17 Ocak 1955 | Sayı: 115

31 Ocak 1955 | Sayı: 116
13 Aralık 1954 | Sayı: 114

Emre – Tasavvufun kitabı yoktur; her kitap tasavvufun. Kur’ân’ın başındaki “Elif Lâm Mim”: İşte tasavvuf. Arka tarafı, hadiiii, ordan oraya, ordan oraya.

İlim, “Hâl”in kabuğudur. İlim çekirdeği kırılmadan “Hâl” meydana çıkmaz. İlimden geçmeyince, lezzet hâli tecellî etmez. Tasavvuf, lezzet demektir.

Tasavvufta benlik yoktur; ilim ise daima benlik ve gururdur… Mutasavvıfların benlikleri, gururları yoktur. Onlar benliğe mahkûm olmazlar.

İlim, meyvaya benzer. Hâl, yani tasavvuf da, bunu yiyip ortadan kaldırmaktır. Meyva göz önünde durdukça, yani yenmediği müddetçe lezzet zuhûr etmez. Lezzet, yedikten sonra alınır. Hâl, bundan sonradır. Tasavvuf budur. Kur’ân’da “Küllü men aleyhâ fân” diyor; yani “her şey fânî olacak da Allah’ın yüzü ondan sonra bâkî kalacak”. Her şeyin kabuğu soyulacak; bakacaksın “şey” kalmayacak. Bir doğuş bunu güzel anlatıyordu:

Birinci Doğuş kitabı 246 numaralı Doğuş;

Göz önünden gaip olursa vücud,
Dostun yüzü o vakit olur şühüd,(1)
Gaib olur göz önünden cümle put,
Her mekânda görülür Dilber mevcut.

O âleme can vermelidir baha,
Canı bahşiş götürmeli o Şâh’a;
Tarif eder sana “sûrei Tahâ”;
Görür görmez, orada lâzım sücûd.

Secde lâzım o Dilbere orada,
Kimse kalmaz o zamanlar arada;
Bu lezzeti yüzbinde biri tada…
Tadacaksan bütün bilgini unut.

O âleme feda etsen vârını,
Seyredersin o “Hakîkat Yârı”nı;
O gezdirir “Hakîkat Diyarı”nı,
Yeryüzüne döşenmiş bütün yakut.

Dost eliyle dikilmiş nurdan ağaç,
Girmek için can verilir orda pac; (2)
Cansızlara kabul olur orda hac,
Üryan olur, sana görülür Mâbud.

Âşık olan seyir eder Üryan’ı,
Görür görmez ona karışır canı,
Ayrılmanın hiç olur mu imkânı…
Bileceksen, bütün nefsini uyut.

Tarif olan,(3) canında durur senin,
Ona perde olmuş sevdiğin tenin;
Teni koyup, Dostun donunu giyin,
(Emre), lâzım sana burada sükût.

12.10.1943

( 1 ) Şühud olmak: “meşhud olmak” yerinde kullanılmıştır.
( 2 )Pac=Bac: Vergi.
( 3 )Tarif olunan.  

Senlik-benlik, kesrettir; o da bir ilimdir, o da bir bilgidir.

Dünyada ne kadar çok salkım vardır. Bunların hiçbiri de diğerine benzemez. Bu kesrete misâl.

Bu salkımların vücutlarını ortadan kaldırsak, yani onları sıksak, ateşten geçirip pekmez yapsak, nereye gitti onların şekil ve şemailleri, şeyhlikleri?

“Tevhîd”i istediğin kadar saklayabilirsin. Üzümken, kabuğu vardı; o kabuk kendinin düşmanı idi, onu çürüten bu kabuktu. Kendi kabuğu, yani eski kabı gittikten sonra, erbâb bir “Kâmil” onu yeni bir kaba koydu. Bu kab onu ilelebed muhafaza eder.

İlim milim, bunlar dedikodudan ve benlikten başka bir şey değildir. Bu ise, içteki cevherin düşmanıdır. O soyulup atılacak ki, iç onun şerrinden kurtulsun.

İlim deyince, ne kadar çok… Tıb ilmi; bunu parçala: Cerrahlık, dâhiliyye vs. ne kadar çok… Hendese öyle, san’atlar öyle; parçalayacak olsak, adedi yok. Amma tasavvuf ilmi tektir. “Hâl”e oradan geçilir.

Tasavvufu hazmettikten sonra, insan, her şeyi hak görür, yerli yerince görür, kimse ile iddialaşamaz. Amma âlime ilminde ufak bir noksan olduğu söylense, ne kadar canı sıkılır… Mutasavvıfa “bilmiyorsun, câhilsin!” desen, canı sıkılmaz, “doğrudur!” der; çünkü o, “Hakîki Bilen”in kim olduğunu bilir.

Böyle olan insanlar “toprağa” benzerler. Zâhirî bir görüşle bakarsak onlara hiçbir kıymet vermeyiz. Hakîkaten toprağa benzerler: Eline alsan, rengi yok; ağzına alsan, tadı yok; fakat uğraşır, çıkarmağa çalışırsak görürüz ki bütün tadlar, zehirler, panzehirler, mâdenler, nebatlar hep ondadır. Ama hâli tek: toprak, topraklık.

İlim, bu toprağın yüzünde, sathında, “hâl”, içinde, altındadır.

İlim de bir yoldur amma, çok uzun. O yolu yürüyüp bitirmeğe insan ömrü kâfi değildir. Hâlbuki Allah bize “bu dünyada ‘Hakîkat’i göreceksiniz; bu dünyada görmeyen, öbür dünyada da görmez!” diyor.

“Muhammediyye” sahibi Yazıcıoğlu:

“İkiyüzbin yıl, ey ârif kişi ‘meydân-ı Tevhîd’de;
Seğirtse, kapmayaydı o top nedir, bilmezdi, ol Mevlâ.”

diyor. Bir top varmış; topu kapan, Allah’ı bilirmiş. O topu kapamayan bir insan “Tevhîd” meydanında 200.000 sene koşsa bile Mevlâ’yı bilemez, bulamazmış. “Tevhîd” meydanında 200.000 yılda bulunamazsa, “ilim” meydanında kimbilir kaç yüzmilyon sene ister… İnsan ömrü bu uzun yolu yürümeğe kâfi gelir mi?

***

Emre – Mutaassıplar, kendilerini dîn-dâr zannediyorlar. Onlar “dîn-dâr” değil: “dîni dar” onların. Hâlbuki dînin önü ne kadar geniş. Onlar herkesi kendileri gibi yapmağa çalışıyorlar. Hâlbuki dîn zorla olur mu? Bir hikâye anlatırlar:

Vaktiyle iki Ermeniyi zorla Müslüman etmişler… Namaz kılmaları için de, “Elhamdü” ile birkaç sûre ezberletmişler. Bunlar birgün namaza durmuşlar. Birisi ne okuyacağını şaşırmış, namazda yavaş sesle arkadaşına seslenmiş:

– Haçik!

– İçgides?

– Namazda önce ne okunacaktı?

– Ehleme.

Arkadaşının bu sözüne inanamayıp:

– Yalan!

deyince, beriki ıstavroz üzerine yeminle arkadaşını inandırmak için:

– Haç!

demiş. Yani Müslümanlığı kabul ettiği halde, eski alışkanlıkla haç üzerine yemin etmiş.

İnsanın gönlünde olmazsa, zorla Müslümanlık olur mu?

Hükümetin irticaı takibetmesini biz de istiyoruz. Bizi de takibetmelerini isteriz. Çünkü henüz bizi lâyıkıyle anlayamamışlardır. Tasavvuf yolunu irticâ yolundan ayırmak kolay değildir.

Bizi dışarıdan, kimse mes’ûl edemez, (Göğsünü göstererek) ancak burası mes’ûl eder; kimse bizi zevke düşüremez, ancak burası düşürür.

Biz kanunu çok severiz. Kanun kendi kendine olmaz; insanlar onu ihtiyaca göre düşüne düşüne yaparlar. Vatana, millete ne lâzım, ne değil, onları bulup yazar, kanun yaparlar. İyice düşünsek, bunu da yapan, yaptıran da Allah değil mi?

Şimdi, kanunların çok şedîd olmasını isteriz. Zamanı gelip, insanlar tam medenî olurlarsa; kanun, kitap sahifelerinden vicdânlara geçer. O zaman hükümet de zahmet çekmez, uğraşmaz, başka işlerine bakar. Hükümetin şimdi uğraştığı, dünyayı saran ateşten ve câhil insanlardan emin olamadığındandır. Câhilin ne vicdânı vardır, ne de görgüsü…

Esasen Kur’ân, (Atiullahe ve atiurresûle ve ulül’emre minküm) demiyor mu? Biz sadece itaat ederiz, onun işine karışmayız. Allah bu işleri ehline yaptırıyor. Bize düşen şey, ulü-l-emr’e verilen vazifenin yapılmasını kolaylaştırmaktır. İlâve veya tarh’a kalkışmamalı; çünkü onun işine aklımız yetmez; onu, olduğu gibi kabul etmeli. Etmezsek, fena.

Nasreddin Hoca, birgün bir ağaca çıkmış, bindiği dalı kesiyormuş. Çocuğun biri: “Aman Hoca, ne yapıyorsun? Düşüceksin…” diyor. Hoca aldırmıyor. Fakat biraz sonra hakîkaten düşüyor. Yerden kalkar kalkmaz çocuğu yakalıyor, ona “Sen benim düşeceğimi bildin; öyleyse öleceğimi de bilirsin” diyor. Çocuk: “Senin düşeceğin belliydi; çünkü bindiğin dalı kesiyordun. Ne vakit öleceğini ben ne bileyim…” diyorsa da, Hocanın elinden yakasını kurtaramıyor. Hoca bir taraftan da kestiği odunları merkebe yüklermiş. Çocuk bakıyor ki, merkebin yükü bir hayli var, “Hoca! şu yokuşu çıkarken, merkebin ilk yellenmesinde canın dizine, ikincide göbeğine, üçüncüde boğazına çıkacak, öleceksin!” diyor. Hoca “Peki” diyor ve yokuşu tırmanmaya başlıyor. Merkebin birinci yellenmesinde dizlerini yokluyor, kendini pekiyi bulmuyor, İkincide biraz daha fenalaştığını zannediyor. Üçüncüde; kendini yere bırakıyor. Merkep evi bildiği için, doğruca eve gidiyor. Hoca bekliyor ki, gelsinler de kendini kaldırsınlar, cenâze namazını kılsınlar ve gömsünler. Bir hayli bekledikten sonra, ayak sesleri geliyor. Sesler yaklaşınca Hoca: “i..i.. Nasreddin Hoca öldü de kimse aldırmıyor..” diye sızıldanıyor. Gelenler: “Dur bakalım, Hocanın bu işinde de bir hikmet var; hadi Hoca’yı kaldıralım, gömelim.” diyorlar… Kaldırıyorlar, namazını kılıyorlar. Kabristâna götürürken yolda çirkef bir bataklığa rastlıyorlar. Nereden geçeceklerini düşünürlerken Hoca tabuttan başını çıkarıp: “Ben sağlığımda şu taraftan giderdim” diyerek onlara yol gösteriyor.

Neyse Hoca’yı gömüp dönüyorlar. Hoca kabirdeyken bir kervan sesi işitiyor. Meğer mezarlıktan bir fincan kervanı geçiyormuş. Kervanların en önündeki katır en kuvvetli katırdır. Bu katır, Nasreddin Hocayı kefenli mefenli görünce ürküyor, bütün fincanlar kırılıyor. Kervan sahipleri, kervanı Hocanın ürküttüğünü anlayınca, basıyorlar dayağı Hoca’ya… Hoca bayılıyor. Bir zaman sonra oradan geçenler, Hoca’yı baygın bir halde evine götürüyorlar.

Birkaç gün sonra kendisini ziyarete gelenler soruyorlar:

  • Hoca! Âhirette ne var ne yok?

   Hoca cevap veriyor:

  • Fincancı katırını ürkütmezsen bir şey yok.

Mürtecîler de kanun ve nizamlara aykırı hareket ediyorlar; onlara da dayak lâzım.

***

Emre – Evlerinin idaresinden âcîz olan şeyhler, hükümetin işlerine, karışmağa kalkıyorlar.

***

Emre – Yemin ederken Kur’ân’ı Kerîm’e elimizi değil, kalbimizi koymalıyız. Hele Kur’ân’ı kalbimize koyarsak, yemine lüzum bile kalmaz.

***

S. – Viyana’da hâmile kadınlara çok hürmet ederlermiş.

Emre – Ne kadar hoş… Çünkü hâmile kadın canını fedâ ederek, vatana bir ferd getiriyor.

***

Emre – İbrahim peygamber devrinde dîn, puta tapmaktı; puta tapmamak günâhtı. İbrahim bu günâhı tepelemeseydi kurtulabilir miydi?

***

Emre – Allah’ın sırlarını bozarsak, başımıza yıkılır, halka zararı vardır; halkın başı ise bizim başımızdır.

***

S. – “Doğuşlar benim sözüm değil” diyorsunuz; fakat bazı doğuşlarda meselâ:

Ben âcîzim, hem toprağım, ilân ettin sen Mevlâ!
Duramadım bedenimi eyleyince istilâ;
Lâyık mıdır haber vermek Emre gibi bir kula?
Bu dilimi sen söylettin neyleyim, ben ahmağım.

diyorsunuz; bu sözler sizin değil midir?

Emre – Bu sözler benimdir amma, söyleten yine “O”dur. Yani, otomobilin hızı tekerlekten değil, gazdandır… Onun kelime ve kafiyeleriyle, benim âczîm söylenmiştir.

Emre – Fena ahlâklardan mutlaka çekinmemiz lâzım… Bunları konuşurken kınamıyoruz; ikrâh etmiyoruz; bilâkis ibretle konuşuyoruz.