11 Ocak 1954 | Sayı: 90

25 Ocak 1954 | Sayı: 91
28 Aralık 1953 | Sayı: 89

Aşağıdaki sohbet; 7.5.1952 de Bay Emre’nin torunları Kutay’la Taptık’ın sünnetlerinde olmuştu. Söz, peygamberimizin hadîslerinden açılmıştı. Bay Emre bu konuda şunları söyledi:

Emre – Peygamberimizin hadîsleri, “kelime, söz” şişesi içine konmuş “mânâ” esansına benzer. Biz bu mânâ esansı şişesini elimize almışız, dönderip aktarıyoruz, fakat bir türlü esansı şişeden çıkarıp da üstümüze süremiyoruz, istifâde edemiyoruz. Peygamberimizin ne kadar hadîsi kitaplar, ciltler halinde toplandı… Birçok hadîsleri de şundan bundan işitip duruyoruz. Bunlardan bir şey anlamazsak, istifâde etmezsek neye yaradı hadîs? Peygamberimiz o sözleri kitaplara yazalım diye değil, istifâde edelim diye söylemiş. Demin bir hadîs seylendi: (Şeytan, Hz. Muhammede: “15 kimseyi sevmem. Birincisi seni sevmem” ) demiş ve sevmediği kimseleri sırayla saymış. Sonra da sevdiği kimseleri saymış. Bunların başında da Hz. Muhammedi sevmeyenler varmış.

Hz. Muhammed’in, sevginin, sevmemenin ne olduğunu bilmezsek bu sözden istifâde edebilir miyiz? İstifâde edemezsek, bu sözü, musluğun suyu sadece naklettiği gibi naklederiz; o kadar. Hâlbuki iş, istifâde etmede. Ama istifâde için de anlamak lâzım. Ali Efendi kuyumcudur, altını nerede görse tanır ve ondan istifâde eder.

Biz şimdiye kadar Peygamberimizin sözlerini gereği gibi anlayamadık; onlardan faydalanamadık. O “El-fakru fahri” dedi; biz bunu dilencilik zannettik, köşe başlarına oturup el açtık, zillete düştük. Hâlbuki bu hadîsteki “fakr” kelimesi, maddî mânâdaki “fakirlik” değil, mânevî fakirlik, yani Allahın kudreti, büyüklüğü karşısındaki âczimiz mânâsına gelen “yokluk”tur. Âczini anlayan insan, (talep, isteme, dileme) yoluna girer. En büyük makam “dilemek”tir. Bizimkiler bunu “dilenmek” zannetmişler. Hâlbuki talebenin dilediği gibi dilemek lâzım. “Talebe” tâlibler demek değil mi? Yani “isteyenler”, “dileyenler”.  “Tâlip” dilenci değil, dileyicidir. Yani hocasından ilim isteyecek ki o da versin. İstemeden verirler mi? Bir talebe eline değnek alsa da öğretmene (Şimdi senin kafanı kırarım. Çabuk bu dersi bana öğret!) dese öğretir mi? Öğrenmek isteyenin, mutlaka mütevâzi ve mahviyyetkâr olması lâzım. İnsan ilim dileyicisi olmalı, para dilencisi değil.

“Derviş” kelimesini de böyle yanlış anlamışız. “Derviş” demek, “kapıya döşenen kimse” demekmiş; yani gönül açıklığı demek. Tasavvuf ilmi gururla, şiddet ve cebirle öğrenilmez, tevâzû ve tenezzülle öğrenilir. Çünkü bu ilmi “gönül”den koparacaksın. Demin de söylediğimiz gibi, en büyük makam, tevâzûdur, alçakgönüllülüğü süflîyet zannetmişler; beşeriyete zararları dokunuyor. Kanun bunların zararını görünce, onlarla mücadeleye başladı. Etmese, irticâ ve süfliyyet devam edip gidecek.

Ama zamanı geldi artık. Kulaklarımız yavaş yavaş deliniyor; Peygamberimizin sözlerini ve büyüklüğünü anlayacağız.

Peygamberlerin en büyüğü Hz. Muhammed’dir. Peygamberlik yukarıdan aşağıya doğru iniyor; indikçe büyüyor. Öbür Peygamberlerden tecellî eden hâl, sırayla dizilmiş Hz. Muhammed o hallerin iyisini alıyor, kendi zamanında işe yaramayacak olanlarını almıyor. Meselâ Mûsevîlikten sünneti almış. Îsâ bunu görüp alamamış.

Yaptığımız işin hikmetini bilmezsek, emeğimiz boşa… Bir hazineye girdik; fakat oradan beş kuruş bile almadan çıktık, neye yaradı?

Namazda, abdestte hep birer hikmet ve mânâ var. Şeriat sadece minareye çıkıp ezan okumak değil, nefse hâkim olmaktır; nefisteki “şeri” “at”maktır.

“Beşer”, şeriat potasından geçmedikçe “insan” olamaz. Fakat şeriat “Kuyuya kedi düştü, acaba kaç helke su çekmek lâzımdır?” diye düşünmek değil, nefsi öldürmektir. Hz. Ali’nin kılıcı iki çataldı, diyorlar: Bir ucu dış düşmanlara, biri de iç düşmana. İnsan evvelâ (Kan Kalesi)ni fethetmeli. “Kan Kalesi”,  damarlarında kan dolu olan bu vücuttur. Kan Kalesini, yani nefsi fethettikten sonra Allahtan başka hiçbir şey kalmaz. “Küllü men aleyhâ fân” sırrı, yani Tevhîd sırrı o zaman tecellî eder. Hâlbuki şeriat, Tevhîd’i durmadan parçalara ayırır: İşte tarîkatlar, işte mezhepler. Hâlbuki Hanbelî, Mâlikî, Şafîî mâfîî derken (Mâfî = yok) olmak lâzım. Yokluk olmayınca Tevhîd olmaz; çünkü bir O var, bir de sen, bütün bu parçaları bir bütün yapmak lâzım. Şeriat da o zaman gayesini ve kemâlini bulur.

Âdemi cennetten kovarken eline bir değnek vermişler; işte şeriat bu. Eğer Mûsâ’nın elinde o değnek olmasaydı hâli haraptı Fir’avn-ın elinden. Mûsâ’nın (âsâ)sı kanun, vicdân, yani şeriattır. Şeytan da koğuldu cennetten; onun eline âsâ verdiler mi? Bilâkis, ondan hep aldılar. Şeriat, nefsine mahkûm olanlara lâzım. Osmanlı Hükümeti Yemen’i, Hicaz’ı kanunla idare etmeğe çalıştı; muvaffak olamadı. Hâlbuki oraya şeriat lâzımdır. İşte şimdi oraya hâkim olanlar memleketi şeriat kanunlarına göre idare ediyorlar. Bizim Hükümetimiz de şeriat kanunlarına göre amel etmiyor; çünkü o hükümler bu zamana göre değildir. İnsanlar ilerledikçe kanun vicdâna geçiyor; vicdân hakîm oluyor. İsviçre’de ne güzel bir vicdân kanunu ve vicdân cenneti varmış. Zaman gelecek, biz de Adliye yollarına arpa ekeceğiz: Dâvâ, düşmanlık kalmayacak.

Bütün dünya bu mesut devreye doğru gidiyor. Hangi milletten ilâhî şefkat zuhûr eder ise diğer milletleri kardeş gibi görürse, o millet büyür. Çok meşrepli, iki yüzlü ve hain milletler perişan olur, Ermeniler gibi yurtsuz ve hükümetsiz kalırlar. Bazı milletler zayıf milletleri avlıyorlar; gûya iyilikle avlıyorlar amma, yakaladıkları av canlı olduğu için ellerinden kaçıyor. İngilizler Asya’yı fethetmek için Arapça öğreniyorlar. İnşallah onların bu taklidi tahkîk olsun da Müslüman olsunlar; böylece onları Asya fethetsin.

İnsanları sevgi bitiştirir. İki kişi birbirini rızâlillah sevse, sevene sevilenin kuvveti de katılır, bir kişinin kuvveti iki; karşılıklı sevişen iki kişinin kuvveti de dört kişi kuvveti kadar olur.

Aynı sohbetten, başka notlar:

Bir münasebetle Mevlânâ’nın şu rubâîsinden bahsedilmiş ki; not defterimizde Bay Emre’nin bu mevzuda söyledikleri yazılı Mevlânâ’nın rubâîsi şu:

(Medrese ve minâre vîrân olmadıkça kalenderlik hâli, yani Tasavvuf ve Hakîkat ilmi gereği gibi inkişâf edemeyecek, yayılamayacaktır. Îmân zannettiğimiz şeylerin hakîkatte bir küfür;  küfür zannettiklerimizin de gerçek îmân olduğu anlaşılmadıkça Allah’ın hiçbir kulu hakkıyle Müslüman olamayacaktır!)

Emre – Mevlânâ bu şiiri bir vesileyle söylemiştir. Mevlânâ, Allah’ın zâtından bahsederken, dinleyenlerden birinin aklında câmi, minâre, medrese dolaşıp dururmuş. Mevlânâ onun içini gördüğü, bildiği için dayanamıyor, pat! söylüyor. Hz. Muhammed de Ebûleheb için öyle söylememiş mi? Hz. Muhammed, her bir kelimesi mücevher gibi kıymetli sözler söylerken, bakıyor ki Ebûleheb’in aklı malı, mülkü ile meşgul; dayanamıyor, haydi başlıyor söylemeye: (Ebûleheb’in elleri kurusun!. Malı ve kazandıkları onu kurtaramayacaktır. O, alevli ateşe atılacaktır. Karısı ise odun hammâlı’dır; omuzunda hurma lifinden yapılmış bir yük taşıma ipi vardır) diyor.

Mevlânâ da ayni düşünceyle böyle söylemiş. Fakat Mevlânâ’nın kasdı, minârelerin, medreselerin yıkılması değildir; oralardaki zihniyetin yıkılmasıdır. Değil medreselerin, câmilerin; kiliselerin ve havraların bile yıkıldığını istemeyiz; çünkü oralarda Allah’a ibâdet edilmektedir.

Küfrün îmân, îmân’ın da küfür olmasına gelirse: Küfür, bir şeyin üstünün örtülmesidir. Yani küfür, içi örten dıştır. Saçımız yüzümüzü örtüyorsa, saçımız küfürdür. İlk mektepteki bilgi, orta mektebe geçen bir çocuk için küfürdür. Bu söz, ayni zamanda Mevlânâ’nın eski hâlinin ifadesidir. Çünkü o adamın aklından geçen minâreler, medreseler, bir zaman da Mevlânâ’nın aklındaydı. O adamın düşüncesi bir vesîle oluyor. Mevlânâ, kendisinin eski hâliyle son hâlini mukayese ederek bu sözleri söylüyor. Herkes kendi hâlini bilir ve söyler. Kâmil insanların sözleri de böyledir. Tepeleyip geçtikleri eski hâllerini söylerler, bize ibret olsun diye.

Mevlânâ, Şemsi Tebrîzî’yi tanımadan evvel mükemmel bir medrese âlimiydi. Mevlânâ’nın o vakitki din ve Allah bilgisi kitapların yazdığından ibaretti. Hâlbuki sonra Allah’ı bilip, görüp onda fânî olunca eski bilgisi küfür olmadı mı? Ama onun için küfür oldu. Herkes için o eski bilgi küfür olur mu? Mevlânâ gibi Allah’ta fânî olmayan insanlar için o eski kitap bilgisi küfür değil, îmândır.

Mevlânâ’nın eski îmânı zandan ibaretti, görgüye dayanmıyordu. Hâlbuki bilmek ve görmek gibi kuvvetli îmân olur mu? Mevlânâ’nın eski hâli, yeni hâlinin örtüsü, küfrü değil miydi? Bir meyvanın acı kabuğu, içindeki tatlı kısmın küfrüdür. Ama önce kabuk lâzımdı. Meyva tekâmül edip tatlanınca dıştaki kabuk küfür oldu.

Kavuna kavun derken sade içine değil, dışına, yani kabuğuna da diyoruz. Kabuk içten ayrı değildir. Kabuk olmasa, iç yetişmez. Kavuna gıda veren, bitişik olduğu çöptür. O çöpün içindeki elyaf, kuvveti kabuğa veriyor; kabuktan da içe geçiyor. Olgun bir meyva, sapının ve çöpünün, üstünde kalırsa, tevek onu somurur, içindeki gıda, geldiği yere gider. Onun için her meyvayı zamanında koparmalıdır. Olgunlaşıp koparılan meyvanın kabuğu artık soyulmak lâzımdır. Kabuk buna kızar amma, ne yapalım, öyle lâzım.

Kelâmın da anlaşılmayan tarafı kabuğu, anlaşılanı, içidir.

İnsan teşekkülâtı da aynen böyledir: Anamızın rahminde iken, biz de meyva gibi, bir çöpe, yani göbeğe bağlıydık. Eş, anaya yapışıktır; anadan kırmızı kanı alır, tasfiye eder beyaz kan yapar. Göbeğimizle eşe bitişik olduğumuz için, eş bizi göbek yoluyla ve beyaz kanla besler. Yani kabuğumuza, derimize gıda verir, bizi büyütür. Anada ufak bir ârıza olursa, kırmızı kanı tasfiye edemeden kaçırırsa, bunlar çocuğun bağırsağından çıkar. Buna “çağra” diyorlar galiba.

Ana rahmindeki kabuğumuzu terk etmeden, yeni ve daha güzel bir hayata kavuşmak mümkün müdür?
Eski inanışımızdan dönmeden, yeni bir kuvvet elde edemeyiz. Herşey dönüyor; biz de dönmezsek, çarpılırız. Muhammediye sahibi Yazıcıoğlu: (Onu, ancak “Dön Namazı”nı kılanlar bileler!”) diyor. Nasıl anlaşılsın!… Kolay mı? Bu gibi kitaplar, içinde her çeşit ilâç bulunan eczâneye benzer. Akıl oradan işine yarayanı alır.

Yazıcıoğlu Muhammediye’nin bu kısmında (Sahife 253):

Anın ardınca güneş, çünkim doluna mağribe,

Doğmaya hem üç gün, üç gece kadar, fikreyle var.

Anı ancak (Dön Namaz)nı kılanlar bileler,

Ederler Hakka tazarrû, ağlaşalar zâr zâr.

Pes doğa mağrip kenarından, çıka orta yere,

Anın ardınca kamer seyreyle çün şâhsâr.

İkisi gün buluşa, kapkara toplar olalar,

Dolunalar gerû mağripte edeler intizar.

Emr ede Cebbâr-ı Âlem, doğa maşrıktan güneş,

Yerli yerince gerû ola hemen leylü nehâr.

diyor.

Kamerle güneş gökyüzünde bir araya gelir de kapkara toplar gibi olurlar mı? Güneşin üç gün, üç gece doğmaması mümkün mü? Tabiat kanunlarına uyar mı? “Şâhsâr” ince dal demekmiş. Ay, ince siyah dal gibi olacakmış, güneş kapkara bir yuvarlak hâline gelecekmiş. Görülüyor ki bu bir rumuzdur. Kapkara top, kâmil insanların gözüne, ince dal gibi hilâl de kaşına işarettir.

S – Anlayamadık.

Emre – Ben anlıyor muyum ki… Anlasam sükut ederdim. Fakat bütün bu rumuzların neticesi riyasız bir sevgidir. Döne döne, iş aşka varıyor. İlle aşk, ille aşk.

Yazıcıoğlu’nun dediği mağrip istiğrak âlemidir. Kur’ân’da da var bu (mağrip) sözü. Zaten mutasavvıfların sözü Kur’ân’dan ayrı değildir.

İnsan her vakit mağripte kalsa yanar. Hâlbuki insan o (istiğrak âlemi)nden (Fark âlemi)ne gelecek ki bize o hâli anlatabilsin. Bizim gibi aklı başında olmaz ve bizim dilimizle konuşmazsa kendi hâlini bize anlatamaz. O âlemde lâl gibi durursa, bizi gaflet uykusundan kim uyandıracak? Bir çocukla beraber yola gidiyorsak, onun ayağına göre yürümeye mecburuz. Kâmil insan da bizim aklımızın ayağına göre yürür. Onun vazifesi, biz istersek, renklerimizi silip bizi Allah’ın boyasiyle boyamaktır. Lâkin biz istemezsek, karışmaz; nesine lâzım. Kendi hâlimize bırakır. Onların sözlerini atılmış bir ok bilmelidir; yani onların dediği, mutlaka olur; sözlerinin oku mutlaka hedefe isabet eder. Onun için, onlara tâbi olmalı, onları kendimize tâbi etmeye çalışmamalı. Onlar yalanı bile doğru olarak dinlerler. Çünkü o yalan, bizim yalancılığımızı gösteren dosdoğru bir sözdür. Şu halde onlara yalan söylersek yalancılığımız artar. İyisi mi, kendisiyle beraber olalım. O ebedî diridir; ondan başka her şey ölüdür. Onnan olursak biz de ölmeyiz. Çünkü Hz. Muhammed (Elmü’mînûn lâyetmûtûn = Mü’minler ölmez) diyor. Mâdemki ölmemek varmış, o halde biz de ölmemeğe çalışalım.