15 Kasım 1954 | Sayı: 112

29 Kasım 1954 | Sayı: 113
01 Kasım 1954 | Sayı: 111

Emre – İpek böceği, kendisini koza içine hapseder, onun içinde büyür; insan da kendi kendini, (nefsin arzularından ördüğü bir koza) içine hapseder. Nefis kozasını delmeden kurtuluş yok.

İpek kozası ile nefis kozasının birbirine benzeyişlerinin hikmetini anlatmak için “Her ne var ki âlemde, örneği var âdemde!” demişler; fakat “Her ne var ki âdemde, örneği var âlemde” deselerdi daha doğru olurdu; çünkü asıl ve esas olan şey, “âlem” değil, “âdem”dir. Her şey âdemden, yani insandan çıkıyor. (*)

Bütün icatları, bilerek bilmeyerek, insan meydana çıkarıyor. Radyo, bütün teferruatiyle onu icad eden adamın havsalasında gizli idi. Radyoyu doğuran dünyaya getiren insandır.

İnsan, rüyada bilmediği âlemleri geziyor; o âlemler kendinde olmasaydı, oraları nasıl gezecekti… İlim birgün bunu anlayıp görecek. Her kudretin, her şeyin anası insandır ama iş, insanoğlunun “insan”lığını bilmesinde.

 (*) Bir doğuşta:

Bütün mükevvenât, çıktı gözümden,
Emir alır, döner, benim özümden;
Beden hareketi taksîm oluyor,
Kalbimin içinde yanan közümden.

denilerek bu hakîkat belirtiliyor.

İnsanlar ahlâken saflaşmazlarsa, bütün icatları, bütün ilimleri kendi zararlarına olur. Atomu, radarı, televizyonu insanlar buldular ama şimdilik ahlâkları sâf olmadığı için bunları insanlığın zararına kullanacaklar. Bâzan “bilmemek”, bilmekten daha iyi oluyor… Bilgiyi şer’re kullanmak fena. Ama bir devre gelir, gerek bilerek, gerek bilmeyerek “Herşeyi Bilen” ile bir olursun, o vakit, bilgimizin kimseye zararı olmaz; çünkü bilen biz değiliz. O zaman bilgiye de, bilmeye de sen kumanda edersin.

Kötü ahlâktan vazsgeçmesi çok zor:

Vaktiyle bir adam, bir ermeni çocuğunu evlâd edinip besliyor, büyütüyor. Çok da zenginmiş; çiftliği miftliği varmış. Çocuğu evlâdı gibi tutuyor; ona ermeni olduğunu bile söylemiyor; fakat zamanla çocuk, kendisinin ermeni olduğunu öğreniyor; yavaş yavaş Ermenilerle temas ediyor, arkadaşlarını öğreniyor; içinde bir Ermenilik kanı kaynıyor.

Nihayet bir gün, çocuk ölümcül bir hastalığa tutuluyor. Adam o kadar iyi bir insanmış ki, çocuğun öleceğini anlayınca, ona ermeni olduğunu, isterse eski dînine dönebileceğini söylüyor. Oğlan: “Hayır, dönmem!” diyor ama iki ırk arasındaki ezelî düşmanlık hissiyle, kendisine o kadar iyilik etmiş olan mânevî babasına bir fenalık düşünmekten de nefsini alıkoyamıyor.

Birgün ermeni akrabalarını çağırıyor. Onlara: “Ben, bizim ağaya bir fenalık düşünüyorum; boğazımda bir ip yeri yapacağım; siz de ben öldükten sonra bu ip yerini göstererek, benim ağa tarafından boğulmuş olduğumu iddia eder, ondan istediğinizi parayı kaparsınız…” diyor, Ermenilerle anlaşıyor. Onlar gittikten sonra ağasına diyor ki, “Sana bir vasiyyetim var: Öldüğüm zaman boğazıma bir ip tak, beni bütün evin içinde sürüyerek gezdir…” “Neden?” “Son arzum evin her tarafını gezip dolaşmaktır. Şimdi ayağa kalkamıyorum; bârî öldükten sonra evin bütün odalarını gezmiş olayım.” Adamcağız “Peki” diyor ve çocuk ölünce, vasiyyetini yerine getirmek için çocuğu, boynuna bir ip takarak evde dolaştırıyor, sonra da çocuğun akrabaları olan Ermenileri çağırıyor. Onlar bakıyorlar ki, çocuğun boğazında ip yeri var, adamcağızı tehdîde başlıyorlar: “Vay! Sen bizim Kirkor’u boğmuşsun; seni Hükümet’e şikâyet edeceğiz!” diye korkutup malının yarısını kendi üzerine ferâğ ettiriyorlar…

Bunun aksine, Yunus Emre de, öldükten sonra bile Molla Kasım’ı kurtarmış, îmâna getirmiş:

Molla Kasım, Yunus Emre’nin aleyhinde atar tutarmış. Hattâ bir gün, mezarını bile açıp, onu oradan çıkarmak isterken, Yunus’un göğsünde bir kâğıtta: “Yunus! Sen bu sözleri eğri büğrü söyleme, seni siygaya çeker bir Molla Kasım gelir!” beytini okuyunca, yaptıklarına pişman oluyor ve “Bu adam hakîkaten büyük bir insanmış!” diyerek îmâna geliyor.

***

Emre – Kar, buzdan daha iyidir. Biri mâden kuvvetiyle, diğeri tabîatullahla donar. Kar, yere düşene kadar havadan, yere düştükten sonra da topraktan kendine göre bir gıdâ alır.

***

Emre – Gözümüz görse; içtiğimiz suyun içinde nice balıklar, nice yengeçler var…

Ziyâ, güneşin atomlarıdır; doğurup, bize gönderiyor; ondan gıdâ alıyoruz.

Ateşte de hayat vardır. Hz. Muhamed: “Ve caalnâ minelmâi külle şey’in hay”  dememiş mi? Öyleyse onda da hayat vardır.

Felekiyyâtın merkezi “Küre” dir; dünyamız merkez-i âlemdir. Bütün yıldızlar “Küre” nin dolayısıyla da “İnsan”ın hizmetçisidir. Çünkü küre, içinde “İnsan” olduğu için kıymetlidir. İçinde insanlar olmasa, o da bir kaya parçasından başka bir şey değildir…

Yıldızlar, bizim gözlerimizden çıkıp bize hizmet ediyor: Doğurduğumuz çocuğu büyütüp de ona; “Hadi bir tas su ver!” dememiz gibi.

***

Emre – “Kalb-i Selîm”= Müslüman olmuş kalb.

***

Emre – Bâzı insanlara “asîl-zâde” diyorlar; hâlbuki asîl-zâde diye, aslını bulana demeli. Asîl-zâde dedikleri insanların, derebeylerin çoğu, bir şeyle haşrolup gitmişlerdir. “Küllü şey’in yerciu ilâ aslihi.”

Fâtih’i öğüyorlar; hakîkaten asîl-zâde; çünkü aslını, yani Ak Şemseddin’i bulmuş.

***

Emre – Tohum kendi benliğinden vazgeçmedikçe yeryüzüne çıkamaz. Vazgeçince, bir de bak ki başka bir âlem… Tohum, kabukta kaldıkça, tabiatın “anâsır-ı erbâa”sından istifâde edemez… Onun büyümesi, hapsânesinden çıktıktan sonra başlar.

İnsanların zanları, kanâatleri de böyledir; yani insanların herhangi bir meseledeki zanları ve kanâatleri de, kendilerinin hapsânesidir. İnsanı bu hapsâneden kat’î bilgi kurtarır… İnsan kanâatten kanâate, bir bilgiden diğer bilgiye atlayarak yürür, ilerler; aklı kendi aklına bırakırsan, beğendiği bir “zan”da kazıklanır, kalır. Zan ve kanâat kabuğunun içinde kalmak, terakkinin, ilerlemenin ölümüdür.

Bâzan, Kur’ân’ın büyüklüğünü anlatabilmek için: “Avrupalılar ilmi, fenni ve san’atı Kur’ân’dan alıyorlar” deriz. Hâlbuki düşünmeyiz ki bu söz bizim aleyhimizdedir. Demek
Avrupalılar Kur’ân’ın özünü anlıyorlar, oradan ilim ve fenni çıkarıyorlar da biz çıkaramıyoruz. Bu vaziyete göre, Muhammed ümmeti olan biz miyiz, onlar mı?

İşte biz, böyle bir zanna yapışarak terakki yolunda geri kalmışız. Hâlbuki Avrupalılar san’atı, Kur’ân’dan almamışlardır. Küre san’ata hâmiledir: zamanı gelince, yeni yeni âletler doğuyor. Nerden, kimden? Terakki dişisinden Avrupalıların kafası terakki dişisi: boyuna doğurup duruyorlar. Çok doğuran, zaman gelir ki doğurmaz olur; tabiatın kanunu böyledir. Zaman gelecek Türkiye’den, Avrupa ilminden daha büyük bir ilim doğacak. İlim, fen, san’at dediğimiz şey kasırgaya benzer; bir devre gelir ki, bu kasırga Türkiye üstünde de döner.

***

Ekrem Özhatay’ın motosikletinden konuşuluyor, yağlanmasından bahsolunuyordu.

Emre – Âletler, Kur’ân’dan değil, insan vücudundan alınmıştır… Oynak yerlerimizde ince boru gibi bir aperey vardır; vazifesi o mafsalı yağlamaktır; kemiğe de gıdâ verir.

Romatizmalar, bu âletin az yağ vermesinden veya hiç vermemesinden olur.

Hastalıkların çoğu irsîdir; insan kendine iyi bakamayınca, neremiz zayıfsa, ordan patlak verir ârıza yapar.

***

Hanım Bacı, Emre’ye:

– Allah yokluğunu vermesin!

diye dua etmişti:

Emre – Allah yokluğunu vermese böyle olmazdı.

***

S. – Mezâhir âlimleri “Allah başgözü ile değil, can gözüyle görülür…” diyorlar; ne dersiniz?

Emre – Zâhir ilim âlimlerinin bir kısmı, “Hz. Muhammed, Allah’ı gördü.” Bir kısmı da “görmedi” diyorlar… Hangilerinin sözü doğru acaba? İlim “Hâl”e inkılâb etmezse yani rüsûh bulmazsa, hep şüphede kalır.

“Muhammediyye”yi yazan Yazıcızâde Mehmet Efendi, büyük bir âlimdir. Bu zât, Muhammediyye’nin 105 inci faslında şöyle bir hadîs naklediyor:

Muûz ibni Cebel eydür, Hadice âna demiş kim:
İşittim kim Resûlullah bu sözü dedi ta’dilâ;
“Ki Mirac gecesi gördüm bu gözüyle Allahı”;
Bu sözdür sözlerin sağı, edin bu sözü ta’vilâ.

diyor. Bu hadîse göre Peygamberimiz Allah’ı başgözü ile görmüş.

Mezâhir âlimleri de haklıdırlar: Bizim bu gözümüz, kulağımız, bu aklımız hayâl-perest’tir, korkaktır; onun için Allah’ı göremez… Allah’ın emrini tutmadığı için suçludur; onun yüzüne bakamaz. Allah Kur’ân’da “Nefsinizi öldürün!” diyor. Allah’ın bu emrini tuttuk mu? Hayır. Öyleyse suçluyuz. Allah’ın hangi emrini tutuyor, geri tarafını yapamıyorsak, onlarda suçluyuz. Bu yüzden göremiyoruz Allah’ı, fakat ben bu âlemden şu müşkülümü hâlledemeden gidersem neye yaradı? Ana karnında canlanmadan düşen çocuklara benzemiş olmam mı?

Bazı insanlar “Ne olursa olsun; kâfir bile olsam bu meseleyi araştıracağım. Bu hakîkati araştırdığım için kâfir olursam Kelime-i Tevhîd getirir, tekrar Müslüman olurum!” diye cesaret göstererek işi anlamaya çalışıyorlar; işte bunlar muvaffak olurlar.

Bunu anlamak için candan geçmek, yani nefsi öldürmek lâzım. Nefis öldükten sonra bu “başgözü” “cangözü” olur.

***

Emre – Bir musîbeti tatlı ve hoş görürsek, o musîbet ruhun gıdâsı olur.

Emre – Yere yakın olan nebâtın meyvasını toprak taşıyor; karpuz gibi. Nebât yükseldi mi, meyvası hem küçülür, hem de kendine yük olur.

İnsanlar da böyle: Tevâzuu olan insanın ağırlığını toprak gibi olan “Gönül” taşır; başlarını yukarıya kaldıranların yükleri ise kendilerine.

***

Emre –  İnsan, insanlaştıkça insanları sever. Hayvanın akrabası, çoluğu çocuğu, yakınları olur mu? İnsan ağaca benzer: dallarını ayrı göremez.

***

S. – Mutasavvıfların bir kısmı “Heme Ûst = Her şey Allah’tır!” bir kısmı da “Hama ez Ûst = Her şey Allah’tandır!” diyorlar; hangilerinin sözü doğru?

Emre – “Heme Ûst” olursa insan çalışmaz… Bunlar, “Her şey Allah’tır!” diyorlar. Bize et lâzım oldu; eğer koyun Allah ise, Allah kesilir mi? Bir köpek üstümüze hücum etti; “Heme Ûst” diye, ondan kaçmayalım mı? Bu felâkettir.

Hz. Muhammed bile, bir zaman “Kul küllün min indillâh” demiş… Sonra bakmış ki iş öyle değil, tevhîdi bırakmış, kesret âlemine dönmüş.