15 Ocak 1957 | Sayı: 163-164

01 Şubat 1957 | Sayı: 165
15 Aralık 1956 | Sayı: 162

Sonuna yetişebildiğimiz güzel bir konuşmadan zaptedilebilen notlar:

Konuşma, film senaryoları yazan ve alçak kalbliliği, samimiyeti ve olgunluğu ile bizleri hemen kendisine bağlıyan Bay. H. Kemâl Atalay’ın Bay Emre ile tanışması vesilesiyle olmuştur:

S. – Ben kendi kendimi yiyorum.

Emre – Öyle ise kendini öldür. İnsan için ölüm zaten mukadder. Ölümün de, insan idrakine bağlı çeşitli renkleri vardır. Öl diyoruz ama, nasıl? Kurşunla mı? Hayır, anlayış yolunda, anlayış içinde öl. Allah’ın içinde öl. O bâki kalsın. O zaten kendini biliyor. O bilgiye mâni olan şey, bizim varlığımız.

S. – Öldükten sonra diriliği arzu etmiyecek miyiz?

Emre – Ölüm, dediğimiz, zaten diriliktir. Ölüyle diri birbiriyle konuşabilirler mi? Ama yine de bu sırrı anlatmaya çalışıyoruz. Fakat sizin vücudunuza değil, içinizdekine hitaben diyoruz.

S. – Ölen dirilir mi?

Emre – Madde ölmez. Dağılır, daha çoğalır. Her ölümün sonu çoğalmaktır, diriliktir.

S. – Ceset parçalandı; koyun onu yedi. Dirilmek bu mudur?

Emre – Hayır. O ölüm, o dirilme tabiata aittir. Tabiat bu meselede âcîzdir.

S. – Çocukken ağabeylerimize benzemeyi arzu ederdik. Bıyıklarımız çıksın isterdik. Sonra büyüdük, bu arzularımızı elde edince onlara doyduk; şimdi elimizden çıkıp gidenleri istiyoruz.

Emre –  Arzularımız değişip duruyor. Annem dün kaşına rastık çekerdi. Kızlarım, annelerinden gördüklerini yapmıyorlar. Onlar dudaklarına kırmızı boya sürüyorlar.

Bütün bunlar aklın arzularıdır. Akıl ise tabiata mahkûmdur.

S. – Mahkûmiyet ne vakit biter?

Emre – Allah’a karışınca.

Akıl nelere mahkûm değil ki.. Kılığa kıyafete bile mahkûm. Hâlbuki kıyafetimiz zamana uymalıdır. (Mevlânâ’nın Hayatı) filmindeki gibi, Mevlânâ’nın o günkü kıyafetiyle gezsek, deli diye arkamıza düşmezler mi?

S. – Bana deli diye bağırsalar onların sözlerinin ne kıymeti olur…

Emre – Halk bize tesir eder. Madem ki kendimize göre aklımız var, o halde ferdiz, onlar umumdur. Mâdem ki benliğimiz var, öyleyse onların alaylarına, deli demelerine kızarız. Kıza kıza da ilmimiz, zekâmız yanar, mahvolur.

Geriliğe uymak deliliktir.. Bugünkü aklımız dünkü gibi ise, bu da bir deliliktir. Bir şeye saplanmak kayıddır, bağdır. “Bu böyledir; bundan daha  iyisi yoktur” dedin mi, başlar azap. Çünkü ileriyi göremezsin. Ben! dedik mi, bir bardak suyun içinde boğulduk demektir. Bu ise bir ölümdür.

Mevlânâ’nın kıyafetini bugün biz taşıyacak olsak ve halkın da alayına, deli demelerine aldırmasak bile, bu hareketimiz yine de bir deliliktir.. Mevlânâ gibi gezmek akıllılık mıdır şimdi?

Medeniyete uymaya mecburuz. İçimiz hâkim ama, dışa mahkûmuz. Kıyafetin ne ehemmiyeti olabilir. Mevlânâ’nın kıyafetini giysek, Mevlânâ gibi olur muyuz? Çocuklarımız Amerikan şapkası giyiyorlar, onlar böyle şapka giyiyorlar diye Amerikalı mı olurlar.

S. – Neden onlar bize benzemeye çalışmıyorlar?

Emre – Kabahat bizde. Mâdem geri kaldık, onlara uymaya mecburuz. Maamâfih Amerikan keplerini, aklı ermiyenler, yâni çocuklar giyiyor. Siz o keplerden giyebiliyor musunuz?

S. – Susmasaydık da, halkı inandırmak, uyandırmak için konuşsaydık daha iyi değil miydi?

Emre – Çok güzel.. Fakat yavaş yavaş söylemeli. Siz yeni doğduğunuz zaman pirzola yiyebiliyor muydunuz?

Bir ananın dört beş çocuğu olsa, onları büyütürken bir tane daha olsa en çok yeni doğanın hizmetine bakar. Halk da bu mevzuda çocuk demektir.

S. – Fikirlerinizi çok beğeniyorum. Niçin insanları irşâd etmiyorsunuz? Onlar sizi tanımak için bekleyip zaman kaybetmemeli; siz kendinizi onlara tanıtmalısınız.

Emre – Siz niye geldiniz?

S. – Duydum.

Emre – Duydunuz da geldiniz. Demek ki duyabilmek lâzımmış. Bize akıl ve fikir mesafesi yakın olanlar duyuyor. Avrupa’da bir top patlasa, o topun sesini biz burada duyabilir miyiz? Duyan geliyor. Bizim kılığımız yalnız “Emrelik” kılığı değil. Çok kılıklarımız var.

S. – Mevlânâ filmi kendikendine mi oldu?

Emre – Mânevî bir emre tâbidir.

S. – O film ticarî maksatla yapılmıştır.

Emre – Olabilir. Filmi yapan, paraya mahkûm olur ama, filmin halka hizmeti başka bakımdandır.

S. – Siz fikirlerinizi halka vermelisiniz.

Emre – İşte ben size söz veriyorum; siz de başkalarına. Sizin diliniz durur mu zannediyorsunuz artık?

S. – Kendinizden niye “ben fakîr” diye bahsediyorsunuz?

Emre – O “Kudret”e karşı fakîrim… Cidden fakirîm. Çünkü mal sahibini tanıyorum. Siz kendinize bir varlık verebilirsiniz; ben veremem.

S. – Ben de veremem.

Emre – Öyleyse ben de veremem. O “Kudret” bazen dilimizden söyler; bazı arkadaşlar da yazarlar.   

Bir zaman bana bir benlik geldi. O benlik yüzünden öyle bir azâba düştüm ki.. Neme lâzım.. Ben niye “ben!” diyeyim. Benim dilimden Allah “ben!” desin. Ben nasıl “ben!” diyebilirim… “Ben!” der demez her şeyi alır; suyu sıkılmış limona dönerim.

S. –  Siz “Ben!” demeyin; dilinizden o “Kudret” “ben!” desin.

Emre – Konuşuyor yâ zaten… Fakat bu sözleri hazmetmek kolay değildir. Siz bir senede ne kadar ekmek yersiniz?

S. – Tahminen 365 ekmek.

Emre – Bu 365 ekmeği bir günde yiyebilir misiniz? Yiyemezsiniz tabii… Yavaş yavaş, hazmede ede yersiniz.

S. – Siz üç sene riyâzât yapmışsınız. Demek maddeten veya mânen doymuşsunuz ki üç sene aç kalabilmişsiniz?

Emre – Bilmiyorum o günlerimin nasıl geçtiğini… Bilseydim, dayanamazdım. Bilgiyi ve kendimi, beni yaratana terk ettim.

S. – Kur’ân’da Hazreti Muhammed’in mirâcı yazılıymış. O, mirâca gidip, geldiğini hatırlayabiliyormuş.

Emre – Siz her hâlinizi bir ân sonra hatırlayamaz mısınız?

S. – Fakat noksan olarak.

Emre – O, Muhammed olduğu için tamam hatırlar. Biz de ona uyar, öyle olursak tamam hatırlarız.

S. – Çok zor uymak…

Emre – Evet, fakat aynı zamanda kolay?

S. – Nasıl olur böyle hem zor, hem kolay?

Emre – Bak, benim şimdi belim ağrıyor; iki kilo ağırlığı bile kaldıramam. Fakat iyi olursam ağır şeyleri kaldırabilirim. Çocuklar, büyüklerin kaldırdıklarını kaldırabilirler mi? Ama büyüyünce onlar da kaldırabilirler.

Gördüğümüz insanların akılları bir mi? Bir devir gelir ki insanın müşkülleri hâllolur; ölüm sırrına âgâh olur; ölür. Öldükten sonra yeni doğuş zuhûr eder. Bakar ki asıl eski ömrü ölümmüş. İnsanın asıl yaşı, bu ikinci doğuştan sonraki yaşıdır. İnsan aysız, günsüz, senesiz bir ömre sahibolur o zaman.

İnsanın kendi ölünce müşkülleri de ölür.

S. – Demek yeniden bir doğuş olacak?

Emre – Evet; fakat aklımız yeniden doğacak, vücudumuz değil… Biz bu vücut değiliz. Sen bu musun?

S. – Hayır.

Emre – Ruhun bir katradır; deryâya düşünce başlar doğuş. İşte şimdi çabalıyor, yuvarlanıyor; birgün pat! diye düşecek…

İknâ oluyor musunuz?

S. – Ben dediğiniz ölüme çoktan râzıyım. Bu ölüm, insana yeni bir şahsiyyet kazandırır. Her hâdiseyi sizin gibi karşılamak isterdim. Kararlarınız, hükümleriniz belki bir Hukuk kitabına istinad etmiyor; fakat ben kafamla tahlil ediyorum ki, en müsbet insanların verecekleri kararlar da böyle olabilir.

Kararlarda müşterekiz. Halbuki mahkemelerde verilen hükümlere iştirâk etmeyen birçok kimseler vardır. Kanun kitapları bu sözler olmalıdır; çünkü adalet var bu kararlarda.

Emre – Bu kapı, adalet kapısıdır. Ben kurumuş bir ağaç bile olsam, siz bu niyetle gelip sorduktan sonra bu cevabı alacaksınız. Lâzım olan, bu niyettir.

Hz. Muhammed: “Kelimünnâse alâ, kaderi ukullihim” diyor. Bu “Kudret”, kimsenin hakkını ketmetmez; vermeğe mecburdur; çünkü “Rahmanürrahim”dir.

S. – Belki şu hikâyeyi herkes bilir: Fakir bir adam gün bulur, gün yermiş. Elinde bir ekmekle eve gelince, kapının önünde bir çuval buğday buluyor. Buğdayı kendi alacağı yerde, çuvalı omuzluyor, kardeşinin evine götürüyor. Yolda devrin peygamberi rastgeliyor, adama “Nereye gidiyorsun?” diye soruyor. Adam da anlatıyor: “Birgün kapının önünde bir çuval buğday buldum. Bizim de buğdayımız yok ama, kardeşim benden de fakir, ona götürüyorum…” diyor. Buğdayı doğrudan doğruya kardeşine vermiyor. Bunu belki sadaka gibi telâkki eder de utanır diye, çuvalı kardeşinin kapısının önüne bırakıyor. Dönüşte peygambere yine rastlıyor. “Ne yaptın?” diyor peygamber. Adam: “Çuvalı, kardeşim belki utanır diye kendisine veremedim de, kapısının önüne bıraktım” diyor.

Ertesi gün, adamın kardeşi, kapısının önünde o bir çuval buğdayı buluyor, seviniyor. Hemen aklına abisinin muhtaç hâli geliyor: “Ağabeyim de sevinsin!” diye, buğdayın yarısını abisinin kapısının önüne bırakıyor.

İşte ben, insanlar böyle olsun istiyorum.

Emre – Şefkatten. Göz kendini görür mü? Hâller de ayrıca böyle. O onun ihyâsını isteyince, o da onu ihyâ etmek istiyor. Kendini görmek isteyen, göremez. Kendimizi ancak karşımızdakinin aynasında görebiliriz.

“İnsanlar birbirinin kardeşi” diyorlar, değil mi? Bu bir rümûzdur işte bu şefkat kardeşliğini anlatmak istemişler.

O iki kardeşin birbirlerine verdikleri buğday, bedenin gıdasıdır. Hâlbuki aklın da bir gıdası vardır ki, o da “hâl” ve “aşk”tır. İşte siz de, “insanlar böyle olsun!” derken, onlara “şefkat” buğdayını taşıyorsunuz. Bu, sizin vicdânınızın parlaklığındandır. Bunu her adam diyemez.

S. – Birçok insanlar, açlıklarını içki sofrasında doyururlar. Ben asıl o sofrada acıkıyorum. Bir arkadaşım var; o, bu meselelerle hiç alâkadar olmuyor.

Emre – Ona duyurabilir misiniz?

S. – Duyurabilirim, istesem…

Emre – Hayır, duyuramazsınız. Kur’ân bazı kimseler için “Gözleri vardır ama, görmez; kulakları vardır, işitmez…” diyor. Senin “duyururum!” dediğin şefkatinden. Bir ana, doğurduğu çocuğa, eğer çocuk almazsa, meme veremez.

S. – Çocuk tedavi edilirse alır.

Emre – Ana tedavi edebilir mi? Kendinden olmazsa olmaz. Herkesin gıdası ayrı ayrıdır. Mahlükâtın da öyle. Allah Rezzâk-ı âlem’dir; herkese, istediği gıdayı verir. Hiç, yarattıklarını rızıksız bırakır mı? O arkadaşınız maddi yemekler istiyormuş. Allah ona onlardan verir. Her akıl, bir başka arzuya acıkmıştır.

S. – Evet, aklın ölmesi lâzım.

Emre – Aklın nice bin sıfatları var… Aklı ancak aşk öldürür. Bu ölümü bize bir bilen öğretiyor. Neyle öğretiyor? Kelâmla. Bu sözleri, aklı öldürecek bir kılıç olarak kabul edelim. Bu kılıcı belimize bağlarız, aklımızın beline. Gözümüzü kılıçtan hiç ayırmayacağız. Çünkü öldürmek istediğimiz akıl, bizden çok zekî, çok yaşlı ve çok kuvvetlidir. Bizi gafil bulunca kılıcı o çeker, karşımıza dikilir. Kın sallanıp duruyor ya, biz zannederiz ki kılıç kınında duruyor. Hâlbuki kılıç, düşmanın eline geçmiştir.

Bizi mânevîyyet âlemine götürecek olan kimseyi kalbimizden, aklımızdan çıkarmazsak kılıcı elimizden kimse alamaz. Çıkardık mı, gitti kılıç…

S. – Siz her şeyi çok makul bir şekilde izah ediyorsunuz. En müşkil sualler, cevabını sizde gayet tatminkâr buluyor. Ben de Allah’ın nerede olduğunu öğrenmeğe çalışacağım.

Emre – Hiç merak etme. Gayretin ve emeğin boşa gitmez.

S. – Şevket Bey not alıyor. Bu sözler de canlanacak.

Emre – Evet, Şevket Bey 15 günde bir “Yeni Yunus Emre” diye bir gazete çıkarıyor. Konuşulanları sualli-cevaplı olarak yazar. İsterseniz sizin isminizi de yazar.

S. –  Şu okuduğum gazetelerden birinde “kedi gözü ile köpek gözü bir mi?” diyorsunuz. Teşekkülât bakımından insan gözü ile hayvan gözü arasında bile hiç fark yok.

Emre – O sözü hangi vesile ile söylediğimi hatırlamıyorum. Evet, insan gözü ile kedi gözü birdir; fakat görüş bir midir? Kedilerin, köpeklerin görüşleri arzularına göredir. Kedi mücevheri görmez ama, ciğeri çok güzel görür. İnsan, her hayvanın gördüğünü görür; çünkü bildiğini bilir. Hayvan, insanın bildiğini bilebilir mi?

S. – Hayvanlarda akıl var mıdır?

Emre – Her mahlûkun, hem aklı vardır, hem de ahlâkı.

S. – Hayvanlarda akıl yok diyeceğim. Eğer olsaydı, insanlara uşaklık etmezdi. Döğüyoruz köpeği; gidiyor, sonra yine bize dönüyor, ekmek istiyor. Akıllı mahlûk menfaatini başkasına devreder mi? Aklı olsa hüküm verir; “Beni döğdüler, bir daha onlara gitmeyeyim” der.

Emre – Köpeğin aklı var ama, kendisine göre. Aklı olmasa sahibinin evini tanır mı? Hayvanlardaki akıl, insanlardaki aklın cüz’üdür. Beygir şu elbiseyi tanır mı? Tanımaz… Ama arpayı tanır ya? Beygire de akıl verilmiş ama; kendine lâzım olduğu kadar.

S. –  İnsanlara kâmil diyoruz da hayvanlara diyemiyoruz?

Emre – İnsan “Ahsen-i takvîm” dir. İnsanların aklı o kadar büyüyebilir ki… Hattâ felekkiyyâtı bile ihâta eder. Fakat köpeğin aklı büyümez. İnsanlar onu bile büyütüyorlar da, köpeklere sirklerde ne oyunlar oynatıyorlar…

Taşlar, topraklar bile akıllı. Hayat varsa, akıl da var; fakat alâ kader-il’imkân, yâni kendilerine göre. Nebatların dişisi var, erkeği var; bunlar izdivaç ediyorlar. Akılları olmasa izdivaç ederler mi? İzdivaç etmeyen, meyve veremez. Böyle değil mi?

S. – Makul buldum. Ama izdivaç etmeyenler de var.

Emre – Her şey hây’dır. Kur’ân söylüyor bunu. Diri olan her şeyde bizim ahlâkımızın cüz’ü mevcuttur; binâenaleyh onlar da izdivaç ederler.

S. – (Emre’ye uzun uzun baktıktan sonra) Demek onlar da izdivaç ediyor?..

Emre – İzdivaç etmeseler, büyürler mi? Bir memlekette doğum olmazsa, o memleket büyür mü?

S. – Hayır.

Emre – Nebatlar da böyle işte.

İnsan kendi vücudunu seyredebilse… Ne kadar izdivaçlar var… Şu dudağımızı kımıldatırken, belki bir milyon hayat ölüyor, bir o kadarı da diriliyor. Bunları insan ancak riyâzâtla görebilir.

S. – İnsanların nasıl yaşamasını istersiniz?

Emre – Olduğu gibi.

S. – Fakat bir çoban lâzım.

Emre – İnsanlar bir araya gelince bir çoban çıkar meydana.

S. – Ama kurtların sürüleri çobansız?

Emre – Onlar insanlara haindir; etleri yenmez. Onun için insanlar onlara çobanlık etmezler. Ancak koyunlara çobanlık ederler.

S. – Kurt bir insanı parçalayınca, kurdu takdir etmiyoruz, ama bir insan kurdu vurunca onu takdir ediyoruz; neden?

Emre – İnsanlar kurdu değil, kurdun ahlâkını vuruyorlar…

S. – Güzel!

Emre – Hayvanların ahlâkı “Celâl” sıfatıyledir; onun için onlara o sıfatla hücum etmeli. Bir varlığın hayatı, öbürlerinin yokluğu ile kaimdir. Vücudumuzdaki hayat, ateşle suyun mücadelesindendir. Şimdi şu çerezleri yiyeceğiz. Bunlar yok olacak; fakat bizim vücudumuzun hayatında dirilicekler. Siz bir dairede çalışıyorsunuz. Daire, hizmetinizde bir eksiklik görse sizi kovar. Dairenin koğması sizi öldürmesi demektir. Nerede öldük? Dairenin nazarında. Fakat bu ölümden sonra başka bir işin hayatında diriliriz.

S. – Ben buraya geldikten sonra iki harekette bulundum. Biri diğerine benziyor muydu?

Emre – Hareketi görür, şeklini göremeyiz, tefrîk etmeyiz; etmek de istemeyiz… Etseydik saygısızlık yapmış olurduk. Bize yakışır mı bu iş? Öyle değil mi?

S. – Evet, ben orasını düşünmemiştim.

Fakat bu kadar iyi olmak, iyiliklerin en büyüğüdür. Allah’ı severdim; fakat sizinle karşılaşınca daha çok sevdim.

Emre – Daha da seveceksiniz. Bu konuştuklarımızı şimdi hazmedemezsiniz, çok düşünürsünüz.

S. – O sizin dediğiniz şeye âşık olabilmek için size âşık olacağım.

Emre – Ben sana âşık olduğum kadar sen de bana âşık ol; bir gün ikimiz de yok oluruz, tamaaam!

S. – Şurada saatlerdir oturuyorum; birçok şeyler düşündüm; fakat ne düşündüğümü hatırlamıyorum.

Emre – Bir devir gelir ki, ikimizin de yok olması lâzım… Aşk, buralara kadar getirir insanı. İki ayna karşı karşıya konsa, içinde bir şey görünür mü bir ziyâdan başka? Ama; bu çabuk olmaz.

S. – Biliyorum.

Emre – Bu konuştuklarımızı birkaç seneye kadar hazmedemeyiz. Hazmettikçe havsalamız genişler.

İlim yolundan gideceksek, evvelâ “Acz” ilmini bitirmemiz lâzım. Arkasından bir “Hâl” ilmi zuhûr eder ama, yine dönüp acz ilmine yapışmamız lâzım. Acz ilmini bitirdikten sonra öyle bir kudret zuhûr eder ki bunu dil tarif edemez; bu da aşktır. Filimde gördük: Mevlânâ ile Şems birbirlerini nasıl seviyorlar… O sevgiyi anlayabilmek için hâlin tecellîsi lâzım.

S. – Filimde, Şems’in, kitapları atması var.

Emre – “Zâhir ilimleri at!” diyor; yâni “Asıl ilim bizdedir!” demek istiyor. Dışımızı okumayan, içimizi okuyamaz. Konuştuklarımız dıştır.

S. – Ben de sizin düşüncelerinizin çevresinde dolaşıyormuşum; değil ama… Demin bir piyesimden bahsettim. Cennet-Cehennem tasvîr edeceğim. Fakat o hayat hakkında hiçbir malûmatım yok. Piyesin mevzuu şu olacak: Hayattayken insanlara kendini sevdirmiş bir belediye reisi var. Adamı iyi tanıyorlar. Hattâ, öldükten sonra heykelini bile dikiyorlar. Fakat belediye reisinin foyası, sorgu sual meleklerinin karşısında meydana çıkıyor. Meselâ hayattayken bir kadına iyilik etmiş ama, ondan istifâde de etmiş. Halka kahve dağıtmış ama, yarısını saklamış, sonra karaborsa fiatına satmış.

Muhâkemede belediye reisini kendi vicdânı mahkûm edince, soruyor: “Benim cezam ne olacak?” O sırada kendi kendine eriyen bir adam geliyor, “İstersen Cennete de gidebilirsin ama oradaki insanlar seninle konuşmayacaklar!” diyor. Nihayet belediye reisi kendikendini mahkûm ediyor, cehenneme giriyor.

Bu belediye reisinin kahve sahtekârlığına ne ceza versek acaba?

Emre – Kahveyi pişirmeli, adamı içine batırıp çıkarmalı.

S. – Bu bile az değil mi?

Emre – O kadar yeter. Herkes cehenneme kendi odununu kendisi götürüyor. “Gülerek”, zâten kahve de katran kazanına benzemez mi?

S. – İnsanlar, cezalarını kendileri vermeli.

Emre – Veriyorlar zâten… Kendi yapıyor, kendi çekiyor.

Bir merkep kabahat yapsa; onu dâvâ etsek, mahkûm ederler mi? Sahibi döğer; o kadar. Ancak insanı dâvâ ederler. İnsanların içinde bir mahkeme vardır. İçinde o mahkeme olmayan bir insan kendini mahkûm edemez; hayvan gibi.

Hârûn Reşîd’in kardeşi Behlûl dîvâneydi ama, Allah dîvânesi. Kendini deli gibi gösterip zevk-i îlâhî’den ayrılmıyor. Bilenler ona velî diyordu. Fakat kardeşi, onun böyle bir velî olduğunu bilmiyor. Birgün Behlûl’e: “Yâhu, bana biraz yardım et…” diyor. “Öğret de edeyim.”, “Çarşı ağası ol!”, “Nedir vazifesi?” “Terazilere, okkalara, arşınlara bakarsın; ölçüye uymayana ceza verirsin.”

Behlûl’e ölçüleri de vermişler. Behlûl çarşıya çıkıyor, bir bakkal dükkânına gidiyor. Dükkân büyük ama, müşteri yok, mallar iyi değil, biraz şeker; fakat kirli, tozlu; biraz zeytin, peynir, pekmez mekmez; üstleri sinekli, pis. Bakkala “Getir bakayım okkanı…” diyor. Okkayı tartıyor ki eksik, yâni okka taşının bir tarafı kırık. Okkası kırık derler ya… Behlûl “Vâh! Vâh!” diyor, başka bir bakkala gidiyor. Adamın malı dolup taşıyor. Okkasını tartıyor ki, tamam. Manifaturacıları kontrol ediyor; onlar da öyle; yani arşını eksik olanlar zararda, tam olanlar kârda… Bunu anlayınca ölçü olarak verdikleri okkayla arşını götürüp Hârûn Reşîd’in önüne bırakıyor: “Bunların lüzumu yok; ceza da istemez; çünkü arşını, okkası eksik olanlar kendi cezalarını kendileri veriyorlar!”

Gerçekten herkes, ektiğini biçiyor. Cennetini, cehennemini herkes kendisi yapıyor.

S. – Rüya için ne düşünüyorsunuz?

Emre – Rüya, “rü’yet”den geliyor değil mi? Rüya, görülüp geçilen şeyler… Ne gelip geçmiyor ki… Neye sahip olduk da geçmedi? Biz geçmiyor muyuz? Bir daha böyle bir toplantı olabilir mi?

S. – Hayır.
 
Emre – İşte bütün bu geçen şeyler arasında, geçmeyen bir “Hakîkat” var ama nerede? İşte en büyük mesele, onu bulmakta. Onu da bulayım derken insan kendisi kayboluyor. Zaten onu bulmak için kaybolmak lâzım.

S. – Buna inanıyorum; fakat bulmak için niçin kaybolmak lâzım?

Emre – Arayanın kaybolması lâzım. Durmadan kaybolup duruyoruz zaten. Birgün kaybolmayacak mıyız? İş, nerde kaybolduğumuzu bilerek kaybolmada. O bildiğimiz gönülde bugünsüz yarınsız olarak kaybolmada.

S. – Ondan sonraki hayatımız onurlu mu olacak?

Emre – O da kaybolacak. Ezelî ve ebedî bir âlem orası. Ömür, akla ve adede bağlı… Adetler birgün tükenecek.

S. – Yunus’un veya Mevlânâ’nın eserlerinde sizin konuşmalarınızdaki gibi insanları idare etme sanatını az buluyoruz. Onlarda hep aşk var. Hâlbuki âşık, insan seven kendini sevdiren, insanları idare etmesini bilen insandır. Cemiyet bir boşluğa yuvarlanmıştır… Gençlerde ne huzur ne de saadet var. Bu boşluğu aşkla dolduralım. İnsanları bu istikamete çevirmeli. Siz fikirlerinizle eskimiş nizâmları tashîh etmeği, insanları yeni bir dünya görüşüne sahip kılmayı düşünmez misiniz?

Emre – Böyle yapılırsa siyasete karışmış oluruz. Allah’la uğraşan insanlar siyasete karışmazlar; maddiyatla alâkaları yoktur. Onlar, dünyayı mânen idare edenle beraberdirler. Herkesin iyi olduğunu isterler ama cebredemezler. Cebîr kat’iyen yoktur. Bu hâli herkesin duymasına anlamasına imkân yok, hem de lüzum.

S. – Geçen gün bir şiir okudum; yeni bir imza “Gönlüme bir kiracı lâzım; ama kime versem?” diyordu. O da benim huzursuzluğumu duymuş.

Emre – Bizim gücümüz değil de, bizim gönlümüzden isteyenin gücü yeter.

Zamanla olacak bu istedikleriniz. Maarifsizlik, tembellik bizi bu hâle getirmiş. Taassubun da çok zararı olmuş.

S. – Yirminci asır insanı, Tevrât’tan, İncil’den ziyade Kur’ân’a inanıyor. Bizde Kur’ân’ı tanıtacak, anlatacak filimler yok. Hâlbuki Avrupa Tevrât’ı, İncil’i filimlerle tanıtıyor.

Emre – Sebep nedir bilir misiniz: Kur’ân’ın diline âgâh olanlar çok zelil durumda. Mum değil kibrit yakmayı bile bilmiyorlar. Biz Türkler de Kur’ân’ı anlamıyoruz. Kur’ân’ı okuyup üfürüyoruz; yutmuyoruz da… “Yâhû şu üfürmekten vazgeçelim de Kur’ân’ın mânâsını anlayalım!” desen “Vay kâfir!” derler. Sabahtan beri konuştuklarımız bir üfürme değil mi?

Ölülere de okuyup üfürmez miyiz? Hâlbuki asıl ölü biziz. Bizim kulağımıza hakîkat kelâmını üfürmeliler ki dirilelim.

Zaman gelecek, 20. asır insanları Tevrât’la İncil’le kanî olmayacaklar. Sıra Kur’ân’a geliyor.

S. – Sayenizde yeni bir huzûr buldum; ama kitaplardaki huzûrdan değil.

Emre – Estağfurullah.

S. – Asıl kitap, insanın kendisidir.

Emre – Yazılı kitaplar ölüdür. Asıl kitap okuyan ve okunan kitaptır. İnsan kitabı doğurur ama, kitap insan doğurmaz.

Artık siz durabilir misiniz? Boyuna söylersiniz. İşte oldunuz bir kitap. Her tarafa söyleyeceksiniz. Herkesin iyiliğini isteyeceksiniz.

“Huzûr buldum!” diyorsunuz; kör, bir şey bulabilir mi?

S. – Siz nefsime îtimâd kazandırmak istiyorsunuz ama, ben onu senelerce evvel kaybettim. Riyâkâr insanların karakterleri berbattır, ayağımıza sıçrayan çamurlar gibi.

Emre – Maalesef, günün yarısı siyahtır, yarısı beyaz.

S. – Geceleri gündüz hâlinde görmek mümkün değil mi?

Emre – Mümkün: Tefekkür etmek ve çalışmak, geceyi gündüz etmek demektir. Şu yanan elektrik lâmbalarına bak her biri bir gündüzdür. Onlar çoğaldıkça cehil gecesi gündüz olacaktır.

Cehalet elbette olacaktır. Onu olduğu gibi kabul edeceğiz. Sen uyan, aklının gecesini gündüz etmeye çalış ki birçok insanlar senin ışığından uyansınlar. Kör için ziyâ yoktur.

S. – Ben de hepiniz gibi konuşmak isterdim.

Emre – Konuşuyorsunuz ya…

S. – Yok benim çok noksanım var.

Emre – Estağfurullah. En büyük kemâlât, insanın, noksanını bilmesidir. “Kişi noksanını bilmek gibi kemâlât olamaz!” Keşke ben de sizin gibi noksanımı bilsem.

S. – Bu sözlerinizle daha da küçüldüğümü anlıyorum.

Emre – “Yokluk”, küçülmekle olur. Biz küçüleceğiz ki hakîki “Büyük” meydana çıksın. Şu odanın duvarları olmasa daha uzakları görebilirdik.

S. – Demek sizce en büyük hedef hîçliktir.

Emre – Evet ama, nerede, nede hîçlik? “Ebedî varlık”da hîçlik.

Şuraya bir arslan gelse ne kadar telâşa düşeriz. Bir korku gelir, çünkü tabiatını biliyoruz. Hâlbuki bir karınca arslandan korkar mı? Arslanın ona gücü bile yetmez. İnsan, küçüldükçe korkudan kurtulur.

S. – Demek ki en küçük kardeş benim?

Emre – Kardeşlerin büyüğü küçük, küçüğü büyük. Benim bir torun doğdu; herkes ona hizmet ediyor. İşte saltanat.

Bir anne, çocuklarının en küçüğüne mahkûmdur.

S. – Yüzünüz bir tebessüm bahçesine benziyor. Bütün bu insanlara bu bahçeyi göstermeye çalışacağım.

Emre – Sizin görüşünüz…

S. – Belki siz yüzünüzü insanlara pek az gösteriyorsunuz.

Emre – Benim bu yüzüm bir gün çürüyecek, toprak olacak. Siz o “kudret”i görüyorsunuz. O kendi kendini görüyor. İşte onun için ben bu vücuda ben! demiyorum. Ben! dersem, onunla beraber ölürüm. Benliğim çürüsün, bu yüzümden görünen bâkî kalsın.

S. – Siz belki çürürsünüz; fakat sözleriniz dâimâ canlı kalacak.

Emre – Buna inanıyor musunuz?

S. – Evet.

Emre – Öyleyse bir olalım; bir olursak kaybolmayız, çürümeyiz.