15 Kasım 1956 | Sayı: 160

01 Aralık 1956 | Sayı: 161
01 Kasım 1956 | Sayı: 159

11.8.1955 de yapılmış bir konuşmadan notlar:

Emre – Bir insan, çarşıya et almaya giderse, aklında etten başka birşey olmadığı için diğer gıda maddelerini gözü görmez, sade eti görür. Biz de “Dost”umuzdan başkasını işte böyle görmeyeceğiz. Yoksa onları hakir görmek, kötü görmek gibi bir hataya düşmeyeceğiz. Etrafımızdaki insanlar fenalık yapıyorlarsa, onları hor görmeyeceğiz; fakat o fiilleri biz yapmayacağız. Bize tecavüz ederlerse mâni olacağız. “Küllü men aleyhâ” böyle “fân” edilir, kötü görmek, yıkmak, öldürmekle değil.

***

Emre – Bu hakîkat kelâmları kimin kulağından girerse, onu bırakmaz, kurtarır. Koyunların hepsi aynı koç tarafından aşılanamaz; çünkü kuyrukları buna mânidir. Koç, kendi siğdiği şeyi koklar; oradan burnuna bulaşan menîleri, koyunların kuyruk altlarını kokladıkça, onlara aşılar. Çünkü koçun burnu sümüklüdür, yaştır. Oraya yapışan menîler koyunun kuyruk altına bulaşınca, oradan rahme yürür koyunu gebe bırakır. Hakîkat sözleri de böylece ağızdan kulağa yayılır, aşılanır gider.

***

Emre – İçimizdeki fena düşüncelerden mes’ûl değiliz. Bu kötü düşünceler, kuvve’den fiile çıkınca mes’ûliyet başlar. “Ben filâncayı öldüreceğim!” diye düşünsem, bu düşüncemden dolayı Hükümet beni mes’ûl edebilir mi?

Mânevî mürebbî, bu kötü hâlleri üstümüzden yavaş yavaş alır. Kötü ahlâkımız gitmedikçe Allah bizi kabul etmez… Bir yavrunun yüzüne, değil pislik, annesinin südü bile bulaşsa, onu annesi bile öpemez, iğrenir. Bizim de ahlâkımızın yüzü temizlenmezse, o “Kudret” bizi kucaklayıp öpmez.

Size “Hakîkat”i göstermeyen şey, bu fena ahlâklardır. Bir şişeye su koysak, baksak, şişenin öbür tarafındaki şeyleri görebiliriz. Fakat şişenin içindeki suya siyah boya atarsak, öbür taraftaki şeyleri görebilir miyiz? İşte bize de “Hakîkat”i ve Allah’ı göstermeyen şey, vücud şişemizin içindeki ahlâk boyalarımızdır.

Vücudumuzun harhangi bir yerine elimizi koysak, orası acır mı? Acımaz tabii. Fakat orada bir çıban olsa, elimizi bile dokunduramayız. İşte bunun gibi, aklımızda da kötü ahlâk çıbanları çıkarsa, o “Kudret”le temâsa gelmekten çekiniriz, korkarız. Eskiden “Allah’tan korkmayan kâfirdir!” derlerdi. Şimdi anladık ki, asıl Allah’tan korkan, Allah’ı sevmeyen kâfirmiş.

S. – Ama bir hadîste: “Re’sülhikmeti mehâfetullah” deniliyor. Yâni “Hikmet’in başı Allah korkusudur”?

Emre – Hikmetten vazgeçmeyen Allah’tan korksun… Hikmette kalacaksak, işimiz var.

***

Emre – İnsandan, nasıl dört ayaklı bir hayvan doğmazsa, olgun bir insandan da hâm söz çıkmaz.

***

Emre – Hakîki terbiye, terbiyeyi unutmak, yâni terbiyeyi tamamlamaktır; terbiye öğrenmeyi bitirmek, unutmaktır.

***

Emre – Çocukları, yedi sekiz yaşına kadar, kötü şeylerden, onların kötü olduğunu anlatarak, inandırarak vazgeçirmeğe çalışmalı. Anlatma, inandırma yolu tesir etmezse, yalandan küserek o kötü şeyleri terk ettirmeli. Biz usanmaz da ona kötülüğün ne olduğunu anlatmaya çalışırsak zamanla o da anlar.

Dayak iyi değildir. Dayak yiyen çocuğun terakkisi geri kalır. İnkişâf etmeye başlayan kabiliyyetleri durur. Yaramazlık, çocuğun, bir şey öğrenme gayreti demektir. Çocuğa, yaramazlığından bir oyuncağı kırıp bozduğundan dolayı dayak atılırsa, çocuğun anlama arzusu kendine zehir olur; aklı ve gayreti darmadağın olur; kabiliyyeti dumûra uğrar. Dayak yiyen çocuk, hem dayaktan acı duyar, hem de yapamadığı bir şeye derin bir hasret duyar. Velhâsıl dayak, iyi bir şey değildir.

S. – Hz. Muhammed: (Yârabbi, eşyayı bana, oldukları gibi göster!) diyor. Bu ne demek?

Emre – Saltanattan “Âlem-i fark”a gelmeyi istemiş. İnsanın, “hâl-i istiğrâk”ta kalışı saltanattır amma, o âlemde olan kimse ne dünyayı, ne ukbâyı, ne seni, ne beni bilir. Böyle kimselerden istifâde edilmez. Çünkü ne söyleyebilir, ne dinleyebilir, ne sen var, ne de kendisi.

Hz. Muhammed, işte bu âlemden uyanıp eşyayı, insanları olduğu gibi görmek istediği zaman bu sözü söylemiş. Aramıza girip kabahatliyi kabahatli, iyiyi iyi, kötüyü kötü olarak görmek istiyor, bu sözüyle.

İstiğrâk devresine varmayan kimse için ise kurtuluş yok… Fakat o âlemde dâimî kalmamalı. Oradan oraya dönecek ki, ehlini bulup oraya götürsün.

İstiğrâk âleminde bulunan kimse dâima Allah’la beraberdir. Bunlar için Allah’dan başka hiçbir kimse ve hiçbir şey yoktur… Güneşe uzun zaman baksak, sonra dönüp eşyaya baksak, eşyayı görebilir miyiz?

S. – Nefis çok zâlim…

Emre – Zâlim olmasa, Allah: “Nefsinizi öldürün!” der miydi?

S. – Mâdem zâlimdi de niye verdi onu bize?

Emre – Sen hiç derisiz bir vücut, kabuksuz bir meyva gördün mü? Hiçbir tohum, kabuğunu patlatmadan ağaç olabilir mi? Allah’ın “Öldürün!” demesi, “o kabuğu kır, at!” demektir.

S. – Nefsin haddi, hududu yok.

Emre – Mâdem ki nefsin hududu “yok”muş, öyleyse biz de “yok” olalım.

S. – Birdenbire yok oluverelim?

Emre – Kaç yaşındasın?

S. – Kırk.

Emre – Anandan doğar doğmaz kırk yaşına geldin mi?

S. – Gönül çabuk olmasını istiyor.

Emre – Aklın boynuna sabır kılıcını takmalı. Harûn Reşîd Behlûl’e, yaptığı şeyleri gösteriyormuş. Bir yere gelmişler ki, birçok demirci birarada çalışıyorlar. Behlûl soruyor: “Bunlar ne yapıyorlar? Harûn Reşîd cevap veriyor; “Kılıç yapıyorlar” “Ne yapacaklar bu kılıçla” “Düşmanları keseceğiz” “Sabretsek, beklesek, düşmanlar kendikendilerine ölmezler mi? Çünkü nasıl olsa birgün ecelleri gelip ölecek değiller mi?”

***

S. – Hz. Muhammed’e: “Sana Kur’ân niçin parça parça, âyet âyet geliyor?” diyorlar. “Eğer hepsi birdenbire gelirse yanarım!” diyor.

Emre – Değil Hz. Muhammed, kâinat yanardı… Kur’ân’ın inişine her vücud dayanmaz; ancak Hz. Muhammed’in vücudu dayanır.

***

S. – Mevlânâ: “Allah için gözünü bile kırpsan, boşa gitmez, ziyan olmaz…” diyor.

Emre – Tabii. Tombalak dönsen boşa gider mi?

Lâkin Allah’ın işine karışmamalı… Sen diş yaparken herhangi bir kimse sana: “Şurası iyi olmamış; şöyle olsa iyi olmaz mı? dese, zoruna gitmez mi? Onun işinin adedi, hududu yoktur. Hangi birine karışacaksın? İşi çok amma, Zâtı birdir, işine karışmamalı, kendine karışmalı, yâni irâdemizi ona teslim edip, onda yok olmalı. “Vay filân niye fakir, vay filân niye zengin?” dememeli; nemize gerek… Bu âlemde herşey lâzım, hamal da lâzım, zengin de. Herşey birbirine bağlı; fakat biz göremiyoruz. Bir kerre “ceddük” desek kurtulacağız amma, nedense, dilimiz alışmış hep “çattuk” diyoruz.

Bunun hikâyesini anlatayım mı? Belki birkaç sefer anlatmışızdır amma, sırası gelince ibretli hikâyeler her zaman faydalıdır.

Hoca’nın biri, Trabzon taraflarında bir mahalle mektebinde çocuk okuturmuş. Çocuklara “Sübhâneke”yi öğretirmiş. Çocuklar aldırmazmış ama “Ve tealâ ceddük”e “Ve deâlâ çattuk” demelerine tahammül edemezmiş. Yine birgün bir çocuğu okuturken, hoca “Ve teâlâ ceddük” dedikçe, çocuk “Ve deâlâ çattuk” dermiş. Nihayet hoca: “oğlum çatmaya çattık ya, bir kere “ceddük” de de, sen de kurtul, biz de” diyor.

Birgün olacak, “ceddük” diyeceğiz; ümidimizi kesmeyelim.

S. – Kendimize bir çâre-i necât arıyoruz efendim.

Emre – Tabii tabii… Demin, Mevlânâ “Gözünü kırpsan bile boşa gitmez” diyor demiştin ya… bu işin geç oluşunun da bir sebebi var tabii. Bir makam sahibinden iki kişi hâcet dilense, bunlardan biri soğuk, diğeri de şirin olsa, o büyük adam: “aman şu soğuk adamın işini yapın da bir ân evvel gitsin…” der. Şirinin işini çabuk yapmaz ki yanında biraz daha kalsın diye.

S. – Evet.

***

S. – Tahtakurusu çok akıllı. Bu aklı nereden alıyor?

Emre – “Gülerek”. İnsan kanı emiyor da ondan.

***

Emre – Bizi, hiç durmadan öbür âleme çağırıyorlar; fakat biz duymuyoruz. Duyduğumuz gün artık burada duramayız, gideriz.

***

Emre – Devlet memuriyetlerindeki vazifelerimizi, beşeriyyete şefkat ederek mükemmel yapmalıyız. Bu beşeriyyet hakîkaten zavallıdır.

***

Emre – Tohum, toprağa düşünce, nasıl gıdayı topraktan çekip büyüyorsa, göz kulleleri de, ışığı vücuttan çeker, alır.

***

Emre – Hayvan, nasıl bağlı olduğu kazıktan kendikendine kurtulamazsa, insan da kötü ahlâktan öylece kendikendine kurtulamaz. Mutlaka bir çözen lâzımdır. Bunun için de zaman, ilim ve irfân lâzımdır.

***

Emre – Şu radyoyu, radyodan anlamayan bir adama “işlet!” desek işletebilir mi? İşletemez… İşleteyim derken bozacak; çünkü bilmiyor. Müfessirler de böyle…