu beden: (Hicaz)
Âşıklar ediyor niyaz;
Vücudumdaki (Dört İmam),
Bana kıldırıyor namaz.

Kalbimin içinde (Esrar),
Mekân tutmuş, etmiş karar.
Bedenim: (Arafat Dağı);
Bilen, gelir, benden arar.

Ağzımdaki söyleyen dil,
Anlayana, olmuş delil;
Hareket eyleyen canlı,
Bitişiktir, ayrı değil.

Hurufta olmazsa nokta,
Her yazıda olur hata;
Daim gözüm gıda verir,
Her yanda gezen hayata.

Görünürüm daim beden;
Bitişiktir gelen, giden;
(Layüs’el)dir, (amma yef’al);
Kimseler diyemez: neden?

Bana bitişiktir her yan.
Damarlarda dolaşan kan;
Gözle görülmeyen kalbim,
Âşıklara olur ayan.

Dem gelir, olurum toprak;
Ağaçlardan düşmüş yaprak;
Olurum Tanrı Taala,
Her sıfatım muhittir, Hak.

Ayrılıp ederim ikrah,
Pişman olur, çekerim ah,
Sadamı duyan zerrede,
Hiç kalmaz, affolur günah.

Kirlerinden o olur pak,
Diri olur, olmaz helak;
(Emre) ayrılınca benden,
Ayaklar altında bir hak…

27.04.1953
Zapteden: F. Emre


Siz rüya görürken kalbinizde ne kadar dağlar vardı… Ben de sizin kalbinizdeydim. Mâneviyatta böyle şeyler yok. Benim temennim de, sizin kalbinize benim girmekliğim. Sen benim kalbime girmeseydin o rüyayı göremezdin. Kalb, ne senin ne benim; Allah’ın kalbi. Sevgi zuhûr ettikten sonra ne sen var, ne ben… Burası ikiliğin, kesretin bittiği yerdir.

S.- Hz. Peygamber: (Benim sülâleme düşman olan, bana düşmanlık etmiş olur) diyor. Bazı kimselerse, Muâviye’den “Hazret” diye bahsediyorlar. Halbuki O, Hz. Muhammed’in efrâdı ailesine kötülük etmiştir.

Emre- Bizim için ne Muâviye var, ne bir şey… Kendisi, yaptığının cezasını çekmiştir. Nemize lâzım… Niçin onunla uğraşıp da vaktimizi harcayalım?

Muâviye (Ehli Suffa)danmış. Hz.Muhammed’in sır kâtibi imiş. O devrede Peygamberimiz de onu severmiş. Efradı ailesine kötülük düşünmeğe başlayınca, Muâviye’yi sürmedi mi; neyi sürdü? Vücudunu. Ne için? Kötü ahlâkı için. Bizde de Muâviye ahlâkı varsa, bu ahlâkı aklımızın hudutları haricîne sürmeliyiz.

S.- Bâzı kimseler: (Allah bizi Muâviye’nin şefâatından mahrum bırakmasın) diyorlar.

Emre- Bu, Şeytandan şefaat beklemeğe benzer. Ne için şefâat bekliyorlar? Cennet için değil mi? Allah’ın cemâlini gören insan ne Cennet ister, ne Cehennemden korkar. Muhammediye kitabını yazan Yazıcıoğlu: (Öyle kimseler var ki siz cifeden nasıl kaçarsanız, onlar da Cennetten öyle kaçarlar) diyor. Cenneti, Cehennemi halk eden Kudretten başka bir şey istemeyiz.

S.- Allah’ın halk ettiği nimetleri, hurileri, köşkleri, bahçeleri istemek hakkımız değil mi?

Emre- Benim aklım böyle şeyler istemiyor.

S.- Şu kadar huri verilecekmiş, diyorlar.

Emre- Ben bu âlemde bunların hepsinden vazgeçtim. Türkçede: (Kepçe tutan benim olsun, dış kapıda yerim olsun) derler. Âşıklar ne yapacak Cenneti… Onlar, Cenâbı Hak’dan başka kimseyi istemezler.

S.- Kur’ânda ismi geçen peygamberlerin çoğu birbirinin akrabâsı.

Emre- Akrabâlığın Türkçe’si (yakınlık) değil mi? Asıl akrabâlık, akıl akrabâlığıdır. Kan akrabâlığından ne çıkar… İşte Hz. İbrâhim’in babası putperestti; halbuki İbrâhim putları kırıyordu. Putlara tapmayı İsâ bile ortadan kaldıramadı. Ancak Hz. Muhammed putları kırabildi.

S.- Cenâbı Hak, peygamberlere îmân etmeyen insanları da ıslaha kadir değil miydi?

Emre- Nârı da hak, nuru da. Hepsini ıslah etse, nâr ile nurundan birini kaldırması lâzım. Halbuki (Küllü şey’in zevceyn). Allah, ıslah olmak isteyeni ıslah eder. Eğer her şeyi Allah’a bırakmak icâp etseydi, peygamberlere, Kitap’lara ne lüzum vardı… Demek iş, Allah’a değil, bize aitmiş. Biz ıslah olmak için irâdemizi kullanacağız; O da yardım edecek.

Bu (nefis) denen şey başımıza bela ama ıslah edilirse, mükemmel bir cevher olur. Rumuzlu olarak söylemişler: (Meleklere nefis verilmemiş ama melekler, nefsi olan insanların hizmetçisidir) demişler.

 S.- Muâviye’yi konuşuyorduk.

Emre- Muâviye’nin Hz.Muhammed ile ahbap olduğu zamanlar, Hz. Ali’nin delikanlı olup harblere girdiği devrelere rastlıyor. Bir harpte Hz. Muhammed’in yüzüne ok isâbet ediyor, yüzü kanıyor; Hz. Ali hemen koşup, Peygamberimizin yüzündeki kanı yalıyor. Hz. Muhammed: (Yâ Ali, sen Cenâbı Hakkın en kıymetli kulusun. Sana, vaat ettiği her şeyi verdi) diyor. Muâviye bunu işitiyor; içinden bir haset doğuyor: (Keşke ben yalayaydım da, o vâdedilen şeyler benim olaydı) diye, hep bir harp olmasını ve Hz.Muhammed’in yaralanmasını bekliyor.

Hz. Muhammed, senede bir kere kan aldırırmış. Bir gün yine kan aldırırken Muâviye, o kanı yalıyor, Hz. Muhammed: (Ne yaptın ya Muâviye?) diyor, (Sen bunu iyi etmedin). Muâviye umuyordu ki evvelce Ali’ye söylenen söz kendisine de söylensin: (Niye Ali’ye öyle söyledin de bana böyle söylüyorsun?), ( O beni çok sevdiğinden, gönlü, benim yüzümün kanlı olarak görülmesine râzı olmadı, o kanları yaladı. Sen ise onu kıskandın ve istedin ki ben yaralanayım da kanımı yalayasın. Ben şimdi vucûdumdaki zararlı, pis kanı çıkardım; sen bu pis kanı yaladın. Bunun için senden birçok fücûrat, birçok fena fiiller zuhûr edecek).

Bu hâdiseden sonra Muâviye, yine Hz. Muhammed’in arkasında olmakta devam ediyor. Namazlarda hep Muhammed’in arkasında dururdu. Ali, nere rastgelirse orada kılardı. Bir gün, uzak bir yerden, Kerbelâ taraflarından bir ihtiyar geldi. Bu adam Muhammed’e âşıktı. O sırada Muâviye yoktu. Namaz zamanı gelince hep birden namaza kalktılar. İhtiyar, Muhammed’in arkasında namaza durdu. Muâviye geldi, baktı ki kendi yerinde yabancı bir adam var, onu kolundan tutup çekti, onun yerine kendi durdu. Ali, Muâviye’nin bu hareketine tahammül edemedi, Muâviye’yi eteğinden çektiği gibi, kıçının üstüne oturttu. Muâviye söylenmeğe başladı. Hz. Muhammed meseleyi anlamak için döndü. Muâviye meseleyi anlattı. Hz. Muhammed seslenmeden namazı bitirdi. Günlerden de cumaydı; hutbe okumak için minbere çıktı. Muâviye’nin, namazda iterek yerine geçtiği yabancı ihtiyar Kerbelâ’dan gelmişti, Peygamberimiz minberden ona hitab ederek: (Kalk yâ filân!) dedi, (Kerbelâ’nın filân yerinde şöyle bir dere var mı?) (Evet, Yâ Resûlallah) Şurası şöyle midir, burası böyle midir, derken, ihtiyar dayanamıyor: (Yâ Resûlallah, sen Kerbelâ’yı benden iyi bildiğin halde niçin bana soruyorsun?) diyor. Hz. Muhammed: (Oralarda benim evlâdımın kanı dökülecek de, oralar gözümün önüne geldi) diyor; (Sebebi ne?) (Muâviye’nin bir çocuğu olacak; bu çocuk benim ahfâdıma hücum edecek.)

Muâviye’nin, Hz.Muhammed’in söylediği şeylerin mutlaka, olacağına imanı vardı; (öyleyse ben evlenmem) dedi. Epeyce bir müddet evlenmedi. Fakat bir gün husyesinde bir yara çıktı; gittikçe büyüdü; o devrin hekimleri çare bulamadılar. Hekimin biri: (Bu derdin çâresi evlenmektir; yoksa seni öldürür) dedi. Muâviye: (Hayır, evlenmem. Evlenirsem, Hz. Muhammed’in dediği olacak) dedi. Hısımları, akrabaları, nihayet baktılar ki Muâviye ölecek, onu ikna ettiler ve 103 yaşında ihtiyar bir kadınla evlendirdiler ki çocuğu olmasın. Fakat kadın hemen hâmile kaldı. Birçok kimseler dediler ki: (Bu kadın hâmile olamaz. Bu bir illettir) illetti, değildi derken, Yezid dünyaya geldi. Bu velveleyi koparan, işte bu Yezid’dir. Ama nemize gerek bizim Yezidi ile Muâviye… (El – mâzi lâyüzker).

S.- Oluyor efendim, gelip çatıyor böyle şeyler.

Emre- Evet, insanın bâzı müşkülleri hallolur. Hallolduktan sonra nemize gerek onların hikâyeleri… Burada bir şey var ki: Muâviye’nin vücûdu unsuru erbaadan mükerrer değil miydi?

S.- Evet.

Emre- Hz. Ali’nin vücudu?

S.- O da öyle.

Emre- Ali ile Muâviye’nin vücutları aynı şeyden yapılmış. Ali’yi sevip, Muâviye’den ikrah etmemiz neden? Ahlâkları yüzünden değil mi? Herkeste de bu iki ahlâk vardır. Muâviye ahlâkına uyarsak, bize de ayni şeyleri yaptırır. Ali’nin ahlâkına uyarsak, Ali gibi oluruz…

S.- Muâviye, azmetseydi, Ali gibi olabilir miydi? Allah’ın takdirini bozabilir miydi?

Emre- Evet. Baksana, Kur’ânda, yapmakta olduğumuz fena fiilleri men’ediyor, yapmayın diyor. Allah’ın takdiri, bizim her hangi bir fiile teşebbüs ettiğimiz andan itibaren başlıyor.

S.- Ebûcehil, elinde taşla Hz.Muhammed’in yanına geliyor: (Haydi elimdekini bil, mâdemki peygamberlik iddia ediyorsun…) diyor. Peygamberimiz de: (Ben mi söyleyeyim, elindeki taş mı söylesin?) diyor. (Elimdeki söylemez ki…) deyince taş başlıyor söylemeğe. Bu kadar açık keramet karşısında nasıl inanmıyor?

Emre- Gururdan. Ebûcehil; Muhammed, kabilelerinin en âciz bir kimsesiydi diye ona imân edemezdi.

Allah’a meyyal olan insanlarda benlik, gurur olmaz. Onlar, büyüklüğü, Allah varken, kendilerine yakıştırmazlar da, yaklaştırmazlar da. Beşeriz; gurur ve benlik gelebilir, fakat gelir gelmez Allah’a sığınmalı, atmalı. En büyük günah, benliktir. Allah bütün günahları affeder de benliği affetmez.

S.- Bazen beşerî zaaf eseri olarak insana benlik geliyor. Bir şeye seviniyorum ki, bu benlik ve gururdan derhâl bir nedamet geliyor. Fakat gönül istiyor ki bu gurur ve benlik hiç gelmesin.

Emre- Bu da bir devlet. Sizi ayıktırıyor. Benlik insanı dâima hasrete düşürür. En büyük cehil, benliktir. Bir zaman ben de düştüm bu hâle. Bunu anlatan bir doğuş var:

Birçoğunun dilinden dersin kelâm,
Birçoğuna Canan! verirsin ilham;
Bildim: Bütün kuvvet senindir, Mevlâm!
Ne sebepten ben bana ben! diyeyim…

Tutuşturdun Fir’avn ile Musa’yı,
Seni bildi, teslimettin (Asâ)yı;
Çarmıhlardan sen kurtardın İsâ’yı
Ne sebepten ben bana ben! diyeyim…

Ruhsat vermez isen döner mi lisân…
Eğer dersem, hâlimi edenğ ilân;
Sultânımsın, mekân kurduğun (İnsan);
Ne sebepten ben bana ben! diyeyim…

Söz senindir, beni ettin tercüman,
Çünkü benim dilim dönmez her zaman
Ben kapında bir kulum, sensin Rahman.
Ne sebepten ben bana ben! diyeyim…

Söyletmezsen, dilim etmez hareket,
Görünmezsen, her taraflar olur sed;
Bülbül olur dilim, edersen himmet;
Ne sebepten ben bana ben! diyeyim…

Aşkını verirsen Cânânım, eğer,
Dil, bir çeşme olur, cevherler döker…
Himmet olmaz ise, kullar ne çeker…
Ne sebepten ben bana ben! diyeyim…

Sen Rahmansın, ben kapında bir kulum,
Boynum bükük, elim bağlı dururum;
Nice zaman orda dayandı yolum;
Ne sebepten ben bana ben! diyeyim…

Bir an sonra, bilmem başa ne gelir;
Sen (Habîr)sin, benim aklım ne bilir…
Sana karşı bütün boyun eğilir;
Ne sebepten ben bana ben! diyeyim…

Sana mahkûm nice nice hükümdar…
Derde düşse, hep senden çâre arar;
Gafil olan, seni ediyor inkâr;
Ne sebepten ben bana ben! diyeyim…

Bir zaman ben! dedim, ettim tecrübe;
Hasretine düştüm, eyledim tövbe;
Beni muhtâç etme dîne, mezhebe;
Ne sebepten ben bana ben! diyeyim…

Yalvarırım, senden ayırma beni,
Otuziki yıldır ararım seni;
(Emre) buldu, attı can ile teni;
Ne sebepten ben bana ben! diyeyim…

Onun için, hâline sensin hâkim;
Bu göz gördü, inandı: demiyor Kim?
İnanınca, kalbini ettin selîm;
Ne sebepten ben bana ben! diyeyim…

23 Nisan 1948


S.- Bize Develioğlu hakkında bilgi verir misiniz?

Emre- Risâlesini okumuşsunuz ya…

S.- Hayatı, yemesi içmesi?

Emre- Dünyaya kat’iyyen mahkûm değildi. Gayet az yer, içerdi. Kanaatkardı.

S.- Öldüğü zaman vücûdu mis gibi kokuyormuş.

Emre- Ne diyorlarsa, doğrudur. Perhizi çok severdi. Midesi ve vücûdu da öyle alışmıştı.

S.- Bu derece yememek, netice itibariyle çalışmamaya sebep olur. Halbuki atâlet, Allah indinde makbul degildir, öyle değil mi?

Emre- Gerçi ihtiyardı, bilfiil herhangi bir işte çalışmazdı ama atıl değildi. Çalışmıyor değildi ki: Bizi okutuyordu, bizlere (İlm-i Ledün) öğretiyordu. Siz de öğretmensiniz. Öğretmenlikte elinizle kolunuzla mı çalışıyorsunuz? Kafayla çalışmak, çalışmak değil mi?

S.- Hem nasıl… Çok enerji sarf ediyoruz.

Emre- Develioğlu’nun sarf ettiği enerjiyi her göz göremez. Her adam o hâle dayanamazdı. Kendisini sevenlerden birisi, gece uykusu kaçıp da aklen Develioğlu ile meşgul oldu mu, O da uyanır, onunla manen meşgul olurdu. Gece, uykusu kaçıp da Develioğlu ile aklen meşgul olan adam, meselâ kendi kendine düşünür, aklına bir takım sualler gelir, bunların cevâbını bulur, zanneder ki kendisi buldu; halbuki söyleyen O’dur. Her vücut dayanmaz bu hâle. Bir avukata gitsen, akıl danışsan, ücret ister, halbuki onlar bilâ ücret hizmet ederler.

S.- Doğuşlar kolay anlaşılmıyor, îzâha muhtaç.

Emre- Zamanı gelmeden anlaşılmaz. Bu doğuşların ekserisi, ben en zor kaynakları yaparken doğmuştur. Bâzı kimseler zannediyorlar ki Allah yoluna girince, dünyâdan elini eteğini çekeceksin. Buna imkân var mı? Dünyânın içinde yaşıyoruz çünkü. Bilâkis, çalışıp kazanacağız; hem de çok kazanacağız ki, kazandığımızdan başkaları da istifâde etsin.

(Bu münasebetle okuyucularımıza, Emre Çiftehan kaplıcasındayken doğan ve bu mevzu ile ilgili bir doğuşu takdim ediyoruz):

Elimde değildir bu doğan doğuş,
Çalışsan, tutulmaz gökte uçan kuş;
Söyler iken, bilmem, kulağım duymaz,
Gözümü açarım, bakarım doğmuş.

Aczimden başka, benim bir karım yok;
Şükür, aşktan gayri hiçbir varım yok;
Dertlerim başı, daim inilti;
İki dünya için ahım zarım yok.

Bilmem, nerden oldum derde giriftar…
Dünya ve ahiret bu başıma dar;
Kabul oldu dilek, arzu, emelim,
Aldı, kabul etti, istedi Gaffar.

Ellerinde etti beni oyuncak,
Bazı yüksek eder, bazı da alçak;
Alır bu dilimi, bana söyletir,

Kendi sözü ile bana: (Enelhak!)

Diyen, duyan kendi, ben bir vasıta;
Anlamayan der ki: (Eyledi hata);
Ancak bu aşk ile biçare (Emre),
Kendini götürüp (Maşuk)a sata…

21.5.1957
Zapteden: Vasfiye Değirmenci   Saat: 18:20

Not: Bu doğuş, Emre’nin, yirmi gün kadar kaldığı Çiftehan kaplıcasında doğmuştur. Bayan Kadriye Dârendeli, Emre’ye, (Doğuş doğarken sizi hiç dinlemedim) deyince bu doğuş doğmuştur.


S.- Umûmî ahlâk çok bozuldu; bunu düzeltmek için ne yapalım?

Emre- Kendi ahlâkımızı düzeltelim.

S.- Güzel buyurdunuz ya, kendi ahlâkımızı düzeltmekle dünyâ ahlâkı düzelmez ki…

Emre- Herkes kendi ahlâkını düzeltirse, düzelir. Başkalarına ve bütün dünyaya gücümüz yetmez. Kendimize bakalım.

S.-Hep nemelâzımcılıkla günümüzü geçiriyoruz diye kendimi mesûl tutuyorum.

Emre- Kendimizde düzelmesi icâbeden şeyler varken, başkalarının eğrisini düzeltmeğe kalkmak, beyhûde yere zaman harcamak demektir. Siz bütün dünya düzelsin, birdenbire düzelsin istiyorsunuz ama bu iş yavaş yavaş olur ve imkân nispetinde olur. Terakkide geri kalmışız. Hırsızlığı zengin mi yapar, fakir mi? Bu işler zaman ister.


EMRE’den vecizeler, nükteler, güzel sözler:

Kur’an Arapça değil, Rabcadır. Kur’ânı ne Arap anlar, ne Türk; Kur’ânı Kur’ân olan anlar. (1952 yılı konuşmalarından)

Peygamberler, Allah’ın elbiseleridir. Allah, elbisesi eskiyince, yeni bir elbise daha giyer.

Eğri bir tel bir delikten nasıl giremezse, eğri bir kalb da mâneviyat kapısından, yani (Gönül) den içeri giremez.

Yemin ederken, Kur’ân’a elimizi değil, kalbimizi koymalıyız. Hele Kur’ânı kalbimize koyarsak, yemine de lüzum kalmaz.

Dindar ol ama, (dini dar) olma.

Hakikat İncileri

Severim ben seni candan içerî
Yolum vardır bu erkândan içeri.

Şeriat, tarikat yoldur, varana,
Hakikat meyvası ondan içeri.

Dinîn terk edenin, küfürdür işi,
O ne küfürdür, imandan içeri?

Beni bende demenğ, bende değilim;
Bir ben vardır bende, benden içeri.

Beni benden alana ermez elim;
Kim kadem basa Sultan’dan içeri?

Süleyman, kuşdilin bilir, dediler,
Süleyman var, Süleyman’dan içeri…

(Tecelli)den nasib erdi kimine:
Kiminin maksudu bundan içeri.

Senin aşkın beni benden alıptır;
Ne şirin dert bu, dermandan içeri…

Miskin Yunus, gözü tuş oldu sana,
Kapında kuldur, Sultandan içeri.

Yunus Emre


Nasreddin Hoca Fıkralarının Tasavvufi İzahı

Hoca’nın Ay’ı Kuyudan Çıkarması

Nasreddin Hoca bir gece kuyudan su çekmek için bahçeye iner. Kovayı kuyuya sarkıtacağı sırada bakar ki ay kuyuya düşmüş. Nasreddin Hocayı bir telâş alır, karısına seslenir:

—Hanım, çabuk çengeli getir: Ay kuyuya düşmüş.

—Herif sen deli misin? Ay kuyuya düşer mi?

—Nasıl düşmez… Düşmüş bile. Gel de gör.

Kadıncağız Hoca’ya dert anlatamayacağını bildiği için çengeli alıp bahçeye iner. Hoca çengeli kuyuya atar, ayı yakalamağa çalışır. Tesadüf, çengel kuyudaki taşlardan birine takılır. Hoca çeker, çıkaramaz, bir hayli uğraşır. Nihayet var kuvvetiyle çekince ip kopar, Hoca da sırtüstü yere düşer, başı, beli incinir. Yattığı yerde başını, belini ovuştururken, bakar ki ay yerine gelmiş.

—Allah’a şükür, der, çok zahmet çektim ama ay da yerine geldi.

EMRE’nin Tefsiri:

—İnsan vücudu kuyuya benzemez mi? Kırılıp, yüzlerce parça hâline gelmiş bir aynanın parçalarını bir araya getirsek de onlara baksak, hepsinin içinde kendimizi görürüz, insanlar da bu ayna parçalarına benzerler. Hepimiz o (Büyük Kudret)in bir parçasıyız.

Muhterem okuyucularımıza bu (mana) ile ilgili şu doğuşu takdim ediyoruz:

Birbirine uymaz bu iç ile dış:
Misâldir, seyredin, bahar ile kış;
Akıl bir aynadır, sen yere attın.
Kullarına, parça olmuş, yapışmış.

Kimisi uzundur, kimi yuvarlak,
Kimisi paslıdır, kimi de parlak;
Herkes, bulduğuna olmuştur mahkûm;
Dönüp hepsine dedin: (Doğru bak!)

Yüzünü görenler, aynaya göre;
Durmadan dönüyor, sanki bir küre;
Gözleri tamama düzgün görününğ,*
Tarif etmek için, neylersin, köre…

(Ayanım) dersin de, olursun gaip,
Dostlarımdan beni eyleyin tâkip;
Oyunu oynayan, Yarabbi, sensin,
Nerede görelim acaba ayıp?

Yere düşen ayna, kırılmaz düzgün;
Hacme göre düşer tulû eden gün;
Bâzı akıl, olur daima gamlı,
Bâzı akıl, erer, her hâli düğün.

Hepsinden, Cânân! Sensin görünen,
Çerçevesi olmuş, bu kan ile ten;
İçine düşmüştür bu (Cism-i Lâtif),
Bakayım diyene görünür (beden).

(Emre), bin parçadan seyreder (Bir)i,
(Dış)ı ölü görür, (İç)ini diri;
İrâdeyi Ona eyledi teslim.
Birkaç yıllık mevtâ, bilmez tedbiri.*

1.Ocak.952
Zapteden: V.Değirmenci saat 08:40

Emre- O (Büyük Güneş) veya (Ay), bizim vücudumuzun, daha doğrusu aklımızın kuyusuna düşmüştür. Yûsuf Peygamberin kuyuya atılması hikâyesi de bunu, bu meseleyi anlatmaya çalışıyor.

—————————
*Görününğ: Görürünürsün
*Çok yaşasak, birkaç yıl daha yaşarız. Ona iradesini teslim eden insan da ölü demektir: (Ölmeden evvel ölmüştür.)


Nasreddin Hoca, kendi akıl kuyusundaki (Ay)ı ne zorluklarla çıkardığını anlatmak istiyor.

Allah’ta fânî olduktan sonra bizleri de kurtarmak için aramıza girenler, neler çekiyorlar… Onun, kuyumuza attığı çengel, takılıyor aklımızın bir taşına; çeker, çıkmaz, çeker, çıkmaz, nihayet ip kopar, kendi de yuvarlanır. Ama o, çektiği eziyetleri çoktan unutmuştur, memnundur:

— Oh! der, çok şükür, (Ay), yerine geldi ya…