11 Nisan 1955 | Sayı: 121

25 Nisan 1955 | Sayı: 122
28 Mart 1955 | Sayı: 120

Geçen sayıdaki sohbetin devamı:

S. – Sadî’nin kitabında güzel kokulu bir kil hikâyesi var.

Emre – Sadî kendini kile benzetmiş. (Ben bir zaman; ahlâkı gül gibi olan bir insanla ülfet etmiştim, onun için böyle güzel kokuyorum.) diyor. İşte hâlâ kokusu bizim ağzımızdan çıkıyor.

***

S. – Âsaf’ın mikdarını bilmez Süleyman olmayan,
Bilmez insan kadrini âlemde insan olmayan.

Emre – Süleyman için her hayvanın dilinden anlardı, diyorlar; mümkün mü hiç? Bugünün insanı buna inanır mı?

Süleyman, aklındaki ahlâk hayvanlarının dilinden anlıyordu da onlara bunun için hükmedebiliyordu.

(Bilmez insan kadrini âlemde insan olmayan): Bir yerde bir lokantaya gittik, duvarlarda Ziyâ Paşa’nın şiirleri levha hâlinde asılı idi… Lokanta sahibine sordum. (Sen bu şiirlerin mânâsını biliyor musun?) dedim. (Hayır, bu levhaları bizim eski ortak yaptırmıştı; o zamandan beri durup duruyor.) dedi.

S. – Hıristiyanların bizim dine ilk itirazları şu: Sizin dininizde çok hurâfe var. Meselâ siz (Dünya öküzün boynuzu üzerinde duruyor.) diyorsunuz; böyle bir din mütekâmil olur mu?) diyorlar.

Emre – Kur’ân’da böyle bir şey yok. Lâkin hurâfe dediğimiz şeylerin de bir hakîkat tarafları var. İnsan maneviyyâta temas ettikten sonra, bunları çözebilir. Bakınız, bu sözü söyleyen kim ise, (Dünya öküzün boynuzu üzerinde duruyor.) diyor da, (Küre öküzün boynuzu üzerinde duruyor.) demiyor. Çünkü Küre başka dünya başka şeydir. Dünya’dan maksat, dünya işleri, dünya ağırlıkları, dünya sıkıntılarıdır. Bunu da ancak, dünyaya mahkûm akıl öküzü çeker.

Bu söz hurâfe gibi duruyor amma, hurâfe değil; fındığın içini örten kabuk gibi bir şey.

Hakîkatlerin böyle hurâfe veya muammâ gibi söylenmesinde de bir hikmet vardır: Söz kolay anlaşılmazsa, insanı tefekküre sevk eder. Tefekkür de bizi hakîkate götürür.

Hurâfe zannettikleri şeyler Avrupalılara izah edilse, hakîkati kabul ederler.

S. – Birçok insanlar, bilhassa cahil olanlar, bu felsefî izahları, bu felsefi düşünceleri anlayamazlar; anlayamamakta da mâzurdurlar.

Emre – Evet; fakat şu Yunus Emre’ye bakın. Yunus, kitapların bildirdiği gibi âlim bir insan değildir… Yunus, Tapduk Emre’nin yanına geldiği zaman, cahil bir genç çobanmış. Yunus’u mânen tekâmül ettirmek için açlık rejimine, yani riyâzâta sokuyorlar. Fakat bîçâre, sürüyü güderken acıkıyor, Allah görmesin diye, kepeneğinin altına giriyor. Tam ekmeğini çıkarıp yiyeceği sırada çoban köpeği, ekmeğinin kokusunu alarak Yunus’un karşısına dikiliyor, başı kepeneğinin içinde, kuyruğu dışarıda, Yunus kendisine ekmek versin diye kuyruğunu sallamaya başlıyor. Yunus, köpeğin kuyruk sallamasından, Allah kendisinin ekmek yediğini anlayacak diye korkuyor ve köpeğe: (Oşt! Kuyruğunu sallayıp durma, Tanrı’yı gümâna getirirsin, hadi buradan!) diye koğuyor.

Şu sâf adamın sonuna bak… Avrupalılar bile onun ilmini halledemiyorlar.

Sâfiyyet iyi şey ama, insan orada kalmasa da yürüse…

Bazı kimseler kabristân’a gider, duâ eder, dileği olur. O dileği yerine getiren, kabristân değil, o adamın sâfîyyetidir.

S. – Namaz kılmak için temiz olmak lâzım; fakat biz, umumiyetle temiz değiliz. Hâlbuki ben hangi câmi temizse oraya gitmek isterim; hangi imâmın sesi güzelse, onun arkasında namaz kılmak isterim.

Emre – Hazreti Muhammed de böyleymiş: Dâvud’u güzel sesi, Yusuf’u da kaşı, gözü, güzel yüzü için öğmüş.

S. – Öyle bir câmide, öyle bir imâmın arkasında namaz kıldım mı, içimden: (Bu namazım kabul oldu!) diyebiliyorum.

Emre – İçinden geliyor değil mi? Tamam. Zaten, Kur’ân’da namazın şekli, şemâili yoktur. Namaz çok güzel, çok sıhhidir; fakat ilerisi bambaşka. Namazın kabul olması için, fuhşiyyât ve riyâ olmamak lâzım. Hazreti Muhammed, Arş’a namazla çıktı, ama şekil namazı ile değil, lezzet namazı ile. Emek çekeceğiz ki bu lezzet ışığı parlayacak.

Namaz çok faydalı bir şeydir. Lâkin cehennem korkusundan yahut cennet arzusu için değil de, Allah rızâsı için olmalı. Böyle namaz kılabilsek, o ışık içimizde derhal gürp! diye yanacak. Ve ancak bundan sonra namazdan huzûr duyulabilir.

S. – Bazı kimseler hem namaz kılıyor, hem de en galiz küfürler edebiliyorlar; bu nasıl oluyor?

Emre – Kur’ân; (Namaz insanları fuhşiyyâttan men’eder) diyor değil mi? Demek ki küfredenlerin kıldıkları namazlar kendilerini fuhşiyâttan men’edememiş, yani o küfredenler hakîki namazı kılamamışlar. Hz. Muhammed: (Bir evde resim olursa o evde namaz kılınmaz!) diyor. Peygamberimizin zamanında fotoğraf mı vardı ki böyle söylesin… Onun resim dediği şeyler, kalbimizde, gönlümüzde taşdığımız Allah’tan başka ne varsa onlardır. Yani kötü huylarımız, kötü düşüncelerimizdir. Onları aklımızdan çıkarmadan kıldığımız namaz, namaz olamaz. İşte bunun içindir ki (Namazda huzûr lâzımdır.) denilmiş; yani namaza durduğumuz zaman Allah’tan başka her şeyi aklımızdan çıkarabilmeliyiz. Hz. Muhammed birgün Hz. Ali’ye soruyor:

– Aklına birşey getirmeden namaz kılabilir misin? Eğer kılabilirsen sana bir deve veririm.

Ali namaza duruyor, başlıyor düşünmeye: Acaba Hz. Muhamed’in vereceği deve erkek mi, dişi mi? Beyaz mı, siyah mı? derken namaz bitiyor. Selâm verir vermez Hz. Muhammed, Ali’ye:

– Erkek deve mi vereyim, dişi deve mi? Beyaz mı vereyim, siyah mı? deyince, Ali:

  • Vazgeçtim yâ Resûlallah.. Hiçbir şey düşünmeden namaz kılınmıyor.

diyor. İşte Peygamberimiz bunu anlatmak için, (Lâ salâte illâ bilhuzûr) demiştir ki (Huzûrsuz namaz, namaz değildir!) demektir. Çünkü aklımızdan ne gibi şeyler geçiyorsa, secdemiz onlaradır. Akıl muhîttir; onu durdurmak da mümkün olmadığı için muhît olduğu yerleri gezer durur.

S. – Bunda âyetlerin mânâlarını bilmemenin de tesiri var galiba…

Emre – Namazdaki sûrelerin, âyetlerin mânâlarını anlasak, elbette daha iyi olur. Namazı niçin kılıyoruz, aptesi niçin alıyoruz, bunların sebeb ve hikmetini bilsek ne kadar iyi olur. Bu yaptığımız hareketler bizi böyle bir düşünceye sevk etmelidir. İbâdetin gâyesi de budur. Meselâ biz aptesin gâyesinin (temizlik) olduğunu idrâk etmiyoruz da, sadece kuru bir yerimiz kalmasın diye elimizi, yüzümüzü ıslatıyoruz. Yani bizde, mikrop mefhûmu yok. Hâlbuki Peygamberimiz bizi sabah namazı vaktinde, yani güneş ışığının radyo lâmbasındaki ışık kudretinde olduğu zaman uyandırıyor… Güneşin bu saatlerdeki (ışık gıda)sı, vücudumuzda bulunan ve gece bizimle beraber uyumuş, uyuşmuş olan sıhhat mikroplarına, yani melâikelere bir yaşama iştahı, hayat enerjisi verir.

Aptes alırken; kulaklarımızın arkasını ve ensemizi de yıkamamızı emretmiş. Kulaklarımızın arkası çok muhâtaralıdır; eğer oralar pis kalır da kulağımızın arkasında çıban çıkarsa, hayatımız tehlikeye girebilir. Ensemiz de böyledir; orada da küçük bir delik vardır ki, onun üstünde çıban çıkarsa ölüme yol açabilir.

Namazın fazîletleri ise daha başka… Namazın vücuda, sıhhat bakımından çok faydası vardır. Hele içindeki âyetler… Çoğu rumûzludur. Meselâ (Vettini vezzeytûni). Bu sûrede bir (Emîn Belde)den bahsolunuyor; nerede o Emîn Belde? O beldeyi bilmiyorsak, bulamadıysak, selâmeti de bulamadık demektir… Çünkü ancak o belde’yi bulanlar selâmete ererler. İşte bu (Emîn Belde) sözü bir rumûzdur. Zâhiri ilimler bu rumûzları halledemezler, tefsîr edemezler. Kur’ân’ın bütün esrârı bu rumûzlardadır. Hiçbir din bizimki kadar (Mânevî Hakîkat)e temas etmemiştir. Onlarda; ekseriya yasak olan şeyler bildirilmiştir. Îsâ dininde de Mânevî Hakîkat vardır amma, bizimkinde olduğu kadar değildir.

Bâzı âyetlerde de ahlâkî tenbîh ve telkînler vardır: İşte (Tebbet). Hz. Muhammed, etrafına toplananlara Hakîkati anlatırken Ebû Leheb ile karısı, Hz. Muhammed’in sözünü dinler gibi görünerek, mallarını, mülklerini düşünürlermiş. Hz. Muhammed onların kalblerini görüyor, onları ikâz etmek için, öyle söylüyor. Ebû Leheb’in karısı, kalbinin külhânı’na o mecliste, dünya düşüncelerinin odunlarını taşıdığı için ona (Hammâletelhatap) diyor. Bâtın ilmini bilenler, kalbimizin içindeki düşünceleri de bilir, görürler. Bunun içindir ki, (Bâtın ilmini bilenlerin karşısına geçtiğin zaman kalbine, zâhir ilmi âlimlerinin karşısına geçince de diline dikkat et!) demişlerdir.

İşte biz de, böyle bir huyumuz varsa, Tebbet! Tehdîd’ini işitince o huyumuzdan vazgeçmeliyiz.

Namazı, aptesi böyle anlamak mı iyi, yoksa ezbere, kuru kuruya Müslümanlık mı? Biz maalesef bu meseleler üzerinde düşünmüyoruz; hâlbuki Avrupalılar arıyorlar; arayan ise bulacaktır. Bulacaklar ve bize öğretecekler.

Altın mâdeni topraktan tasfiye edilmeden, ziynet eşyası olabilir mi? Avrupalılar ilim ve ahlâk bakımından, işte böyle tasfiye edilmiş altın’a benziyorlar. Biz ise gittikçe bozuluyoruz. Fakat bu bozulma muvakkattir; zaman gelecek biz de çok iyi olacağız. Avrupalılar bizden öğrenecekler, dönüp bize öğretecekler, pamuğu bizden alıp bize bez olarak sattıkları gibi.

S. – Bizim kusurlarımız da var: Vâizlerimiz câmide halka (Adam öldürmeyin!) demiyorlar da, Cebrâil’in kanadındaki tüylerden bahsediyorlar. Hâlbuki Avrupa’da mektep muhîtlerinde kiliseler var; çocuklar teneffüse çıkınca, râhipler, râhibeler çocuklarla konuşarak onlara telkînât yaparlar.

Emre – Bizim geri kalışımızın sebeplerinin en başında, kadınları hakir görüp, onlara tahsîl ve terbiye kapılarını kapamamız gelir. Cemiyetler; evvelâ kadını, yani anayı terbiye etmeli, yükseltmeli; çünkü çocuğu ve cemiyeti, kadın yetiştirir. Avrupalıların kadınları bizimkilerden daha tahsilli daha terbiyelidir.

Kadın iyiyi de, kötüyü de serbestçe görüp öğrenmelidir ki, kötü şeyden kaçabilsin, sakınabilsin. Kadın, korku ve tazyik altında kalırsa inkişâf edemez. Çocuklar da öyle değil mi? Mahalle mekteplerinde çocuk, aşk ile değil, dayakla öğrenirdi.

Hocalarımız papağana benzerler, düşünce ve tefekküre kıymet vermezler. Bu meseleleri sordun mu, (Allah’ın hikmetine karışma!) derler.

O vâizlerin içinde, yani kalbinde, kafasında da adam öldürme hâli vardır; onun için sana, bana (Adam öldürme!) diyemez. O vâizin sözünü tutma yahut onun kanâatlarının zıddı bir kanâat besle, seni öldürmek ister. Adam öldürme hâlini sevmiş, kalbinde saklıyor; sevdiği bir hâli nasıl atsın da bize (Adam öldürme!) desin…

Gazî’nin bu bakımdan bu memlekete çok büyük iyiliği dokunmuştur.

S. – Bakıyorsun bir papaz Afrika’ya gidiyor, oradaki vahşî bir kabîleyi Hıristiyanlığa kazandırıyor; bizim din adamlarımız böyle bir gayret gösteremiyorlar; neden?

Emre – Allah’ın bir sözü var: (Dini, sizden ücret istemeyen, menfaat beklemeyen kimseden öğrenin!) diyor. Takdîr de bir ücrettir; halktan takdîr bekleyenler takdîrden mahrûmdur. Onların papazları, takdîr beklemeden, Allah rızâsı için çalışıyorlar. İnsanlar da, takdîr ve ücret beklemeyen kimselerin arkalarından gidiyorlar.

Sonra, onların maddî ihtiyaçları kalmamış, biz ise ihtiyaç içinde yüzüyoruz… Biz, onların kapısında hizmetçi gibiyiz. Sıtma nöbeti içinde yanan bir adam maneviyyât düşünebilir mi?

Fakat hocalar bizi uyandırsalar, taassub’a gömülmesek te çalışsak, onlara mahkûm olmasak daha iyi olmaz mıydı? Bilginlerimizin, ilmi ve şefkati az olduğu için bu hâle geldik. Lâkin hiç korkmayalım; Türk milleti şu Küre’de parmakla gösterilecek bir millet olacak, fakat biraz gecikecek.

S. – Çocuklarımız umûmiyyetle çok küfürbaz!

Emre – Evet. Ben küçükken, Adanada bizim mahallede Naum isminde bir Ermeni vardı. Bu adam çocuklarını dışarıya bırakmazdı. Ben de beklerdim ki çocuklar gelsin de oynayalım. Birgün kendisine:

– Niçin çocuklarını sokağa bırakmıyorsun amca? Gelsinler de, oynayalım.

dedim; bana şöyle dedi:

– Senden memnunum yavrum; çocuklar da seni seviyorlar; fakat öbür
çocuklar küfür ediyorlar, onun için onları sokağa bırakmıyorum.

S. – Her muhîtte ayrı ayrı küfür ediyorlar.

Emre – Öyledir. Muhîte göre vücut, yüz şekilleri de değişir. Habeşistan’dan buraya siyâhî bir aile gelir; buradaki insanlarla karışmasalar bile, zamanla ve muhîtin tesiriyle renkleri değişir.