30 Mayıs 1955 | Sayı: 124

13 Haziran 1955 | Sayı: 125
08 Mayıs 1955 | Sayı: 123

Geçen sayıdaki sohbetin devamı:

Bazı insanlar, aile efradını bile düşünmez; çoluğu çocuğu evde açken, kendisi çarşıda kebap yer, sefâhata dalar; çocukları evde sersefîldirler. Bu gibi adamlar ölüdürler: İnsan ne kadar şefkatli ise o kadar diridir. Peygamberlerin ve bütün büyük adamların şefkatleri büyüktür; sevgileri şahsî değil, umûmîdir.

Dünyayı yâni kendinden başka herkesi düşünen adam, bütün dünya ile beraberdir.

Peygamberimiz doğarken (Ümmetim!), ölürken (Ümmetim!) demiş. Fakat Allah’a teslim olup, aklı başından gidince (El-hamdüli-llâh-i Rabbil’âlemin!) diyor yani şefkati, ümmetini de aşarak bütün insanları kucaklıyor.

Bu âyetin mânâsı: (Bütün âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamdolsun!)dur. Bu sözü söyleyen, Allah mı, Hz. Muhammed mi? Allah’ın sözü ise, Allah kime hamdedecek? Kendi, kendine hamdeder mi? Demek ki bu söz, doğrudan doğruya Hz. Muhammed’indir. Lâkin bu sözleri cereyâna tutulduğu zaman söylemiştir. Kendisi, taassup devresinde yetiştiği için hakîkati açıkça değil, rümûzlu olarak söylemiştir.

Şu Küre’de ne akıllı insanlar vardır ki, maneviyyâttan iki şey sor, takılır kalır, hiçbir şey bilmezler. (Kendinden haberin var mı?) de, şaşar; nerden olacak haberi kendinden… Hâlbuki yıldızlardan bahseder. Akıl, maneviyyâtı bilemez.

Kaç-kaç zamanı Adana’yı Fransızlar işgal etmişti; o zaman Adana’da bir deli vardı. Eskiden mal müdürü imiş, zaman gelir, iyi olur ve çok güzel konuşurdu. O vakit ona nasihat ederlerdi. O kadar terbiyeli bir adamdı ki, konuşan kimse sözünü bitirmeden söze başlamazdı; bu hâline hayran olurdum. Karşısındaki, kendinin fikrine zıt bir şey söyleyecek olsa bile, onu sonuna kadar dinlerdi; asıl insanlık da budur. Elbisesi mükemmeldi, kravatı vardı. Fakat bir devre gelirdi ki üstünü başını yırtımş, her tarafı çamur içinde gezerdi… Akıllandığı zaman sorarlardı:

– Yâhu, biliyoruz, sen çok akıllı bir adamsın, çok terbiyeli bir insansın; fakat nedir bu? Bir devre geliyor ki kendini kaybediyorsun; neden bu?    

Mal müdürü düşünceye dalar, sonra cevap verirdi:

– Sizin ayağınız kaşınırsa ne yaparsınız?

– Kaşırız.

– Eliniz kaşınırsa?

– Yine kaşırız.

– Peki ya aklınız kaşınırsa?

– …………………      

Cevap yok. İşte o zaman mal müdürü şöyle dedi:

– Yâ, işte benim aklım kaşınıyor; onu kaşıyamayınca da böyle oluyorum.

Malmüdürü’nün de dediği gibi, akıl bu yolda yayadır; fakat emeği de boşa
gitmez. İnsan düşünürse, akıl yoluyla da muvaffak olabilir… Bazı mutaassıplar, (Allah’ı ve bu meseleleri düşünürsem kâfir olurum…) diyerek, kendini kâfir eder. Bazı kimseler ise (Ne olursam olayım, tek şu meseleyi anlayayım…) der ve muvaffak olurlar. Mevlânâ’nın dediği gibi; ne demiş Mevlânâ?

– (Küfür zannettiğimiz şeylerin hakîki îmân, îmân zannettiğimiz şeylerin de hakîki küfür olduğu anlaşılmadıkça, Allah’ın hiçbir kulu hakkıyle Müslüman olamayacaktır!) diyor.

Emre – Bu sözü şerîat aklımızla dinleyecek olursak, bayağı küfür, fakat hakîki îmânın ne olduğunu bilenler, Mevlânâ’nın bu sözlerine hak veriyorlar. Biz îmânı, alınıp verilir bir şey zannettiğimiz için (Dünyada Kur’ân, âhirette îmân!) diyoruz. Kur’ân istiyorsak, işte dünyada birçok Kur’ân var, satın alırız oldu, bitti. Îmân da Kur’ân’ın içinde; oku, öğren; işte îmân; lâkin inandınsa îmân olur; inanmadınsa yahut yarım yamalak inandınsa, o da îmân sayılmaz.

Îmân tefekkürle bulunur. Bazı insanlar, (Bu meseleleri düşünürsem deli olurum.) diye bir zanna kapılır. Hayır, insan bunları düşünmekle deli olmaz. Allah’ı düşünmek, Allah’a aklen misafir olmak demektir… Misafire itibâr edilmez mi? İşte biz size geldik; bize ne kadar yüksek bir misafirperverlik gösteriyorsunuz… Allah’a misafir gitsek, hiç Allah bize zarar eder mi? Yani bizi deli eder mi? Allah, kulları kadar da mı nâzik ve şefkatli değildir? Onun için Allah, kendini ve Kur’ân’ın, îmânın ne olduğunu düşünenleri deli etmez. Asıl Kur’ân, Allah’ta yok olmuş bir insandır ki, hurûfla ne yazılır, ne okunur, ne de anlatılabilir. Ne kadar güzeldir insan… Ancak, esrâr-ı ilâhi’dir… İnsan bu yoldan düşünerek yürürse muvaffak olur ve Mevlânâ’nın sözünün gerçek olduğunu anlar.

Bazıları, (Bu hâl, terakkiye mânidir.) diyorlar; hayır, terakkiye mâni olan şey, hâl değil, bu tefekkür yolunu tespih yolu zannederek, ele tespihi alınca, dünya işlerini terketmek lâzım geldiği gibi yanlış bir fikre saplanmaktır. Ellerine bir tespih alıp mağaralara çekilenler, hakîkati bulamamışlardır. Biz çocuklarımızı seve seve okutarak gelecek zamana göre hazırlayacağız. Böyle yaparsak, Allah bizden râzı olur, vicdânımız da rahat eder… İşlerimiz, meslek ve san’atlarımız (Hakîkat)i öğrenmeğe mâni değildir ki… Hangi peygamber milletini unutmuştur yahut deli olmuştur?

Âhir zaman Nebîsi, öbür peygamberlerin tamamlayamadıkları (Hakîkat)i ikmâl etmiş ve onu ümmeti içinden, kendi ilmine vâris olan birinin kalbine koymuştur; kendi de o kalbdedir.

İşte bu kalbdeki (Hakîkat)i öğrenmeğe çalışan insan, kazancı hangi yolda ise, o yolda bütün gücüyle uğraşır. Ne kadar çok kazanırsa o kadar iyidir; çünkü vereceği vergi ve yapacağı iyilikler de o nisbette artar, yani böyle bir kimsenden hem milleti, hükümeti, hem de fakîr fukarâ daha çok istifâde eder.

(Hakîkat)le uğraşan insan, sadece siyasetle meşgul olmaz; çünkü o işe memur edilenlerin siyasi kafaları, kendininkinden daha üstündür. Siyaseti idare edenler de, kendisinin parçalarıdırlar… O, sadece onların muvaffakiyyetini Allah’tan rica eder. Milletin, Hükümetin yükselmesini ister. O, cumhuriyetçi olur, fakat partici olmaz. Rey verirken, vicdânına danışır; eğer hakikaten danışırsa, vicdân yalan söylemez. Kendisine siyaset lâzım değildir amma, memleket için lâzımdır. Çünkü rekabet olmasa, memleket işleri yoluna girmez. Herhangi bir parti vicdânlı ise, diğer bir partinin mevcûdiyyetini, onun ikâzını istemez mi? Hangi vicdânlı bir partili, muhâlif partiden birinin öldüğünü ister?

S. – Halk arasında, şöyle bir rivayet dolaşıyor: Güyâ, üçüncü dünya harbi, bir kuyruklu yıldız doğduktan sonra kopacakmış. Kuyruklu yıldızlar, uğursuz olurmuş. Ne dersiniz?

Emre – Tekâmül etmiş akıllarda (uğursuzluk) diye bir şey yok, çalışmak ve bilmek vardır. Kuyruklu yıldızın doğmasıyla, insanların aklına bir değişiklik gelmez. Harp ise, bu dünyadan hiç eksik olmaz. Küre, nasıl ateşle su ayârından, yani bunların muvazenesinden, çarpışmasından ibâretse, harp dediğimiz çarpışma da, bu dünyadan kalkmaz. Lâkin zamanı filân yoktur; yani kuyruklu yıldızların doğuşuna tâbi değildir.

Bunlar, yani bu uğurluluk, uğursuzluk, hep taassubun belâsıdır. Uğursuzluk filân diye birşey yoktur… Çalış, kazan; çalışırsan mükâfatını görürsün, mukadderâtın ne ise o da başına gelir; o kadar.

Bu hurâfeler Hıristiyanlarda da var… Onlar da bu bağlarla, kendi ayaklarını sıkı sıkıya bağlamışlardır. Mâdem ki onlar da beşerdir, böyle şeyler elbette olarcak. Beşer, ayağına dolaşacak şeyleri göremez. İnsanlar, hayat yolunda kıçın kıçın giden, yani gittiği yeri göremeyen bir insan ise, mutlaka bir yere takılıp düşecektir. İnsanların aklı da, hayat yolunda işte böyle kıçın kıçın gittiği için, hurâfe çukuruna düşmektedir. Fakat hangimiz akıl yolumuzu görebiliyoruz? Yani istikbâlimizi bilebiliyor muyuz? Gittiğimiz yoldan haberimiz olmadığı için böyle hurâfe çalılarına dolaşıyoruz. Bu da hep aklın yuvarlak olmayışından. Yuvarlak olmayan şeyden kudret hâsıl olmaz. Nebatlara bak, hepsi yuvarlak; Fındık, karpuz, üzüm.. aynen Küre gibi yuvarlak. Tayyare motorlarındaki her şey yuvarlak. Yuvarlakları yanyana getiriyorlar, su ile ateşi kavga ettiriyorlar, hadiii, canlandı gitti. Ne kadar sür’atli dönerse, o kadar kudret elde ediliyor.

Elektriğin anası güneş. Her ışığın aslı da güneş ya… Güneşten kudret almış olan bakır mâdeni yuvarlak olarak bir kollektöre diziliyor, araları mesafeli ve parça parça olarak. Yine güneşten meydana gelen kömür de kullanılıyor. Bunları bir motor kuvvetiyle çeviriyorlar; çakmak çakar gibi sür’atli bir ateş çıkıyor: tı tı tı tı… Bu dönmeden bir mıknatıs husûle geliyor. Mıknatıs da sömürülüyor, depo ediliyor. Fabrika bu kudreti, kendisine bitişen ampule, iki telden veriyor; iki tel bir araya gelince, yani (Külli şey’in zevceyn!) olunca, birbirini yakmaya çalışıyor. Ampulün içinde hava olmadığı için külsüz, dumansız bir ışık çıkıyor. Ondan çıkan ziyâ, yine küçük zerreler halinde güneşe gidiyor, böyle bir devri dâim olup duruyor.

Vücudumuza gelelim: Vücut ne kadar sür’atle devredip duruyor… Devri bitse hayat kalır mı? Kalmaz. Vücut devri, uyurken de durmaz. Uykuya her canlının ihtiyacı vardır. Vücutta kan ne kadar fazlaysa, insan o kadar çok uyur. Beyin bembeyazdır. Asıl kudret, beynin dış zarındadır. İnsan, uyumak için yatar; yatınca, kan ince damarlara yayılır, beyni bulandırır, hadi bakalım uyuruz. Uyuyup uyanmayan vücutta hayat, varlık olamaz. Uyku uyumayan vücut çabuk yorulur. Uyanıkken bütün sinirlerimiz faaliyettedir. Daima böyle gergin kalsa çürür.

(Kalb uyumaz.) derler; hâlbuki kalbden fazla uyuyan bir âzâ yok. Kalb, bir kere tık! dedikten sonra ikinci bir tık!’a kadar uyur. Her şey, kalbin tıktıkları gibi küçük zerrelerden ibârettir; birbirine bitişik hiçbir şey yoktur. Elektrik de ışığını, böyle tık! tık! diye atıyor. Bu tıktıklar çok sür’atli olduğu için biz elektrik ışığını devamlı, birbirine bitişik zannediyoruz. Uzaktan gördüğümüz tozlar, dumanlar da zerrelerden ibâret değil mi? Toz bulutlarının, zerrelerden meydana geldiğini, ancak, o tozlar yere çöktükten sonra görebiliriz.

Bu vücut uykusunu uyuyanlardan, insanlara zarar gelmez; fakat gaflet uykusunu uyuyanlardan çok zarar gelir. Uyuyan için ışık yoktur, her taraf karanlıktır. Mâdem ki bizim için de birçok şeyler karanlıktır, o halde biz de uyuyoruz demektir.

Bu konuştuklarımızı, tefekkür hazmı olmayan bir kimsenin yanında konuşmayız. Hz. Muhammed bunun için (Kellimünnâse âlâ kaderi ukuûlihim!) demiştir. Allah’ın bir ismi (Rezzâk)tır. Her mahlûka kendine göre bir gıda verir. İnsan ise her şeyin hülâsasını, özünü yer. İnsanın gıdası olan tuz, bazı hayvanlara, meselâ kekliğe, turaca, yabani ördeğe, yılana, sümüklüböceğe zehirdir. Yılanın zehiriyle tuz birbirine karıştı mı, bu iki zehirin mücadelesinden yılanın vücudundaki varlıklar yanıp koyup gider.

Tuzu sümüklüböceğin üstüne ekele, ölür. Klorsodyum onun için adamakıllı bir zehirdir. Keklik, tuzlu pilâv yese ölür. O ölmüş kekliği sen ye, sen ölürsün.

Onun için, (Hakîkat) kelâmları da bazı kafalar için zehir gibidir. “Hakîkat” tabiatten ayrı değildir. Allah hangi varlığın tabiatını değiştiriyor ki?

Tabiîyyûn bize yakındır amma, onlar bir yerde, yani tabiatta kazıklanmışlardır; hâlbuki onların (tabiat)ının fevkinde bir (Kudret) var ki (tabiat)a o (Kudret) kumanda etmektedir.