21 Eylül 1953 | Sayı: 82

05 Ekim 1953 | Sayı: 83
07 Eylül 1953 | Sayı: 81

Avukat Bey, hayvanların, etleri yenmek üzere insanlar tarafından kesilmesinin çok feci bir şey olduğunu söyleyince Bay Emre şu mütâlaada bulundu:

Emre – Allah’ın birçok sıfatları insanlardan tecellî eder. Allah’ın “Rahîm” sıfatına mazhar olanlar, hayvanları kesemezler. Şeriat, kurban kesmeyi erkeğe tahsis etmiştir. Bunun da sebebi erkeğin bu hususta daha cesaretli oluşudur. Bu cesaret ve bilhassa erkek kuvveti hayvanın fazla ıstırâb çekmeden kesilmesini mümkün kılar.

Herkes bu işi yapamaz. Bazı insanlar hayvan kesemezler, bazı kimseler acımadan kesebilirler. Herşey yerli yerincedir. Onlar hayvanları kesmese, bizler etten mahrum kalırdık. Hâlbuki kâinattaki herşey insanların istifadesi içindir. İnsan mecmû-u kâinattır ve bu âlemin merkezidir. Bütün varlıklar insana doğru geliyor; yani insanı tesbih ediyor. Buradaki “tesbih” sözü, 33 veya doksandokuz taneli tesbihi çekmek değildir. Tesbih, bütün mahlûkatın, kendi imkânlarına göre insana hizmetidir. Tavuk yumurtasıyla; yıldızlar, aylar zıyâlarıyla; arı balıyla insanı tesbih etmektedir. Bunlar hep insana âşıktırlar. Kuşların birçoğu, meselâ kırlangıçlar yuvalarını insanın çok yakınına; gözü önüne yaparlar. Vahşi hayvanları insanlardan kaçıran şey, kendi fena huyları, kötü sıfatlarıdır. Onların bile yönleri insana doğrudur.

Etlerin de tesbihi, yani hizmeti bize doğrudur. Yediğimiz tavuk, hayvanken insan oluyor. Hiçbir şeye ölüm yoktur. Gıdalar ölse, vücudumuza dağılamaz. Yediğimiz gıdaların sadece şekilleri değişiyor, mânevîyyetleri, yani ahlâkları ve sıfatları bâki kalıyor. Bunun içindir ki Muhammed, ahlâkı düzgün olan hayvanların etini yemekliğimizi emretmiş. Etini yememizi emrettiği hayvanlar, geviş getiren hayvanlardır. Bunlar, aldıkları gıdayı ezer, yutar, bir daha çıkarır, yine ezerler. Bu suretle gıda vücuda ham geçmemiş olur.

Mânevîyyette de aklımıza ham fikir, ham ahlâk geçirmemeliyiz.

Sual – Hayvanları kesmeyi şehir hayatı yaşayan medenî insanlar icâd etmiştir. Yoksa pekâlâ meyve ve sebze yiyerek yaşayabilirdik.

Emre – Dağ başlarında ilimsiz ve peygambersiz yaşayan vahşi insanlar da hayvanların peşinden koşup onları diri diri yemişlerdir. Onlara bu arzuyu şehir hayatı ve medenîyyet vermiş değildir. Bu yeme arzusu anadan doğarken bizimle beraber doğmuştur. Civcive yem yemesini öğreten mi var? Bazı et yiyen karıncalar var ki bunlar hubûbât yemezler. Yani gıdalara karşı olan istek veya nefret, mahlûkatla beraber doğar.

Sual – Peki, insanlar ne yemeli?

Emre – Et yiyen mahlûklar çok yaşar. Akbabalar 125, kurbağalar 150 sene yaşar. Ot yiyen hayvanların, meselâ öküzlerin vasatî ömrü 24 -25 senedir. Bu hayvanlar gıdalarını çiğ ve kabuklu yedikleri için çok kuvvetlidirler.

İnsanlar çoğaldıkça, sıklaştıkça ömürleri azalıyor. Ama asıl ömür bu azalan maddî ömür değildir. Bu ömrün içinde bir ömür var ki onu bulabildiysem ne âlâ… Bulamadıysam, beşyüz sene yaşasam ne faydası var… Nuh 900 sene yaşamış amma, 63 sene yaşayan Muhammed’in bildiğini biliyor muydu?

Sual – Allah bize beş duygu, hayvanlara da antenler filân vermiş. Bunlar süs değil, yaşama vasıtasıdır. İnsan, koku alma duygusu sayesinde leş yemiyor. Bu ona haramdır. Ağaçtan mis gibi bir elma yiyen insan, artık leş yer mi? Demek ki insan leş, yani et yemek için değil, meyve ve bitki yemek için yaratılmıştır. İnsanlar, silâhı icâd ettikten sonra hayvanları öldürmeğe başladılar. Hâlbuki merhamet, bellibaşlı bir insanlık duygusudur. Elmayı kesiyorum da koyunu kesemiyorum; onu seviyorum.

Emre – Asıl sevgi, koyuna saldırmamızdır. Seveceksin ki yiyesin. Koyunu yiyeceğiz ki, o hayvan insan olabilsin, hayvanlıktan kurtulsun. Bunu biz bilmeden yaparız. İş görünüşte koyunun kesilmesi gibi görünür amma, hakîkatte koyun insan olmuştur. Hâlbuki biz o koyunu, insan olsun diye kesmiyoruz; karnımızı doyurmak için kesiyoruz. Necisten midemiz bulanıyor; ekşi ağzımızı sulandırıyor, bal sulandırmıyor. Bunlar öğrenmeden bildiğimiz bilgilerdir.

Nasıl biliyoruz? Çünkü Allah herşeyi muhîttir; insanı da muhîttir; hayatın her şeyde bulunması gibi. Çünkü Allah Kur’ân’da (Küllü şey’in hay: herşey canlıdır) diyor.

Fen her şeyi bilemez. Tabiatullaha nazaran fen, ilim, bir çocuk gibidir. Büyür, küçülür, ölür; fakat tabiatullah ölmez.

Siz nebat yemek istiyorsunuz. Bu düşünce sizi yoruyor. Herkesin böyle olmasını istemek azâptır; herkes böyle olamaz. “Âleme muhalefet, kuvvei hatâdandır” demiş Ziyâ Paşa. Bizim de muhîte uymamız lâzım. Lûtfundan istifade eder, azâbından kaçarız. Dayatırsak, direnirsek, o Büyük Kudret bizi kırar, ezer geçer.

Sual – Bir meseleyi daha öğrenmek istiyorum. Mağfiret, hocaların anladığı gibi midir? Yani ben bütün ömrümce her fenalığı yapayım; ömrümün son günlerinde iki rikât namaz kılarak püf! doğru cennete gideyim.

Bir de bunun aksi var: Ölünceye kadar vaktimi ibâdetle geçireyim de, Şeytan son nefeste îmânımı çalsın, böyle şey olur mu?

Emre – Böyle şeylerin aslı yok. Allah lûtfu da azâbı da vicdânımıza koymuş. Biz kendimizi affedersek Allah da eder. Yeter ki biz günâhkâr olduğumuzu bilerek bir daha günâh işlememeğe karar verelim. Allah’ın affı bundan sonradır.

Hocalar, şeyhler “tövbe et!” diyorlar ama sözle kurukuruya tövbe olur mu? “Tövbe!” der demez günâhlar gider mi? Günâhlarımız aklımıza yazılı, vicdânımıza kazılıdır. Ben yaptığım fenalığı unutabilir miyim? Bize fenalık yaparlarsa, biz unutabiliyor muyuz? Amma bazı vicdânlar var ki simsiyahtır. Günâh, fenalık mürekkebinin lekesi o vicdânların siyah kâğıdı üzerinde görülmez; yani onlar yaptıkları fenalığın vicdân azâbını duymazlar.

Beyaz giyinmiş bir insanın üstünde ise en ufak bir leke bile görülür.

Vicdânı olmayan insanlar, idam mahkûmlarını asan cellâtlara benziyorlar. Hâkim verdiği idam hükmünü cellâda infaz ettirir. Biz böyle olmayalım, Allah’ın “Kahhâr” sıfatına mazhar olmayalım.

Hocaların, şeyhlerin yanlış anlayışları ve yanlış tefsîrleri birçok insanları mânen ve fikren asmıştır. “Günâh işleyince tövbe et!” diyorlar. Bu türlü tövbe, günâh işlemek için mükemmel bir vesîledir.

İsviçrelilerde hiçbir ahlâki kötülük kalmamış. Aceba bunlar tövbeyle mi bu seviyeye geldiler. Tövbe bir kere olur. İki kere olan tövbe, tövbe değildir.

İsviçre’de medenîyyet ilerlemiş ahlâk tekâmül etmiş. Asıl islâm olan aceba onlar mı, yoksa biz miyiz? “İslâm” demek selâmet bulmak demektir. Onlar mı selâmeti bulmuş, biz mi?

Sual – Hay Allah râzı olsun. Hep yarım yamalak bilgiler yüzünden insan ne yapacağını şaşırıyor. Hâlikten korkulur mu?

Emre – İnsan Allah’tan değil, kendi nefsinden korkmalı. “Âdil” olan “Hâlim”den korkulur mu? Korkan, sevemez. Hâlbuki Allah bizim dostumuz, sevgilimiz olmalı.

Sual – Bravo! Allah korkusunu da hâlletiniz…

Emre – Allah’tan bir şey istemek küfürdür. Çünkü O, her şeyi yerliyerince yapıyor. Birinin malını çalalım; sonra da Allah’a yalvaralım “Bizi jandarmaya, polise tutturmasın!” diye, olur mu böyle şey? Eğer Allah da bize yardım ederse, zâlim olur.

Sual – Demin, okunan bir doğuşta (Bu dünya bir leştir; tâlip olan kelp) deniliyordu. Bu doğuş, bir hadîsin tefsîridir. Bu sözde, köpeği hakir görme mânâsı var. Ben hiçbir hayvanın hakir olduğuna kaani değilim. Her şey Hâlik tarafından yaratıldığına göre, hiçbir şey lüzumsuz değildir. Bir bektâşi şiirinde (Köpek! Sen benden âlâsın) deniliyor.

Emre – O söz köpeği hakir görmek için söylenmemiştir. O sözdeki hücum, köpeklik ahlâkınadır. İki köpek bir kaptan yiyemez. Dünyadaki bütün kavgalar hep bu köpek ahlâkının kapışmasından doğuyor. Siz şefkatinizden böyle söylüyorsunuz. Allah’ın yarattığına kim kötü diyebilir? Mûsâ ile köpek hikâyesi buna güzel bir misâldir: Allah Mûsâ’ya: “Yâ Mûsâ git, en hakir bir mahlûk ara, bul ve onu bana getir!” diyor. Mûsâ arıyor, arıyor, nihayet uyuz bir köpek bulup, onun boynuna bir ip bağlıyor. Köpeği “Tûr” dağına götürmek üzere yola çıkıyor. Fakat bir müddet sonra vicdânı uyanıyor; ipi köpeğin boynundan çıkarıp kendi boynuna takıyor. Tûr’a öylece gidiyor, “işte geldim Yâ Rabbi!” diyor. Allah: “Yâ Mûsâ! eğer o köpeği getirseydin, seni peygamberlikten tard ederdim. Ben o uyuz köpeğin hatırı için bu sene kışı bile hafif geçirdim” diyor.

Allah bu yüzden, bizim peygamberimizi bile tevbîh etmemiş mi? Hz. Muhammed, hatırı sayılır kabile reisleriyle İslâmiyet üzerinde konuşurken bir kör geliyor. Muhammed o körün gelişine râzı olmuyor, suratını asıyor ve ona arkasını dönüyor. Bunun üzerine (Abese ve tevellâ en câehül’a’mâ) âyeti geliyor. Mânâsı nedir?

– Kendisini ziyarete gelen köre suratını astı ve arkasını çevirdi.

Emre – Ona böyle derse, bize ne demez?..

Bir hikâye anlatırlar: Adamın biri hamamda yıkanırken, hamam böceklerini görünce, Allah’a (Hani sen abes bir şey yaratmazdın? Ya bu hamam böcekleri ne? Ne faydası var şunların?) diyor. Bunu der demez, adamın başına bir ağrı yapışıyor. Yıkanıyor, giyinmeye çıkıyor ama suratı asık. Hamamcı “ehl-i hâl” bir adammış soruyor: “Ne var? Niye canın sıkkın?) Adam: (Başım ağrıyor) diyor. Hamamcı: (Başının ilâcını yine burdan ara!) diyor amma, adam başının ağrısından bu sözdeki hikmeti, kudreti anlamıyor.

Uzatmayalım, bu baş ağrısını tam yedi sene çekiyor. Bir gün yine hamama geliyor. Başı hâlâ ağrımakta. Çıkarken, başının ağrısından hamamcıya dert yanınca, hamamcı: (Sen hamam böceklerini hor, abes gördüğün için bu baş ağrısı sana musallat oldu. Lâkin bu da bir lûtuftur, sana hakîkati anlatacak. Ben sana yedi sene evvel, “başının devâsını burdan ara” dememiş miydim? diyor. Adam bu sözü hatırlıyor, “evet” diyor. Hamamcı: (Öyleyse, git, o böceklerden birkaç tane bul, getir, döğ, külle karıştır, üç tane yut, başının ağrısı geçsin.) diyor. Adam, onun dediği gibi yapıyor ve başının ağrısı geçiyor.

Burada hor görmek yok. Her şey yerli yerince.

O hadîste veya doğuşta (dünya bir cîfedir, tâlip olan, kelp) denmesi köpeklik ahlâkınadır.

Lâkin bir de şöyle düşünelim: İnsan ile hayvan bir olabilir mi? Kur’ân’da Allah: (Ve lekad kerremnâ beni Âdeme) diyor. Köpekler için böyle bir şey söylemiş mi? İnsan her şeyden büyüktür. İnsan düşünür, hayvan düşünemez. İnsan mecmû-u kâinattır. Herşey lâzımdır amma, insana hizmet için lâzımdır. Köpek bana lâzım değil; fakat çobana çok lâzım.

Sual – Ben insanın “eşref-i mahlûkat” olduğuna kaani değilim.

Emre – Köpeğin dili sadece “hav”dır. Tabiatı da ikidir: Sadâkat, gadap. Hâlbuki insanlarda Allah’ın binbir sıfatı mevcut. İnsanla hayvan bir olur mu?

Sual – Ama ben arı gibi kanat çırpamıyorum, onun gibi petek yapamıyorum?

Emre – O, kanadını sizin için çırpıyor; sizin için petek yapıyor.

Sual – Biz onun balını alıp yiyoruz. Bu bir hırsızlıktır.

Emre – Yanlış. Biz onun balını yemesek arı mahvolur. Her şeyin hâkimi insandır; her mahlûkun hizmeti insanadır.

Bu meseleleri çok düşünmeye gelmez. Herşeyi olduğu gibi kabul etmeliyiz. Hesab eder, düşünürsek âvâra oluruz, yolumuzdan kalırız. İnsanın bu çürüyen varlığının içinde çürümeyen bir varlık var. O kendi derdine düşse kimseye karışamaz, “nerden geldik, nereye gidiyoruz?” diye düşünmeğe başlar.