29 Kasım 1954 | Sayı: 113

13 Aralık 1954 | Sayı: 114
15 Kasım 1954 | Sayı: 112

Emre – Bizim için, herkesin yaptığı yerli yerincedir… Birisi gelir, “Benim hâlim nasıl?” diye sorarsa, ona kötü değil, iyi tarafını söyleriz. Ona nefsâni olarak söz söyler, akıl öğretirsek, fena. Karşımızdakine söyleyeceklerimizi, Allah’ın ahlâkına uygun olarak ve murabıt bulunarak söyleriz… O, ya dinler, ya dinlemez… Bizi dinlemedi diye ona kızmayacağız.

Günâhların en büyüğü gururdur. Gurur, benliğin tekâmül etmiş hâlidir, şirkin kardeşidir. Gururdan sonra en büyük suç yalandır; Allah yalancıya lânet ediyor ya. Yalan, Allah’ın hiç sevmediği şeylerden biridir. Ondan sonra nifâk, kîn, kibir… Bunlar dünyadaki hükümetlere benzerler. Her milletin hükümeti bulunduğu yeri, topraklarını muhafaza etmeğe çalışıyorsa, kötü huylar da, bulundukları yeri terk etmemeğe çalışırlar. İyi ahlâk gelirse kendilerini mahvedecektir; bunu bildikleri için yerlerini sağlamlaştırırlar, kendilerini müdafaa ederler.

***

Emre – “Sükût etmeyen kuşun yavrusu olmaz” derler. Sükût iyi şeydir. Sâdi sükût tavsiye eder: “Sus ki karşındaki senin ne olduğunu anlamasın, hem de seni âlim zannetsin!” der. Hala’nın anlattığı “Çıçan! Kulluğu de var!” (*) hikâyesi sükûtun kıymetini anlatıyor.

Bir insanın aleyhinde duvar arkasında bile söylesen, duvar hâil olmaz, söz gider, sahibini bulur. Kötü söz söylememek için, insan ahlâkını düzeltmeli. Ateş yanan yerde mutlaka duman olacaktır. Bu âlemde bir tek düşmanı olan insan dahi, onun aleyhinde mutlaka söz söyler. Söz, dedikodu, bu ateşin dumanıdır. Söz, çıkınca, hedefini mutlaka bulacaktır… Kimin için söylediysen orada da bir sirke kaynamaya başlar… Kelâmın zamanı, mekânı yoktur; birgün mutlaka sahibini bulur. Geri de alamazsın: Taş, atana kadar senin; elinden çıktıktan sonra geri gelir mi? Onun için düşman tutmamalı. Velhâsıl evveli sükût, âhîri sükût… Nakşi:

Kemâl ehli kemâlâtı sükût ile buldu hep,
Eğer sözün fıdda ise, sükût et, olsun zehep…  diyor.

Biz kimi incitiyorsak, ona bitişik olduğumuzdan, kendimizi incitmiş oluyoruz.

Kime kırıldıysak, gönlümüzü, o kırana tamir ettirmeliyiz; başka hiçbir kimse tamir edemez. Kırıldığımız adama rızâlillâh “Ben sana kırıldım,” deriz. O, ne kadar kötü olsa yine düşen başa kimse basamayacağı için, bir kudret hâsıl olur, bizim gönlümüzü tamir eder.

Amma biz kimseye kırılmayacağız. Kırılıyorsak, hâmız. Her ev yıkılır, Allah’ın evi yıkılmaz. Mâdem, gönlümüz yıkılıyor, o halde bu gönül henüz Allah’ın evi olmamıştır, bizim gönlümüzdür; daha teslim olamamışız demektir.

(*) Bir fakîr annenin, yetişkin üç peltek kızı varmış. Bir gün anneleri çarşıya çıkacağı zaman, kızlarına tenbih ediyor: “Ben gelinceye kadar, size görücü gelirse; sakın konuşmayın ki
peltekliğiniz anlaşılmasın.”

Aksi gibi, anneleri gittikten sonra görücüler geliyorlar; fakat kızlar hiç konuşmuyorlar. O sırada bir sıçan çıkıyor. Kızın biri heyecanla “A! Çıçan!” diyor; öteki “Kulluğu da valmış!” üçüncüsü onları susturmaya çalışarak: “Anneniz cice şeşlenmeyin demedi mi?” diyor.

Emre – Şaka iki türlüdür: Biri tevâzudan gelir, öbürü nefisten. Tevâzudan gelen şaka mahviyyete doğru gider, incitmez. Nefis’ten gelen şaka çok fena, sonu da fena, çünkü o şakayı yapan, kendisini yüksek, karşısındakini aşağı görür, onu incitmekten zevk duyar. Hâlbuki mahviyyetle şaka yapan adam karşısındakini kazâra incitecek olursa, bundan kendisi daha çok müteessir olur.

Hz. Muhammed çok şakacıymış; etrafındakileri eğlendirmek için, şaka yaparmış.

Birgün arkadaşlarıyla otururken, bir ayağını orta yere uzatmış, sormuş: “Bu neye benzer?” Kimisi “Arş’a benzer”, kimisi “Kürsî’ye benzer” diyor. Onlar bilemeyince, o ayağının yanına öteki ayağını da uzatıyor ve “İşte buna benzer!” diyor; herkes gülüyor. Bak biz bile güldük. Şaka böyle olmalı. Hz. Muhammed arkadaşlarına ayağını uzatıp da, “benim ayağım sizinkinden güzeldir” deseydi en sevdikleri bile incinirdi. Benlik çok fena şey, benlik gittikten sonra ne cehennem var, ne bir şey…

***

Emre – Kalbi teslim etmesi, teslim olması, yarması ne kadar zor…

***
Emre – Mevlânâ tarîkat kurmamıştır; yok olmağa çalışmış, yok olmuştur.
Kendinden sonra gelip de yok olamayanlar, onun tuttuğu yolu tuzak gibi kullanmışlardır.

***

S. – Aklım duruyor bâzan.

Emre – Durduğu aşkından. İnsanlar iki saat yol yürür, yorulur zanneder ki artık gidemeyeceğim; hâlbuki durduğu dakikadan itibaren, yürümek için kuvvet topluyor.

***

S. – Mâdem Mûsâ Allah’ı görememiş, peki Tevrat’ın Allah kelâmı olduğunu nereden bildi?

Emre – Bu konuştuğumuz sözler Allah kelâmı mı, Şeytân kelâmı mı?

S. – Allah kelâmı.

Emre – Sen bilirsin de Mûsâ bilmez mi?

***

Emre – Atatürk’e dînsiz diyenler, onun yıktığı taassup binasının kerpiçleridir.

***

Emre – İslâm dîni, dîn bittikten sonra başlar; yani kayıdların bittiği yerden başlar. Kayıd var mı, islâm dîni yok.

***

Emre – Nefis, kendine yaramayan, yani yasak olan şeyi arzu eder; maddeten de, ahlâken de. Sıçana benzer, sıçana: Yasak! dedin mi, delikten dışarı çıkar.

***

Emre – Taassubu doğuran şey cehâlettir. Öyleyse Kur’ân’ın mânâsını anlamalıyız. Kur’ân’ı anlayacağımız bir Türkçeyle tercüme etmeli. Hattâ Adana ağzıyle, Kastamonu, Türkmen v.s. ağızlarıyle tercüme etmeli. Hattâ Kur’ân’ı bugünün Arapçasına çevirmeli ki Araplar da istifâde etsinler.

Taassub kötü şey. Mutaassıplar, hoparlörle ezân okumayı küfür zannediyorlar. Hâlbuki ezânı okuyan hoparlör mü, müezzin mi? Hoparlöre değil, söze bakmalı. Minâre, yükseklerden bağırıp ezânı mümkün olduğu kadar çok insana işittirebilmek içindir. Hz. Muhammed bu devirde gelseydi, ezânı hoparlörle okuturdu.

***

Emre – Tövbe, istiğfar duâları okumak değil, suçu, kabahati anlayıp, itiraf edip bir daha yapmamaktır.

***

Emre – Benlik, bir Allah’a mahsustur, bir de Şeytâna. Ben! diyenler, Allah olamayacaklarına göre, Şeytândırlar. Başlar bir azâb: Küçüldükçe rahatlık, küçülen büyüktür.

***

Emre – Mansûr, hâlini gizleseydi, “Ene-l-hakk!” demeyecekti. Kime hitab ediyor “Ben Hakk’ım!” diye? Kendinden başka bir kimse var mı ki, onlara “Ene-l-hakk!” diyor?

Mansûr’a “Böyle deme!” dedikleri zaman, “Peki!” diyecekti. O söz, her vakit söylenmez; zamanı gelince söyleyecekti.

***

Emre – Herhangi bir hastalığın ilâcı keşfedildiği zaman, hastadaki hastalık hangi devrede ise bu ilâç o devredeki hastalara iyi gelir; daha evvel veya daha sonraki devrelerde bulunan hastalara iyi gelmez.

***

S. – Bâzı insanlar, konuşurken, insana söz vermiyor.

Emre – Yok ki versin. Hâlbuki insan olan, hep dinler.

Nasreddin Hoca pazardan geçerken bakıyor ki, bir adam kuş satıyor, soruyor: “Kaç kuruş?” adam cevap veriyor: “40 akça” Hoca “Yâ?!” diyor, hemen eve gidiyor, kazı aldığı gibi pazara getiriyor, o kuşçunun yanına oturuyor. Kuşçu, Hocaya soruyor: “Kaça vereceksin?” “100 akça’ya” “Hiç bir kaz, 100 akça eder mi?” “Senin ufacık kuş 40 akça eder de, bu kocaman kaz 100 akça etmez mi?” Kuşçu: “Ama benimki konuşur…” deyince, Nasreddin: “Benimki de dinler!..” diyor…

Dinlemeli ama kaz gibi değil. Niyazî: “Öyle kulağa kurşun akıt!” diyor.